Tam Metin (25-49)

Kışlıklarımı ise çıkartmıştım ama daha tam elleyememiştim.  Hava, o kalın kalın kazakları, hırkaları giyecek gibi değildi. Hepsine tek tek baktım. Katlı katlı duruyorlardı, üstelik benim giyemeyeceğim kadar da fazlaydılar ve en süt mertebe kışlıktılar. Yıllarboyu sabahın kör ayazında evden çıktığım, gün içinde ne ile karşılacağım belli olmadığından evi, karda ya da kutuplarda giyilebilecek kazak, hırka ve çoraplarla doldurmuştum. Hırka içine giyilen dik yakalı kalın bluzlarım iki tepe oluşturuyordu. Kadifesi, yünlüsü, kanvası türlü sınıflarda renk renk pantolonum vardı. Sanki bir anda hepsi üstüme geldiler, bu nasıl bir çılgınlık durumuydu ki hepsi bir şekilde dolabıma girmişlerdi. Ya da bunlar burada üremişler miydi. Gardıropum giysilerin seks merkezi mi olmuştu da ben içerideki aşna fişneden habersizdim. Çoğunda etiketlerin daha sökülmemiş olduğunu gördüm. Üzerime uyan her beğendiğim pantolonun en az üç rengini almış dolaba tıkmıştım. Hırkalar ise ayrı alemdi, aba gibi kalın, yüzde yüz yün, normal yaşamda evde ya da kapalı ortamlarda asla giyilemeyecek kadar ağırdılar. Onlar o eski işime uygun şeylerdi. Ayıkladıklarımı salona masaya yığdım, sonra sıra bir seviye ince bluzlara gelmişti. Dik yakalılar değildi bunlar, bisiklet yaka olanlardı. Her renkten vardı, o yüzden de bir tepe halinde üst raflarda duruyorlardı. En alttakini çekip giymek mümkün olmamıştı ki kaç yerlerinde yılların izi duruyordu, zavallılar ezilmişti. Yıllar önce aldıklarım sabırla hala burada sırasını beklemekteydi. Onları da ayıkladım ve salona taşıdım. Çorap çekmecemi, iç giyim eşyalarımı, geceliklerimi, hatta yazlıklarımın bile dışarıda olanlarını temizledim. Hepsi salon masasında bir tepe oluşturmuştu.

Bu yığın gözümü korkuttu, hatta ibret olsun diye herkese göstermeyi de çok isterdim doğrusu. Abartısız 80 tane çorabım vardı. Pantolonlarımın sayısı da 50’yi geçiyordu, bluzlar her modelin üç renginden ibaret olup tepe tepeydi. Paketleri açılmamış renkli veya beyaz, beşlik ambalajlarında külotlar, gecelikler, asla giyme ihtiyacım olmayan penye şortlar, pijama takımları (ki pijamadan nefret ederim ve tatiller dışında katiyen giymem), anlamsız paçavralar, dizi diziydi.

Yine ince, naylon, desenli, dikişli, renkli, muhtelif kalınlık ya da incelik derecelerinde paket paket  çoraplar çekmeceler dolusu idi.  Kırk yılda bir etek giyince lazım olacak, olunca da nasılsa en yakın mağazadan temin edilebilecek bu çorapları niye stoklamıştım? Poşetler is kapmış, kirlenmiş ve çoraplar çürümüştü. Pantolon giymeyi ilke edinmiş birinin ne işi olurdu bu çoraplarla.

Bu düşman ordusunu temizleyemeyeceğim korkusuna kapıldım, dört koldan saldırı halindeydiler. İçimdeki azgın canavar dışarı çıkmış, karşıma dikilmiş beni pis bir tavırla izliyordu sanki. Bu yığınların arasına karışmış yenileri tekrar bir kenara ayırdım. Yılmadan çalıştım ve sonunda bu çöp dağını tamamıyla ayıkladım. Hiç değilse eskilerden kurtulmuş yenilerle başbaşa kalmıştım. Hoş o yenileri dahi giyecek yerim yoktu ama ilk fırsatta sıra onlara gelmeli, bir kerecik dahi olsa sırtıma giyildikten sonra yerlerini bulmalıydılar.

O koca tepeyi torbalara yerleştirdim, hepsini sağa sola dağıttım. Hatta bazılarını çöp toplama kutularının köşesine astım. Gelen geçen çöp toplayıcılar nasiplenir diye. İlk beş dakika içinde yok oldular, bundan sonra zaten vereceğim her eşyam için aynı yöntemi kullandım. Hepsi torbayla temiz pak bir şekilde çöp kutusunun kenarına asılıyorlardı. Bu durum benim aklımı başıma biraz daha getirdi. Laf olsun diye ya da oyalanmak için harcama yapmış, binbir zorlukla çalışarak kazandığım paralarımı hep sokağa atmıştım. Nasıl manyakça bir savurganlık içine girmiştim ve niye farkında değildim. Ortalıkta öyle ucuz ve kullanışlı şeyler varken bunlara para gömmüş şimdi ise sokağa atılmayı bekleyen bir çöpe sahip olmuştum. Hala kredi kartımın aylık ödemelerinde bir azalma olmuyordu. İşte nedeni buydu. Gereksiz yere para harcamak, ihtiyacım olmadığı halde evi bu paçavralarla doldurmak. Şimdi bunları etiketlerinde yazanın dörtte biri fiyata satabilsem, ya da ödediğim paraların bana dörtte birini geri verseler dünyalar benim olurdu. Sanırım yekun beni iki ay geçindirecek miktarı bulurdu.

Asıl büyük kıyım ağır takılanlara olacaktı ama o an cesaret edemedim. Sadece tespitler yaptım. Hem daha iş görüşmelerine gidiyordum ve her an yeni bir işim olabilirdi. Yün ceketler, ceket-etek-pantolon üçlemeleri, bunların içine giyilen abiye gömlekler, dolu, dolu, doluydu.

Fermuarlı elbise torbalarını her açtığımda tüm unutulmuşlar üstüme atlıyorlardı, evet unuttuklarım da vardı, hatta onlarla sarmaş dolaş oldum, unutmuş olmama hayıflandım, oysa geçen yaz katılacağım bir akşam yemeğinde giyecek şey bulamamıştım. Halbuki torbadan fırlayan beyaz ceketim ne kadar uygun ve şık olurdu. O fırsatı değerlendirememiş, yine hep giydiğim şeylerden birini sırtıma geçirmiştim. Güzelim ceketim, kodesinde hapis, öylece kalmıştı.

Ben bir de bunlara dünyalar kadar temizletme paraları vermiştim. Temizletme olayı, çalışan insan için en önemli gider kalemlerinden biridir. Pantolon, ceket ve etekler genelde temizletilir. Beş pantolon temizletme bir yeni pantolon eder.

Bu kalantor giysi yığının içinde işime en yarayacak olanlar, deri veya güderi ceketlerdi. İşte onlar evladiyelik olup hayatımın her döneminde, gençlik, yaşlılık, çalışan ya da işsiz olma durumunda hep giyilebilir şeylerdi.

3 ay geçmesine rağmen canım hiç sıkılmıyordu. Her gün mutlaka yapacak birşey buluyordum, zaman o kadar boldu ki, bir yere giderken de yolun büyük kısmını yürüyerek kat ettiğimden hem zamanı harcayabiliyor, hem sporumu yapmış hem de yol parası ödememiş oluyordum. Bu program iyice oturmuştu artık yaşamımda. 1,5 saat önceden evden çıkmak, yürümek, merkezi noktaya bağlanarak oradan otobüs, vapur ya da tramvaya binmek güzeldi.

O sıralar çağrıldığım görüşmelere de gidiyordum. Bu yerlerden biri Gebze Organize Sanayi Bölgesinde, yurtdışı merkezli ünlü bir firmaydı. Firmayı çok beğenmiştim. Çalışma saatleri, şekli Avrupa standartlarına göre belirlenmişti. Fransız menşeli bu şirketin Ermeni kökenli dünya tatlısı genel müdürü ile son derece güzel bir görüşmem olmuştu. İş tanımı, en fazla 30 yaşında ve 3-5 yıllık bir mühendisin yapacağı cinstendi, benim gibi 17 yıllık deneyimi olan yaşını başını almış bir hatunla İK yöneticisini görüştürmenin ötesine geçmişler Genel Müdürle de görüşmemi sağlamışlardı. Bilmiyorum belki de başka pozisyonlar için bakmışlardı bana. Bu firma için tek kusurum Fransızca bilmiyor olmamdı, çünkü Fransızca mutlak şarttı. Kısacası yine iki beden bol gelmiştim, uygun üst pozisyonlar için de kusurlarım bana engel olmuştu. Bu kusurlarımın en başlıcası; yöneticilik deneyimimin olmamasıydı. Mükemmeldim, mükemmel işlerde, projelerde çalışmıştım, inisiyatif kullanabilmeyi başarmış, yöneticilerle denk sorumluluklar almıştım. Ama bunlar geçip gitmişti, onca yıl bir unvanım olup da bunu geçmişime yazamamıştım. Eh bu da büyük bir kusurdu İnsan Kaynakları gözünde. Haklıydılar, aptal olan bendim, beceriksizdim ve ne yapıp edip bu konuyu halletmiş olmalıydım. O an emeklerimin nasıl heba olduğunu, amatör zihniyetim, dürüstlüğüm, saygım ve sevgim nedeniyle kariyerimi düşünmediğimi anladım. Pişman ve üzgün değilim, bunu bir onur olarak taşıyorum. Erdemlerim ve yaşam anlayışım bana başka türlüsünü sağlayamazdı zaten. Ancak bu durumda iş konusunda fazla heveslenmemeli, yükseklerde uçmaktan vazgeçmeliydim.

Bu esnada yeni bir randevuya daha gittim. 15 Ocak’ta ilk görüşmemi yaptım ve beklemeye alındım. Kabul edilme olasılığım yüksekti, 10 gün sonra ikinci görüşmemi de yaptım ama başlama tarihim bir türlü kesinleşememişti. Ben de beklemeye başladım. Biraz ambale olmuştum, pek alışkın değildim bu tip görüşmelere. Olayı iyi yönetemiyordum, bir de kaçıracağım balığın en büyüğün olmasından korkuyordum. “Seçersin seçersin ama en iyisini seçemezsin ya” en korktuğum şeydi, bir hayal kırıklığını kaldıracak hiç halim yoktu.

O aralar tamamen hayalimde olan bir firma için araştırmalar da yapmıştım. Kariyer sitelerinde sürekli aynı ilanı olan ama bir türlü pozisyonu kapatmayan bu şirketin ortaklarından biri benim anne tarafımdan akrabamız idi. Bu bağlantıyı kullanarak burnumu buraya nasıl sokabilirim şeytanlıkları için epeyce enerji sarf ediyordum. İşe girerken bu tip torpilleri uygulamakta sakınca yoktu, zira ben torpilli girer ama en torpilsiz koşullarda eşek gibi çalışan dürüst bir insandım. Benimkisi pembe torpillerdi. Karşılığını ödemeyi nasılsa iyi biliyordum.

Şubat ayının ilk haftası, bizim aylık buluşma planımızca belirlenmiş bir zamandı. Ben, eski müdürüm, bölüm arkadaşım ve eski müdürümün yeğeni buluşmaya karar verdik. Gerçi o sıralarda hararetli bir şekilde iş görüşmelerine gidiyor ve biriyle de el sıkışmak üzere uzun iznimin belki de son günlerini yaşıyordum. Hatta kesinleştirdiğim ama hala başlama günümü bir türlü belirleyemediğimiz bir işim dahi olmuştu.

Şu an bile öylesine net hatırlıyorum ki 9 Şubat Cuma günü Ortaköy’de bir araya geldik. Bir hafta geç olmuştu bu kez çünkü özel bir randevum yüzünden buluşmayı bir sonraki haftaya ertelemiştik. Şubat’ın 9’u ve sıcaklık 20 derece civarında mükemmel bir havada Ortaköy’deydik. İnanılmaz güzellikteki deniz, manzara, ılık  hava, hafta içi olmasına rağmen cıvıl cıvıl bir insan kitlesi ile o gün ortam çok güzeldi. Ben o gün de yeni ördüğüm hırkamı giymiş onlara göstermiştim. Gerçi sıcaktan kurdeşen dökmüştüm ama dayanmıştım. Çay bahçelerinin sırasında güzel bir kafe’de yarı içeride yarı dışarıda oturuverdik. Ben menüden sıradan bir sandviçi seçtim. Evde mis gibi yemekler yapıyor sağlıklı besleniyordum ve bu tip yerlerde lezzetlenmesi için türlü soslarla bir kalori bombası haline gelen sağlığa son derece zararlı yiyecekleri de hayatımdan çıkartmaya başlamıştım. Birer de soda söyledik. Yine papağanlar gibi konuşuyor, gevezelikten ortalığa ses saçıyorduk. Kafeye girmeden önce klasik çay bahçelerinde birer bardak çay içmiştik ve hesabımızı eski müdürümün oğlu bizim de manevi kardeşimiz ödemişti, zira kendisi artık çalışmaya başlamış ve maaş sahibi bir delikanlı olarak bize bu jesti yapmıştı. Hala yediğimiz kazığa inanamıyorum, bir bardak çay 3YTL idi Ortaköy’de. Vapurda 50kuruş, Ortaköy’de 3YTL. Bir daha asla Ortaköy’de çay içmeyecektim, dünyanın en zengini olsam da bu hayatım boyunca ihlal etmeyeceğim kuralımdı artık benim.

Ortaköy’de dikkatimi çeken bir önemli şey de etrafımızdaki masaların dolu, o an işyerlerinde masalarının başında oturması gereken yaş grubundan birçok insanın çevremizi sarmış olmasıydı. İşin en ilginci de uzun soluklu bir yemek programındaydı bu kitle. Balıklar geliyor, içkiler içiliyor, burada böyle rahat rahat oturuyorlardı, duyduklarımıza göre de konuşmalar işle güçle alakalı değildi, resmen bir hafta sonu eğlencesinde gibiydiler.

Bazı tipler daha vardı. Bunlar bir elleri sürekli kulaklarında olan ve durmaksızın cep telefonları ile görüşme yapanlardı. Genelde 35-45 yaş aralığındaki erkekler gündüz vakti ortalıklarda, güneşe karşı oturmuş, kahvelerini yudumlarken bir yandan telefonda konuşuyorlardı. Bu yaştaki insanların çalışması, ofislerinde olması gerekirdi ama değillerdi. Son derece şık, düzgün giyimli, bakımlı ve hoş insanlardı ama bana göre işsizdiler.

Bu tip insan gruplarına daha sonraları da pek çok kereler rastlayacaktım ama o an için çözememiştim. İşsiz sandığımız bu tabaka aslında iş bitiriciydi ve anında milyonlar kazanabiliyorlar, kazandıklarını da şehrin en güzel ve seçkin yerlerinde harcamayı biliyorlardı. Son yılların modası olarak rantiyeler de bir o kadar artmıştı demek. İşte bu kalabalık ve tanımı net olmayan grup, ultra lüks alışveriş merkezlerinin, ultra-marka mağazalarını palazlandıran zümreydi.

Tabi görüş alanımızdaki bu manzara ve muhabbetler ister istemez bizi de özendirdi ve arkadaşımla beraber birer bira içmeye karar verdik. Ortaköy’de karşıda deniz kımıl kımıl çalkalanırken öyle aval aval bakarak durmak hiç hoş olmazdı. Biraya baktık 6YTL idi. Ismarladık. Hiç değilse orada en az bir saat daha oturma izni almış olacaktık. Gün harika bitti, hesabımızı ödedik, her nasılsa bira da dahil adam başı 20YTL ile günü kapamıştık. Bu olağanüstü bir başarıydı, İşten çıktıktan 3 ay sonra, yüzde yüz verimli bir günü böyle ucuza getirebilmiştik. Ayağa kalktık sahile doğru yaklaştık, denize poz vererek resimler çektik. Doyamadık o günün güzelliğine, hayaller kurduk, yapamadıklarımıza hayıflandık, hep çekingen, hep cesaretsiz kalmaya zorlanmış olmaktan, hep aynı yerde yıllar boyu çalışmak suretiyle paslanmış olmaktan söz ettik. Biz bir takımdık bu takımdan faydalanmalıydık ama korkuyorduk. Bizim gibiler hayatları boyunca bir araya getirdikleri üç kuruş parayı da macerada yitirecek insanlar değildi, bu bizim için yıkım olurdu ama yine de hayal etmeden duramıyorduk. Kendi işimizi kurmak, danışmanlık yapmak, bildiklerimizi insanlarla paylaşmak ne güzel olurdu ama gerçek hiç değişmiyordu. Hayaldi, güzel hayallerdi. Gerçekleşse dünya kurtulurdu; katışıksız, samimi, abartılmamış ve doğal deneyimlerimiz yenilere ışık olurdu. Organik danışmanlık herkese gerekliydi.

Böylesi güzel günlerin arkasından tam zamanlı, memur tipi çalışma fikri bana daha da itici gelmeye başlamıştı. O güne kadar üstünde durmadığım bir konuyu ciddi ciddi düşünür olmuştum. Konu evlenmekti. İlk kez evlenmeyi bu denli ciddi düşünmeye başlamıştım. Yaşım 38 idi ve bana göre tam da zamanıydı, Hemen evlenip en geç 40 yaşında da iki bebek sahibi olmayı pek ala yapabilirdim. Tabii tüp bebek olacaktı bunlar. 60 yaşında üniversiteyi yarılamış çocuklarım olurdu, 70’imde torun bile sevebilirdim. Evet tam zamanıydı, harika bir fikirdi, nasıl daha önce düşünememiştim ki? Bu konu evrenin en uzak noktalarından çıktığı yolculuğu sonlandırmış, sonunda benim kapımı da çalmıştı işte ama ne yazık ki aşk kapıyı bir türlü çalamıyordu. Belki de zile uzun uzun basmıyordu veya ben duymuyordum. Nedense Tanrı bana bu hususta kırıntı kadar yetenek ve beceri bahşetmemişti, yeni bir iş bulurdum ama yüz yıl geçse bir eş bulamazdım. Her şeye rağmen karar verilmişti ve tüm duyular açık olacaktı. Biraz hanımlık keyfi sürmek benim de hakkımdı.

İşe alımımın onay bulduğu ama başlama zamanımın bir türlü belli olamadığı işyerinden de cevap gelmişti, tarih 23 Şubat olarak kesinleşmişti.

Bu cevabın geliş zamanı o kadar kritik bir döneme rastlamıştı ki bunu sözcüklerle ifade etmek çok güç. Ben hayallerimi süsleyen işyeri ve pozisyon için akrabalık ilişkilerimi kullanma şeytanlığımı o hafta etkinleştirmiştim ve tüm yüzsüzlüğümle firmanın üst düzey yöneticisi ile görüşme işini ayarlamıştım. Bunun için de aracı olacak kişi olan akrabamızla öncesinde görüşecektim. Adam Holding’in sahibi ve yönetim kurulu başkanı idi. Nefesimi kesecek bir olaydı bu benim için.

İşte 23  Şubat haberi de o sabah gelmişti. Böyle ikircikli bir durumla gün başlamıştı. Ocak ayında olurunu aldığım ve günlerdir haber çıkmayan firmayı bekleyecek değildim elbet, boş anları verimli kullanmak en doğru hareketti. Kaybedecek hiçbir şeyim olmadığı gibi kazanırsam hayatım kurtulacaktı ya da ben öyle sanıyordum. Hala iş yaşamının mutluluk getirdiğine olan inancım devam ediyordu, bu hislerim nedense sıfırlanmamıştı. Alışkanlıklardan kurtulmak uzun zaman alıyor.

Bu dönem hayatımın en zor zamanlarını teşkil etmiştir. İkilemler içinde, sürekli karar değişiklikleri yaşayarak, şuursuzca bir arayış, gerçek duygularla başkalarınınkini birbirine karıştırmak beni epeyce yormuştu. Çalışmak güzeldi tabii, buna kesinlikle itirazım olamazdı ancak beni tam olarak mutlu ettiğini söyleyemezdim. Bence bir kaçıştı, hayatı ertelemenin ve yarattığım sanal dünyanın gerekleri doğrultusunda yaşayarak bir şekilde oyalanmamın yoluydu.

Ben bu görüşmeye o güneşli Şubat günü gittim. Aralık ve Ocak’ta ılık olan hava bu tarihte iyice ısınmıştı, Baharlık bir ceketle, kumaş bir pantolon giymiş, renkli bir eşarbı da güzelce boynuma bağlamıştım. Saçlarımı kendim yapıyordum, boyama işini iyice öğrenmiştim, Allah’ın lütfu olan iri dalgalı uzun saçlarımı jöleleyip şekil vermek çok kolaydı. Ben de öyle yaptım. Hafif bir makyajım vardı, tiril tiril bir şekilde Maslak’taki Holding Merkezi’ne gittim. İşin komik tarafı ben oraya varmadan az önce dayım oradan ayrılmıştı. Yurtdışı bağlantısı olan dayım zaman zaman firmanın üst düzey projelerinde danışmanlık ve arabuluculuk yapıyordu. Sürekli dünya üzerinde hareket halindeki bir adamın yapacağı en güzel işti ve dayıma hep imrenirdim.

Binaya geldim, resepsiyondaki ilgililere adımı söyledim ve birden sanki bir flaş patladı. Beklendiğim için birden yanımda 2-3 kişi beliriverdi. Ben Holding Yönetim Kurulu başkanının misafiriydim ve değerliydim onların gözünde. Ayrı bir asansöre bindik, görevli kapımı açıyor beni bir devlet başkanını ağırlıyorlarmış gibi dikkatle ve özenle gideceğim yere götürüyordu. Gökdelenin en üst katında, hayatımda hiç görmediğim şıklık ve pahada dekore edilmiş bir kata geldik. Masif maun kapılardan biri açıldı ve görüşme salonuna alındım. Pencereler bulutlarla eş hizadaydı ve İstanbul ayaklarımın altındaydı. O kadar büyük bir yerdi ki nereye oturacağımı şaşırdım, ardından toplantı masasının bir köşesine yerleşiverdim. İlerideki koltuk ve kanepelere yeltenmemiştim.

Ben camlardan dışarıyı süzerken ilerideki küçük kapıdan içeriye üniformalı biri girdi ve içecek bir şey arzu edip etmediği sordu. Ben kahve deyivermiştim. Adam gittikten sonra akrabamız olan başkan içeri geldi ve gayet samimi bir şekilde beni karşıladı. Ne de olsa bebekliğimi bilen insanlardı bunlar ve annem onların ablası idi. Dayımın da firma için yaptıkları, değerli katkıları ailenin gözünde önemli şeylerdi. Yine çok geniş olan ailemizin mühendisler takımından olduğumuz ve zeka seviyesi açısından da açık ara fark yaptığımız için itibarlı bireylerdik. Genlerimin karşılığını bu anlamda hep almışımdır. O sırada kahve geldi. Tanesi sanırım benim bir aylık maaşıma denk gelecek pahadaki incecik, muhteşem beyaz porselen fincanda kahve, aynı porselenden küçük bir tabakta nefis kurabiyeler ikram edildi. O sırada masada değil koltukların olduğu tarafa geçmiştik ve ikramlar sehpaya koyuldu. İçimden bu porselenlerin başına bir şey getirmeden günü bitirsem diye geçiriyordum. Öte yandan da sürekli sohbet ediyorduk. Ben kendimi anlatıyor ve firmada ne tip bir iş yapacağımı söylüyordum. Yaklaşık bir saat böyle neşeli ve rahat muhabbet ettikten sonra başkan, sekreterini çağırdı ve beni ona teslim etti. Alt kata inecek ve istediğim firmanın üst düzey yöneticisi ile görüşebilecektim. Biz içeride iken sekreter tüm bu işleri ayarlamıştı.

Yine aynı törenle alt kata indirildim ve yönetici ile randevuma girdim. Görüşmem çok iyi geçmişti. Ben açık olan pozisyonları sorguladım, kendileri de o pozisyonların ilgili yöneticisini çağırarak beni görüştürdü. Ancak tam örtüşmeyen bir şeyler vardı. İstedikleri elemanın nitelikleri biraz farklıydı. Benim yetkinlik ve becerilerim ise başka pozisyonlara daha uygundu ama şu an böyle bir ihtiyaç yoktu. Karşılıklı ne yapsak etsek de bir yer bulsak muhabbetine girmiştik. Prensip olarak hoşnut kalmadığım ve sevmediğim şeylerdi bunlar. Ben orada bulunmaktan ve bu derece ayrıntılı görüşme yapmaktan duyduğum memnuniyeti dile getirdikten sonra fazla zorlamamamız gerektiğini hissettirdim insanlara. Güzelce el sıkıştık ve başka zamanlarda buluşma dileklerimizi sunduk karşılıklı.

Sonuç olumlu değildi ama ben kendimi müthiş iyi hissetmiştim. Zenginlik ne güzel bir şeydi. Keşke dünyadaki her insan, vicdanı da rahat bir şekilde bu temizlik, güzellik ve ihtişamdan payını alabilse dedim içimden. Saat 18.30’da ayrıldığım binadan çıktığımda o gün yaşadığım keyfin ve masal aleminin beni bir süre mutlu edeceğine emindim. O gün Şubat’ın 20’si idi ve ben zaten diğer şirkete sabahleyin KABUL cevabımı vermiştim. Şansımı da denemiştim.

Baharımsı kış döneminde dışarıda çok zaman geçirdiğim için toplumun 2000’li yıllarda almış olduğu şekli iyice anlamıştım. Halkımız para üzerine epeyce kıvamlanmıştı. Hayatı algılama benim bildiğimden daha farklıydı ve yaşam biçimleri çok değişmişti, ışık hızında bir değişim olmuştu, özellikle iletişim teknolojilerinin insanı soktuğu biçim hayret edilecek cinstendi. Bazı şeyleri anlayamıyordum. Giyim, kuşam, iş ve insan ilişkileri farklıydı, paranın devinimi, çevrim sanatı gibi uğraşlar vardı artık ve hiç bildiğim konulardan değildi. Ben hala genelde nakitle gezen, cep telefonunu da evi aramak için kullanan, üstelik sadece 2 aydır bir dizüstü bilgisayarı olan modası geçmiş, tarihte yaşayan acınacak bir mühendistim. Bakalım yeniden çalışmak nasıl olacaktı? Belki de sürekli yaşadığım yeniliklerin bende yarattığı acılar son bulacaktı.

23 Şubat’ta uzun bir aradan sonra ayda 2000YTL maaşla işe başladım. İşyeri Dudullu’da idi, evime yakın sayılabilirdi. Aslında hiç içime sinmemişti ama hiç değilse maaş diye verilecek para ile kredi borcumu ödeyebiliyor, azıcık bile olsa bakiye kalıyordu. Ana param sıcak fön görmüş kar gibi eriyeceğine bu şekilde korunabilirdi. Ne güzel bahar kapıyı çalmış, doğa uyanıyorken, mimozalar sarı sarı yollarda bana gülümsüyorken ben eski kazandığımın yarısına ağır bir işe giriyordum. Dört ay çabucak geçmişti ama sokaklara henüz doyamamıştım.

Kararlaştırılan tarihte yeri Dudullu’da olan bir üretim şirketindeki işime arabamla gittim. Şirket 40 yıl öncesinde yaşıyordu sanki, eski Türk filmlerinde gördüğümüz fabrikalara çok benzeyen, açık ofis mantığının henüz yerleşmediği, küçük kare odalarla dolu bir merkez-ana binaya sahip, son derece sade ve naif bir yerdi. Yerler mozaik olup kapılar demirdendi. Biraz kaygıyla baktığım bu görüntü bana fırfır büroların uzağına çıkma, çalışma yaşamını yeniden gözden geçirme fırsatını verdi. Firmaya birden kanım kaynamıştı, değerimin belki de yarısına denk gelen maaş seçeneğini kabul ederek siftahı yaptım. İlk günden her şey son derece düzgün başlamıştı, masam hazırdı, bilgisayar ve tüm kırtasiye ihtiyaçlarım masamın üzerinde hazır bekliyordu. Hiç ummadığım bir profesyonellikle karşı karşıyaydım. Buraya aşık olmuştum. Elemanlar işyerini sahiplenmişlikle çalışıyor, yıllardır orada olup yurtdışlarında master üzerine master yaparak ruhunu kirletmiş insanlardan büyük farklarla ayrılıyorlardı. İnanamadım bu kadar temiz ve güzel insanların var olduğuna. Yeni işim harikaydı. Öncesindeki tüm depresif ruh halimden sıyrılmıştım. Burası harikaydı.

İlk üç gün güzel geçti ancak sonradan görev tanımıma giren faaliyetlerle baş başa kalınca birden şimşek çaktı. Ben yanlıştım. İş ve işyeri doğruydu ama ben yanlıştım. Benim için tanımlanan işleri yapmam olanaksızdı çünkü bilmiyordum. Bildiğimi sandığım iş ve süreçlerle tamamen örtüşmeyen bir görev tanımım vardı. Dördüncü ve beşinci günü kederler içinde bitirdim, hafta sonuna kapağı attım.  Hayatımda en üzüldüğüm hafta sonunu geçirdim. Başlamadan önce sevmediğim, ilk üç günde de çok sevdiğim bu işyeri ve insanların arasında kalmam olanaksızdı, kesinlikle zarar vermeden buradan gitmeliydim. Türk filmi senaryosu yaşıyordum, aşık olduğum adamı mutsuz edeceğimi anlayarak ayrılması gereken fedakar kadındım. Ama iş konusunda yetkinlik ve becerilere sahip olmadığımı da onlara söyleyemezdim, çok iyi bir bahane bulmam lazımdı. İçim kan ağlıyordu, evdekilerle konuyu tartışıyordum, nasıl zorlasam bilmiyordum ama devam etmem imkansızdı. O hafta öldüm öldüm dirildim, kendimden nefret ettim, utandım, sıkıldım, Tanrıya isyan ettim. Onlara bir insanın emri altında çalışmak için çok geç olduğunu, yönetici olmanın dışında başka iş yapamayacak olduğumu uygun dilde anlatacaktım, daha doğrusu buna karar verdim. Tüm bu gelgit ve girdaplar eşliğinde insan kaynakları uzmanı o harika insanla konuştum. Aynı yaştaydık ve beni çok iyi anladı. Şükürler olsun anlamıştı ve ben de rahatlamıştım. 28 Şubat itibariyle işten ayrıldığıma dair istifa dilekçemi hazırladım. Aslında Mart ayındaydık ama bu şekilde mevzuatı uyguladık. Tüm bunlara rağmen bana 7 günlük maaş ödemesi yaptılar. Bu parayı hak etmemiştim, Tanrı bunun acısını benden çıkartmazdı umarım.

Mart’ın üçüncü günü itibariyle yine işsizdim ama bu kez yıkılmıştım. Benzer durumları yaşama olasılığım çok büyüktü. Bu deneyim bana göstermişti ki, olduğumu sandığım şeylerin hiçbiri değildim, kısacası ben artık yeni mezun olduğum dönemlerdeki gibi piyade değildim. Ben artık bir komutan olmuştum ve komutan olarak iş bulmalıydım, bu da çok az bir olasılık idi. Türkiye’nin koşullarına göre beni bu tanımla işe alacak bir yer yoktu. Özgeçmişinde yöneticilik deneyimi olmayan birini yönetici olarak, 39 yaşında birini de eleman olarak çalıştıracak işyeri yoktu. Ben belki işlerimde başarılı, tuttuğunu koparan, hayatta iş akışını durduracak hatalarda bulunmamış biri olabilirdim ama taş yerinde ağırdı. Başka bünyelerde kan uyuşmazlığını en üst düzeyde yaşayacak biriydim. Kayıptım. Artık YAPAN değil YAPTIRAN olmalıydım. Bazı pozisyonları iş arama seçeneklerimden çıkartmalıydım. Bunlar benim en güvendiğim pozisyonlardı ve kaybettiğim için çok üzülüyor, benzer talihsizliği bir daha yaşarım diye de korkudan ölüyordum. Durduk yerde gerçeğin suratıma gülle gibi çarpması ben de ileriki aylarda kolay kolay üzerimden atamayacağım fobiyi beynime bir güzel yerleştirmişti.

Mart başıydı ve yine sokaklardaydım, kaldırımları öpebilirdim, yollardaki ağaçları, çevredeki kuşları, bahçemdeki çiçekleri, tek tek sevdim, okşadım, aralarına dönüşümü gökyüzüne bakarak kutladım. Bir şekilde mutlu ettim kendimi, daha doğrusu kandırdım. Benim mutlu olmam için evimin satılması, ne var ne yok silkindikten sonra elime kimsenin dokunamayacağı güzel bir paranın kalması şarttı. İyi de hala ne yapacağımı doğru dürüst bilmiyordum.

Ne yapabilirdim acaba ben? Dünyadaki insanların hepsine sorsanız size söyleyecekleri; “hemen bir kafe açmak” olur. Tahta iskemleli ve masalı, el dokuması, ya da otantik tezgahlardan çıkmış ham keten masa örtüleri olan, duvarları hep aynı tablolar ve aksesuarla doldurulmuş, genelde, koyu yeşil, bordo veya toprak renklerinin hakim olduğu, kapısında 1950’lerden kalma hissi veren bir tabelası olan, loş, yoğun tütsü kokulu bir kafe. Orada kendi yapımınız olan kekler, kurabiyeler, basit yiyecekler, makinelerin hazırladığı çeşit çeşit kahveler, saçma sapan otlardan her derde deva mucize çaylar vs. olacaktır ve siz mutluluğa mutluluk demeyecek, hayatınızın en güzide günlerini orada geçirebilecektiniz. Bunu yapmamak nedense salaklıktı, niye aklıma gelmiyordu acaba benim? Kafeler, kendi kafemi açmak!

İşte dışarıdaki insanların gözünde ve gönlünde ideal, imrenilen yaşam, genelde hep böyle bir şeydir, mutlu eden bir hayaldir ve bazı hayallerin HAYAL olarak kalması en güzelidir; gerçekleşmesi ya imkansızdır ya da gerçekleştiği zaman hiç tadı tuzu yoktur, gerçekler sanıldığı gibi değildir. 

Ne yazık ki o açılması düşlenen kafelerle dünyanın yarısı doluydu ama hayalperestler bunu farkında değildi. Neredeyse 6 aydır sokaklardaydım ve yaşadığım şehrin her köşesi, kenarı, içi dışı bunlarla dolmuştu, çoğu sinek avlıyordu, birisi henüz açılırken iki yanındaki kapatıyordu. Kafe sahibi olmak buydu. En iyi keki, kurabiyeyi yapan diye bir şey yoktu. Herkes gayet güzel yapıyordu bunları, özgünlük adına bir şey kalmamış zira tüm seçenekler çoktan keşfedilmişti. Zaten unlu mamuller adı altında iş gören yerler de doğal olarak birer kafeydi ve bunlarla rekabet etmek imkansızdı. Bu ev yemekleri, kafe ve ihracat fazlası çul çaput satma fikirleri benim listemden çoktan çıkmıştı. Konu; var olan ve büyüklüğü hiç değişmeyen bir pastadan koparılacak yeni bir lokmadan ibaretti, bu lokma ne kadar doyurucu olabilirdi ki?

Ben bildiğim ve asla benim için zor olmayan bir şeyi yapmalıydım.  Doğuştan getirdiğim, Allah vergisi yeteneklerimi işlemeli, bunlarla yaşamımı devam ettirebilmeliydim. Neydi peki? Bunu bir gün mutlaka bulacaktım. 

Arkadaşımın Kasım’da doğan bebeği büyümeye başlamıştı, onların evde oluşu, kendisinin çalışmaya uzun bir süre başlamayacak olması benim için büyük şanstı. Aramızda düzenli olarak buluşmaya karar vermiştik ama bir türlü tam randımanlı gerçekleştiremiyorduk. Evi bana yakındı hatta benim performansıma göre yürüyerek rahatça varılacak uzaklıktaydı, ona gidebilirdim ve gidiyordum da. Beraber bebeğin bize izin verdiği boyutta oturuyor, bir yandan sürekli atıştırıp gevezelik edebiliyorduk. Bebekle oynuyor, onun maskaralıkları ile epeyce oyalanıyordum. Yaramaz biraz daha büyüse de dışarıya rahatlıkla çıkabilsek diye hayal kuruyorduk. Ev kadınlarının günlük çay, kahve muhabbetlerine benzeyen, tatlı faaliyetlerdi bunlar. Çalışan kadınların alışık olmadığı, bir türlü alışamadığı bu faaliyetler bana hiç de garip gelmiyordu. Hem ikimiz de daha 6 ay öncesine kadar çalışan bayanlar olduğumuzdan sanırım dengeyi güzel kurabiliyor, sohbetlerimiz düzeyini koruyor, henüz o kadar boş ve gereksiz konularla haşır neşir olmuyorduk. Belki de bu yüzden evde yaşam bana pek sıkıcı gelmemişti. Ah bir de parayı yönetebilseydim. Beni sürekli eriten detaylardan kurtulabilseydim.

Mart ayında babamla birgün benim evin olduğu Beylikdüzü’ne gitmeye karar verdik. Önce belediye otobüsü ile gidelim diye düşündük daha doğrusu ben ısrar ettim ancak babam başta kabul etse de işin cılkını çıkarttığımı söyledi, arabayla gitmemizin daha doğru olacağına beni ikna etti. Haklıydı da. Hesapladığımızda iki kişi otobüslerle gidiş dönüş ödeyeceğimiz para ile arabayla gitmemiz halinde harcayacağımız benzinin maliyeti arasında çok az fark vardı. Artık bu ince hesapları çok iyi öğrenmiştim. Kafamda 2-3 sn. analizi yapıp hangisinin ucuz olacağını pat diye bulabiliyordum. Yetenek kazanılmıştı ama her defasında uygulanması gerekmiyordu. Neticede eve arabayla gittik. Etrafı gezdik, evin bulunduğu kata çıktık. O sırada bizi apartmanın yöneticisi yakaladı, elinde bir liste vardı ve 6 aylık aidat borcu, asansör onarım masrafı vs. derken bize şimdi tam hatırlamıyorum ama 350-400YTL civarında bir fatura çıkarttı. O an yıkılmıştım, ben bu evden nasıl kurtulacaktım, bir an önce kendisini paraya çevirip diğer borçlarımı kapatmayı düşünürken, bu orada durduğu yerde borç üretiyordu. Moralim çok bozulmuştu, civarda satılık olarak yaklaşık 1000 tane ev varken ve benimkinde SATILIK diye bir afiş dahi yoktu ve bu satış işi nasıl olacaktı? Babama hemen oradaki emlakçılardan biri ile konuşup evi resmen ve emlakçı aracılığıyla satılığa çıkartmamızı söyledim. Bu işler öyle şifaen halledilecek gibi değildi, bir yandan da diyordum ki; babam bu kadar saf olabilir miydi? Sağa sola tembih ederek evi satabileceğine nasıl da kendini inandırmıştı ki böyle? İmkansızdı. İyi ki bugün buraya gelmiş, gerçekle yüzleşmiş ve gerekli harekatı başlatmıştım.

Bu ay benim için oldukça hareketliydi. Baharın gelmesi, günlerin uzaması nedeniyle pek evde durmuyor, yolun yarısını yürüyerek almak suretiyle Kadıköy yakasında ya da Taksim taraflarında bol bol gezinip duruyordum. Bu dolaşmalarım sırasında en sevdiğim şey, İstiklal Caddesindeki kitapevlerini didik didik etmekti. Yine geziyordum ama bu dönemde sadece koklayarak idare ediyordum. Kitaplar ateş pahası idi, benim gibi bir girişte beş kitap alan biri için dayanmak zor görünse de ben artık kitap satın almıyordum. Zaten kitap da okumuyordum. Yıllardır okumuştum yollarda, kütüphanem dolmuş taşmış, bir o kadar kitabı da sağa sola dağıtmıştım. Düşündüm! Okuduklarımdan aklımda kalan o kadar azdı ki? Evet kitap güzeldir ama bunun gerçekten yararlı olanlarını seçmek çok güç bir iş. Bundan böyle sadece biyografileri ya da belgesel niteliğindeki kitapları okuyacaktım; gerçekleri anlatan, hayatı anlamayı kolaylaştıran, düşünsel ve zihinsel olarak bana katkısı bulunan kitapları okumalıydım. Hediyeleri kabul edebilirdim bir de ödünç alma yöntemini benimseyebilirdim. Yeniden para kazanana kadar da bu işi ertelemiş, fırsat buldukça ödünç aldıklarım dışında satın alarak kitap okumamıştım, okumayacaktım da. Bir de müzik albümleri. Onlar beni ruhen epeyce yoruyordu, bir CD.nin 27YTL olduğunu görünce değil satın almak ellemeye bile kıyamıyordum. Ne güzel albümler çıkmıştı, sevdiğim müzisyenlere ait çok değerli albümler sıra sıra raflarda idi. Bunları almam imkansızdı, asla bu kadar para veremezdim. İki CD’ye 54YTL, Allahım bu muhteşem bir meblağ idi, benim bir aylık AKBİL dolum ücretimdi. Bu ne pahalılıktı böyle, sinir oluyordum. Korsan satıcıları özledim bir an, onlar bizim gibi çaresiz, parasız insanların derdine deva imişler de biz bilmezmiş, onlara laf edermişiz. Yasadışılığın en üst düzeylerde olanaklar bulduğu ülkemde bu gariban çerçeve dışına çıkmayan, hayati tehlikesi olmayan, zehir saçmayan, adam öldürmeyen bir sahtecilik ya da suç faaliyeti olan korsan CD’ciliğe son verilmiş olmasını kınıyordum her gün. Kahrolsundu bunları yasaklayanlar.

Beyoğlu gezintilerim sadece bakmakla yetinerek, çok nadiren Saray’da kahve içerek ya da Şampiyon’da çeyrek kokoreç yiyerek noktalanıyordu. Hemen belirteyim yarım ekmek kokoreç 5 YTL idi.  Artık böyle en ekonomik koşullara takılıyordum. Evdeki yemeğin maliyetinin sokaktakiyle kıyaslanması sonucu biliyordum ki yıllar boyu kazıkların en uzun ve sivrilerini yemişiz. Ne olursa olsun içim elvermiyordu o parayı ödemek. Bu sokaklara savurduğumuz her kuruşta fakir fukara, karnı açların hakkı vardı. Bizim elimizde savrulmaya hazır hale getirilmiş her kuruş bu insanların açlığa mahkum olması sonucu elde edilmekteydi. Bunları zaten bilen, bilinçli bir insandım ben. Neredeyse çocukluğumdan beri duyarlıydım bu konularda ama uzun yıllar kendimi uzaklaştırmıştım bu düşüncelerden. Tekrar gerçeklere dönmüş, ömrümün kalan kısmında dünyanın en zengin insanı dahi olsam asla müsrif olmayacağıma, her harcamamı yaparken kıyıda köşede çaresizlikle kıvranan insanları hiç aklımdan çıkartmayacağıma yemin etmiştim. Açıkçası kendi tanımımla Nirvana’ya ulaşmıştım. Hindistan’a, Nepal’e gitmeye gerek yoktu. Ülkemizde de yeterince örnek vardı ve sufilik geleneği ya da tasavvufla ilgili birkaç kitap okumuş herkes bu erdemlere sahip olabilirdi. Bizim topraklarımızda “bir lokma bir hırka” cümlesi etrafında toplanmayı başarmış ne abdallar, ne dervişler yaşamıştı. Bu engin örnekleri göz ardı edemezdim.

Ayrıca bir gerçek daha vardı ki bugün hastalıklara karşı zayıf olmamız, kanserlerin artması, mental rahatsızlıkların çoğalması hep sağlıksız, katkı maddesi bol besinleri tüketmek yüzündendi. Doğal olmayan, kimyasallarla tatlandırılmış, bedenimizi zehir gibi etkileyen, görünümü mükemmel ama hepsi içlerinde gizli katiller taşıyan besinlerden uzak durmalıydım. Dışarıda belli başlı şeylerin dışında hiçbir şey yememeliydim, bir süre sonra bunu yaşam felsefesi haline getirecek, zehirleri tamamıyla menümden çıkartacaktım. İlk heves ve tatlı kaçamaklar halinde, midye, kokoreç takılıyordum şimdilik. Genelde yaptığım ise sokağa tok karnına çıkmaktı. Evden yemek yemeden asla çıkmıyordum, haliyle de acıkmıyor, bunlara saldırmıyordum.

O sıralar, bir arkadaşım İstanbul’daydı. İstanbul aktarmalı olarak yurtdışına gidecekti. Sabah İstanbul’a iniyor akşam da yurtdışına uçuyordu. Aradaki boşluğu pekala beraber geçirebilirdik daha doğrusu böyle kararlaştırmıştık. Bu arada benim saçlarım uzamaya devam ediyor beyazlarımsa 1 cm.i çoktan geçmişti. Yabancılarla beraber olurken bu bakımsız durum beni bir parça sıksa da aldırmıyordum. Hava kapalı ama ılıktı. Arkadaşımla Taksim’de buluşmaya karar vermiş, Ben o gün karşıya arabayla geçmiştim, zira daha sonra kendisini havaalanına bırakacaktım. Bu o zamanlar benim için biraz zahmetli bir işti ama arkadaşım çok özeldi, misafirperverlik yapmalı, ev sahibi olarak yüzümü kara çıkartmamalıydım.. Hem böyle özel durumlar için ihtiyatım vardı. O gün annem de karşıda bir akrabamızın gününe gidecekti. Annemi, teyzemi de aldım arabaya doluştuk, bunları erkenden gidecekleri yere bıraktım, oradan da Taksim’e geçtim. Arabayı AKM’nin otoparkına bıraktım ki arkadaşım çoktan gelmiş elinde valizi otoparkın kapısında beni bekliyor ve bir yandan da gülerek resimlerimi çekiyordu. Haklıydı çünkü geç kalmıştım. Tatlı sitemlerden sonra ben arabamı park ettim, tüm tehlikesini göze alarak onun valizini bagaja bıraktık ve beraberce Marmara Kafe’nin yolunu tuttuk. Orada oturacak biraz sohbet edip öğlen saatlerine ulaşacaktık. Bizim yıllardır gündemimizden düşmeyen "ciğerci olayını" bu kez gerçekleştirmeye kesin kararlıydık. Çay, kahve içtik, birazcık laflandık derken saat 12.00’ı buldu. Aslında çıkmalı, İstiklal Caddesi’nde oyalana oyalana yürümeli ve Asmalımescit’teki ciğerciye varmalıydık. İstiklal Caddesi ogün de çok güzeldi, hafta arası herkes işteyken sokaklarda böyle gezmek ne kadar muhteşem birşeydi, bir türlü doyamıyordum.  Bu benim için hayat damarlarımdan biri demekti. Şehri haftaiçi yaşamalıydık muhakkak, her şey daha yalın ve süzülmüştü. Ortam nefisti. Üstelik ogün dünya kadınlar günü olduğu için de Beyoğlu’nda hafif bir kalabalık vardı. Arkadaşımla kitapevlerine girdik, onun istediği CD’leri satın aldık, alışverişlerimizi yaptık, ona buna baktıktan sonra çıktık. Çıkarken kapıda kadınlar günü nedeniyle sadece bayanlara verilen hediye paketini alırken günün verimi ve güzelliği bir kere daha ruhumu okşadı. Başından sonuna sallana sallana caddeyi yürüdükten sonra saat 13.00 gibi ciğerciye ulaştık. Evet sonunda o pek meşhur ciğercideydik. Tüm aksesuarlarıyla, sumaklı incecik kıyılmış soğan piyazı, ızgara edilmiş biber, maydonoz ve közlenmiş soğan, tabak dolusu maydanoz, roka ve acı turşuyla beraber ciğerler akmaya başladı. Lavaşlar sıcacık geliyor, ciğerler üşümesin diye üzerine kapatılıyordu. Patlayana kadar yedik, bir ara gülmeye başladım. Ben hayatımda bu kadar yediğimi hatırlamıyordum. Yedim, yedim, yedim, ciğer nefisti. Kalkma vakti de yavaş yavaş yaklaşıyordu. Elimiz yüzümüz batmıştı, ilk işimiz lavaboya koşup iyice temizlenmek oldu . Orada hem laflayıp hem de mis gibi yemeğimizi yemiştik arkadaşımla. Havadan sudan çok da ciddi olmayan şeylerden konuştuk, çaylarımızı içtik midemizi bastırdıktan sonra toparlandık. Hesabı ben ödedim, çünkü bunun için de en başında dayatma yapmıştım. İki kişi patlayana kadar doyduğumuz bu yemeğe sadece 33YTL vermiştik, yani adam başı 17YTL. Mucize bir ücretti ve nefis bir öğlen yemeği yenmişti.

Bu seçenekleri hayatımda biriktirmeye başlamış sonrasında birikimlerimden güzel güzel yararlanabilmiştim. Düşünün sadece 17YTL ile karnımı zevkle doyurmuştum.  Eskiden tek celse yemek için en az 50YTL’yi gözden çıkartan zaman zaman 100-150YTL’ye varan paralar ödeyen ben, bu mertebelerin olduğundan bile habersizken, şimdi neler öğreniyor, yaşamın bu boyutunun da çok güzel olduğuna tanık olabiliyordum. Hayat güzeldi. Para mutluluk demek değildi. 8 Mart Kadınlar günü bu yıl bana tüm güzelliği ile patlamıştı. Züppe yerlerde içilen koka-moka-şoka kahvelerin fiyatına, halis Türk ciğeri yiyen, güzel bir Türk Kadını olmuştum bu 8 Mart’ta.

Yine İstiklal Caddesinde lodosa kapılmış kayık gibi yalpalı şekilde, bir gözümüz de saatte Taksim’e doğru dönüş yürüyüşümüze geçtik. Havanın kapalı saydamlığı, burun deliklerimizi nemlendirirken, bahar tadındaki ürpertinin sonucu omuzlarımız içe çökük, Meydan’a ulaştık. Araba AKM’nin otoparkındaydı ve benim, arkadaşımı Havalimanına bırakmam gerekiyordu. Bir İstanbul ev sahipliği eylemini sonuna kadar tamamlamalıydım, bu konuda da söz vermiştim, daha doğrusu israr etmiştim. Merter, Yenibosna civarındaki inşaat karmaşası nedeniyle endişeliydim ve açıkçası uçağa yetiştirememekten korkuyordum ama yine de sözüm sözdü. Arabaya bindik, hemen otoparktan çıktık, bildiğim en kısa yollardan çevreyoluna çıkıp trafik kurallarını da biraz çiğneyerek havaalanı sapağına ulaştık. İçim rahatlamıştı. Dış hatlar terminaline yanaşıp arkadaşımı indirdim. Bagajdan bavulunu alıp çok beklemeden vedalaştıktan sonra, yalnız ve rahat olarak çevreyoluna girip evime döndüm. Benim için güzel bir gün daha nihayete ermişti. Ciğerciyi deftere yazmış, ilk fırsatta tüm arkadaşlarımı götürmek üzere listeme dahil etmiştim.

Bu sıralarda nedense şansım mı açılmıştı ben de anlayamadım ama eski işyerimle geri dönüşümle ilgili bir flört sürecine girmiştik. Ben, 10 Ocak’ta daha fazla dayanamamış ve bana yapılan haksızlık nedeniyle gittikçe içimde büyüyüp urlaşan duygularımın esiri olup, hiç tanışma şansımın olmadığı ama çıkışımı imzalamış, eski işyerimin yeni genel müdürüne bir elektronik posta göndererek, yaşadıklarımı kısaca özetlemiştim. Belki bir çılgınlıktı ama ne kaybım olabilirdi ki? Hiçbir şey. Artık deliliği elime almış, bir kılıç ya da kalkan gibi kullanıyordum. Ben bir anarşisttim, karşı duruşun her türüne sempati ile yaklaşan ve yanında yer alan bir aktivist olarak bu konuda da rahat durmamalıydım. Ektiğim tohumların yeşermesi  Mart ayının ilk haftalarına denk gelmişti. İşe geri dönüşümle ilgili olarak bana randevu verilmiş, elektronik posta yolladığım yeni genel müdürle buluşma fırsatı yaratılmıştı. Şirkete gidişim çok ilginç olmuştu, sanırım hayatında benim gibi deneyimler yaşayan insan azdır. Ben çalışmak, para kazanmak faaliyetlerini zevke dönüştüren ve bu eylemlerin aşamalarına, adımlarına esir olmayan, çılgının biriydim. Karizmamı bu çılgınlık ölçüsünde tanımlamış, sınırlarımı da bu ölçütlerde belirlemiş garip bir insandım. Kendimi böyle görüyor bunu da tüm dünyaya kabul ettirmeye çabalıyordum. Nedeni basitti; ÇÜNKÜ KAYBEDECEK HİÇBİR ŞEYİM YOKTU.  Benim için çok önemli olan benzin paralarına kıyarak eski işime iki kere bu konuda gittim. Genel müdürle enfes diye nitelendireceğim görüşmeleri yaptık; adamla frekanslarımız tutmuş kısacası hayran kalmıştım, O da benim gibi çılgının biriydi. Örtüşmüştüm adamla, o kadar olumlu idik ki birbirimize karşı, ilk dakikada olay netleşmişti. El sıkıştık; iki pozitif bilim insanı, rasyonel mühendisler olarak el sıkışmıştık. Bu el sıkışma bir büyük bekleme dönemine kapıyı açtı. Bana bir teklif yapacaklardı ancak henüz kimse konuyu tüm boyutlarıyla düşünmeye ve değerlendirme aşamasına geçmemişti. Beklenmedik bir durumdu benimkisi ve ortada çözümü verecek formül yoktu.

Bu arada hiç boş durmuyordum, havalar kış için son derece ılıman geçmesine rağmen ben inadına kazak, hırka örmeye devam ediyordum. Nedense bu kış hava katiyen soğumuyordu, bırakın kazak giymeyi, uzun kollu penyeler üzerine deri ceket giyerek sokaklarda geziyorduk. Yine de yılmamış, kendime koyu yeşil, saf yünden çok güzel bir kazak örmüştüm. Zaman bol olduğu için karışık, ağır ilerleyen bir örgü modeli seçmiştim. Tüm parçalar tamamlanmış birleştirilmeyi bekliyorlardı ki en yakın arkadaşım olan üniversite sınıf arkadaşımla Cumartesi buluşmaya karar verdik. Bizim buluşmalarımız ağırlıklı olarak Galatasaray’daki ARA Kafe’de olurdu, yine öyle yaptık. Erkenden evden çıktım, yürüyerek Kadıköy’e geldim, Karaköy Vapuruna binip karşıya geçtim. Hava kapalı ve her an yağmur yağacak gibiydi. Buna rağmen soğuk yoktu ve ben güvertede yolculuk ettim. Her zaman olduğu gibi çayımı deniz manzarası eşliğinde içtim. ARA Kafe’ buluştuk, birer kahve içtik, kahvenin yanında ikram edilen kurabiyelerden yedik. Arkadaşım o sıralar yeni bir digital fotoğraf makinesi almıştı, bende henüz yoktu bu aletlerden. Yeni heves, bir de cihazı öğrenmek amacıyla bol bol fotoğraf çektik. Bu arada güneş açtı, yerini parçalı bulutlu bir havaya bıraktı. Bu da İstanbul turu yapmak ve bol bol resim çekmek için en uygun koşuldu. Hemen jet hızıyla kafamızı çalıştırdık ve Taksim’den kalkıp sahil yolu, Balıklı, Piyer Loti, Eyüp Sultan, Balat güzergahı üzerinden tarihi semtler turu yapan üstü açık iki katlı otobüslerle dolaşmaya karar verdik. Meydana vardığımızda hava muhalefeti nedeniyle, daha doğrusu yağmur olasılığı nedeniyle pek rağbet yoktu ama otobüs turu iptal edilmemişti. Ben ve arkadaşım birer bilet aldık ve otobüse yerleştik. Az sonra tur başladı, hem sohbet ederek hem de etrafı izleyerek Sultanahmet’de turumuzu tamamladık. Hala akşam olmadığına göre biraz daha kalabilirdik. Hemen Soğukçeşme Sokağı’na attık kendimizi. Deliler gibi resim çekmeye devam ettik, güneş batmaya meyletmişti ki, Belediye Sosyal Tesislerinde son molayı verdik. Belediye Tesisleri bu tip turistik yerlerdeki diğer kafelere göre nispeten ucuz oluyordu. Birer bira istedik, kuruyemiş tabağımızla birlikte içkilerimiz geldiğinde Güneş kırmızı bir top halinde inişe geçmişti. İnanılmaz bir dinginlik, hafif bir yorgunluk ve son derece memnun bir o kadar da kaygısız olarak akşamı bitirdik.

Ben bir günü daha kendimi mutlu ederek geçirmeyi başarmıştım. Harcamalar düşük düzeyde olup, alınan keyif en üst düzeyde olunca bu mesleği, işsizlik mesleğini öğrenmeye başladığıma ikna olmuştum.

Günlerden 21 Mart’tı. Eski iş yerimin bana yaptığı ve benim hakaret olarak gördüğüm teklifi değerlendirme derdinde olduğum bu güneşli, ılık mükemmel günde, bölüm arkadaşım beni aradı. Anadolu yakasında olduğunu söyleyip buluşmayı önerdi. Buluşma yeri için de teklifi Beylerbeyi idi. Allahım bu ikircikli günde bundan güzel şey olamazdı. Beylerbeyi! Ne kadar severim ben orayı. İskele’deki lokanta ve çay bahçeleri, pırıl pırıl güneş ve Biz. Olabilecek en uygun koşulların kesişmesi. Hemen kabul ettim ve evden fırladım. Yaptığım, Altunizade’ye yürümek, oradaki otobüs durağından 15F numaralı otobüse binmek olacaktı. Yol sadece 1,25 YTL. Ekonomik olmayı o kadar iyi öğrenmiştim ki; taksiden başka gidiş yolunu bulamadığım Beylerbeyi’ne bu kadar çabucak ulaşmanın yolunu öğreneli çok zaman olmuştu. Beylerbeyi’ne gitmek için Acıbadem’de oturan biri 2,5 YTL.den fazla para harcamamalı, harcarsa da ona enayi denebilmeliydi. Tasarruf ettiğim her Yeni Türk Lirası benim; boğaza karşı tüttüreceğim kahvenin dumanını üflüyordu. Bembeyaz köpük köpük kümülüsümsü o dumanları. Arkadaşımla buluştuk, denize nazır güzel bir masaya kurulduk. Benim kafamda dolaşan tilkilerden kısaca konuşup eski iş yerime vereceğim yanıtı iyice kesinleştirince midyeleri, kalamarları ısmarladık. Karnımız fazla aç değildi ve uzun uzun oturup konuşacağımızdan, yavaş yavaş yedik sipariş ettiklerimizi. Aklımda kalan en keyifli günlerden biriydi 21 Mart 2007. Boğaz, Beylerbeyi, iskele, deniz, kayık ve martılar, koşturan kediler, güneş nedeniyle poplin gömleklerimizle teslim olduğumuz havanın, serinleşmeye başladığında bize verdiği ürperti. Yaşam buydu ve ben sokaklarda olmaktan mutluydum.

En son kahveleri söyledik ve ben nadiren keyiflendiğimde bana eşlik etmesinden zevk aldığım sigaradan bir tane tellendirdim. Esir olmamak, zevk için arkadaşlığına izin vermek sigaranın! Bu aslında yaşamın her anında her unsuru için geçerli olan bir kabul, bir duruştur benim mantığımda. Esir olmamak ve sadece eşlik etmesine izin vermek. Yaşam da böyle değil  midir? Böyledir ve olmalıdır.

Esir olmamak size sunduklarına, sadece izin vermek katmak istediklerine. İnsan iradesi, irademiz ve beynimiz, doğanın mükemmelliğinin zirve yaptığı tek hazinemiz. Tepkilerine saygı duymalı, kullanırken özenli ve duyarlı olmalıyız.

O gün sabitlerimin dışına çıkmış tasarruf kemerimi gevşetmiş, başka şeylerden fedakarlık yapmayı peşinen kabul ederek fazla harcama yapmıştım. İstanbul Boğazı’nın maviliği pahalıydı, o narin, yaşlı ama güzelliği sonsuz yosmanın vizitesi çok pahalıydı. Ben de bu bedeli ödemiştim arkadaşımla beraber. Herşeye rağmen bunu yapmaktan mutluydum. Kim bana vaad etmişti ki 20 yıl daha yaşayacağımı, fırsatlar değerlendirilmeli, asla kaçırılmamalıydı. Asıl olan para değil mutluluktu, mutlu olmaksa yaşadığım o anlardı. 15F otobüsü, sigaram, kahvem, mavi sular ve parlayan güneşti köprünün arkasından.

Bu tip hovardalıklar için kendime her ay bir gün tanımladım. 6 ay olmuştu ve epeyce tasarruf etmiş, bir takım masraf kalemlerinden kurtulmuş, giderlerimi azaltmıştım. Bu nedenle kendime izin günü verebilirdim artık. Bunu hak ediyordum, bu hak ediş her ay benden hortumlanan 1470 YTL’nin kesilmesiyle çok daha anlamlı hale gelecekti. Evet maaşsız, gelirsiz altı ayım geçmişti ve yoktan yere 8820 YTL kadar param da kredi borcum nedeniyle cebimden gitmişti. Eğer Beylikdüzü’ndeki ev satılmazsa bu gidişin sonu kötü olacaktı.

Lanet ettim o gün. Tam düşük faizle kredi olanağının olduğu bir dönemde zamanlamayı da mükemmel yaparak güzel bir ev sahibi olmuştum ama sadece 7 ay, evet sadece 7 ay sonra maaşsız kalmıştım. Güzel evimin borcunu emeğimin hakkıyla kazanıp ödemekten men edilmiştim. Kısmet dedim tabii ancak bu kısmet denen şeyin tekrar yakınlarıma gelmesi ve atıl bir şekilde duran, acilen paraya dönüşmesi gereken diğer evimin satış olayında da kendini göstermesi gerekiyordu. Evi 110.000 YTL gibi bir fiyatla satıp kredi borçlarımı ödediğim gün hayata tekrar başlayacaktım. Daha uzun, temiz, rahat nefesler alabilecek, yapmak istediğim bir takım işlere de yoğunlaşabilecektim. Yoksa bankada bir kar yığını vardı ve yaklaşan yazla beraber hızla erimekteydi, ben de eriyen kar sularının altında kalmak üzereydim.

Öte yandan yeniden eski işyerimde çalışma olasılığı kapımda bekliyordu. Ay sonu gelmişti ve kesinlikle yapılan teklife bir yanıt vermeliydim. Başlangıçtan itibaren her şey yolunda gitmişti. İnsan olarak gayet iyi anlaşmıştık. Ancak mevzuata dayalı zorunlu kriterler, hatta dogmalar bizi yemişti, saçma sapan öneriler asla kabul edilemeyecek koşullar nedeniyle, kenetlenmiş ellerimiz çözülmek zorunda kalmıştı. Hayatımda hiç görmediğim, tanımayı da asla istemeyeceğim, insan sınıfında değerli bulmadığım organizmaların engelleri nedeniyle bu müthiş insanla çalışma fırsatı bana verilmemişti. Yerinde ağır bir taş olarak, harcın içine katılmam engellenmiş kısacası eski işyerime dönüşüm büyük bir fiyasko ile sonuçlanmıştı. Bir rüyaydı belki ama bu sürede mutlu olmuştum. Kendi mutluluğumdan daha çok, kişisel hırsları nedeniyle bana bunu yapanları, insanlık unsurlarını barındırmayan rezil insanları mutlu etmiştim. Bu da beni sinirlendirmişti. Hayatlarında bu derece tatmin derecesine asla ulaşmadıklarına emin olduğum bu cinslerin, bana kocaman bir teşekkür borçlu olduklarını da muhasebe defterime işleyerek gerçek dünyama geri döndüm. Gerçek ve mutlu dünyama.

Belki de yapmamam gereken bir atılımdı bu. Yalnız bazı şeylerin hiç bilinmeden geçiştirilip gitmesine dayanamıyordum. Ahlakım buna müsaade etmiyordu. Bir insanın sadece kişisel hırsları ve tatmin edilemeyen güdüleri nedeniyle başkalarına zarar vermesi, kötü koşulların içine düşmesine neden olması, cinayetle eşdeğerdi benim için. Acayip aç gözlülükler, doymak bilmeyen egolar, sade, naif ve basit bir çizgisi olan, işini gücünü dürüstçe yapan insanlarda birer sırtlan ısırığı oluşturmamalıydı. Hiçbir zaman hiç kimse öldürücü darbeler nedeniyle acı çekip, günlerce yaralı yatıp, güç bela iyileşmek zorunda kalmamalı.  Ortada henüz hiç plan yokken, sade, rahat ve en iyi şekilde işyerinde çalışırken, sadece 6-8 ay sonra şirket tarafından kırmızı bültenle, gazete ilanlarıyla aranan bir ahlaksız yüzünden asla ve asla bunlar yaşanmamalıydı. İşe geri dönüş fikrini bende onaylanan şıklardan biri; bu ahlaksızdan daha güçlü olduğumu göstermekti. Bir diğeri ise ödemekte olduğum kredi taksitlerime çare olabileceği üzere yeniden düzgün bir gelire kavuşmaktı. Türlü kaçış denemelerime rağmen pis paraya muhtaç olmak bana ayrıca büyük acı da veriyordu. Şükür ki bu macerada direkten döndüm ve güzel hayatıma yeniden başladım.

Artık bundan sonra internetteki kariyer siteleri, iş başvuruları benim için eğlence olmanın ötesine geçemeyecek, onlar benimle değil ama ben onlarla zamanımı geçirip, neşelenecektim. Ülkemizde tepeden tırnağa toplumu esir almış yozluk, bu alanda da üst düzeydeydi. Kimse ne aradığını bilmiyor, aradıklarını sandıkları insanlar karşılarına çıktığında da bunu fark edemiyorlardı. Ortada çok ciddi bir sorun vardı ve bu sorun halledilinceye kadar iş aramaktan vazgeçmeyi uygun görmüştüm. Aslında Beylikdüzü’ndeki evim satılsa bütün problemler sona erecekti, bu benim en önemli sorunum olup üstüne yoğunlaşmam için artık bir dakika bile gecikmemeliydim. Tüm eylemlerim, maddi, manevi tüm çabalarım bu işle ilgili olmalıydı. Evi satmalı, kredi borcumu kapatmalı, elime kalan para ile hayatımın kalan kısmına bakmalıydım.

EV SATILMALIYDI. KESİNLİKLE AMA KESİNLİKLE SATILMALIYDI.

Beynimi kemiren bu sıkıntılı süreçte yaşadıklarımı düşününce hala çok üzülüyorum. Tek bir kuruşu haram olmayan, alnımın teriyle kazandığım paramdan hatırı sayılır bir kısmının yok olup gitmesi beni hala kahrediyor. İnsanlar türlü yolsuzluklarla milyonlar kazanır ve keyfince harcarlar, ben ise gıdım gıdım yaptığım birikimimden, hak etmediğim halde benim için çok çok önemli bir miktarını boşu boşuna kaybetmiştim. Öte yandan o zaman bu kadar üzüldüğüme de kahroluyorum. Her gecenin sonunda güneş mutlaka doğuyor, ben sanki güneş hiç doğmayacakmışçasına kendimi yıprattım. İlk anlar, ilk sıkıntılar karşısında acemilikten kaynaklanan zayıflıklardı bunlar. Boş yere, düşüncesizce, telaş ve panik sonucunda oluşan insani tepkilerdi. Artık çok daha güçlü, rahat ve soğukkanlıyım. Bu tip maddi konuların beni üzmesine asla izin vermiyorum. Maddenin, ağırlıklı olarak da paranın sadece bağımlılık yapan belalar olduğunu artık çok iyi biliyorum. Ama o gün geçerli olan tek gerçeğimi de asla defterden silmiyorum. Beylikdüzü’ndeki evin satılmasının tek çarem olduğu gerçeğini!

Bu dönemde Antalya’da yaşamaya başlamış kuzenimle msn yoluyla sürekli muhabbet ediyorduk. Bunlara sohbet demekten ziyade, hayal kurma yazışmaları demek sanırım daha doğrudur. Aklımıza binlerce cin fikir geliyordu ancak bunları gerçekleştirmek için beş kuruş paramız yoktu. Hem hayal kuruyor hem de para olmadığı için kurulmuş hayali tek darbe ile yıkıyorduk. Bu darbenin adı parasızlıktı, sermayesizlikti. Sonradan beni gülümseten ancak o dönemde geleceğe yönelik içimdeki heyecanları yeşerten ve hep yeşil tutan, bu konuşmalarımızdı. İkimiz de bundan mutlu oluyorduk.  Hele ki parasızlığı yenmek için şans oyunlarına abanmamız, soluksuz kupon doldurmamız ve her çekilişten sonra “yine olmadı” deyip, olursa “neler neler yaparız”ın listesini oluşturmak baş zevkimiz haline gelmişti. Dünyayı yerinden oynatacaktık. Bu arada benim Antalya’ya gitmem farz olmuştu. Bu harika bir fırsattı ve iki yakam bir araya geldiği gün ilk işim Antalya’ya gitmek, bu şehirde turist değil de bir sakini gibi yaşayarak günler geçirmeyi gerçekten çok istiyordum. İstanbul’dan hiç ayrılmamak, Nisan’a yaklaştığımız bu günlerde beni son derece sıkmaya başlamıştı. Benim gibi gezmeyi seven biri için bu durum bir kabustu. Evet gezmek! Bu kelime artık kulağımı acıtıyordu. Çok özlemiştim seyahatleri.

Buna da bir ölçüde çare bulmuştum. Bilgisayarın başına geçtiğimde tur şirketlerinin internet sayfalarına giriyordum, yine aklıma gelen her türlü turizm ve tanıtım kataloglarının internet üzerindeki bilgi dolu belgelerine giriyor, okuyor, okuyor, kalınacak yerleri inceliyor, o yerlerin fotoğraflarına bakıyordum. Dünya üzerinde ne muhteşem yerler vardı ve bazı insanlar hayatlarını buraları dolaşmakla geçiriyordu. İmrenmekten bayılacak gibi oluyordum. İşte bu sanal gezintilerim esnasında bilgisayarıma yüklediğim müzik CD.lerimden seçtiğim karışık albümü dinliyordum. Kendime en sevdiğim şarkılardan oluşan 150-180 şarkılık albüm yapmıştım. Bunlar genelde son dönem tenorların pop-arya türündeki şarkıları, etnik müzikler, Akdeniz melodileri, Latin ezgileri, eski klasikler ve fadolardı. Müzik kulaklarımda, muhteşem yerler gözlerimde böyle saatler geçiriyordum. Aklıma gezi yazılarım geliyordu. Ben bu yerlere gitsem ne yazılar çıkartırdım ortaya. Duygusal anlamda beni öylesine tetikleyen yerler vardı ki dünyanın uzak köşelerinde. Oysa ülke dışına çıkmak şöyle dursun şehir dışına çıkmam bile çok zordu. 39 yaşındaydım. Yetmişe kadar yaşayacağımı varsaysam önümde 31 yıl vardı. Her yıl bir yere gitsem toplamda 31 yer ederdi. Dünyada 200’e yakın ülke olduğuna göre durum vahimdi. Bir gün ancak melek olduğumda bunları gezebileceğimi düşünmeden edemiyordum.

Nisan yaklaşıyordu, baharı yakalamıştık. Bu dönemde işler yavaşlar, eleman alımları azalırdı. Benim zaten çok şanslı olmayan iş başvurularım ve mükemmel geçmeyen iş görüşmelerimden sonra bu dönemde hiç şansım yoktu. Dişimi sıkmalı, kendimi memnun edecek uğraşlara yoğunlaşmalıydım. Yıllarca göremediğim bir sürü arkadaşım vardı. Bunlardan biri 1990 yılında ilk işime girdiğim gün tanıştığım ve yıllarca dostluğumuzun devam ettiği en sevdiğim arkadaşımdı. Kendisini zaman zaman arar, uzun uzun konuşurduk. Madem boştum, yapacak şey arıyordum, yaz gelmeden, çok sevdiğim bu canım arkadaşımla bir buluşma ayarlayabilirdim.

Hemen telefonla aradım ve randevulaştık. Kadıköy bizim eskiden beri tutkumuzdu, Bahariye Caddesinde Gloria Jean’s kafede buluşmaya karar verdik. Kapalı ama ılık bir havaydı ve saat 11.00 civarı buluştuk. Hemen kahvelerimiz söyledik ve başladık konuşmaya. Yılların birikimi vardı, yaklaşık saatler lazımdı bize. Baktık olacak gibi değil, orada hesabımızı ödedik ve yemek yemek üzere dışarı çıktık. Bahariye Caddesi’ni kullanmadık, arkadan dolandık, Moda Caddesi üzerinden Kadıköy Çarşı’ya geldik. Kadıköy’lü herkes gibi rotamızı ÇİYA’ya çevirdik. ÇİYA, otantik yemekleriyle ünlü ve Kadıköy’ün simgesi haline gelmiş yılların eskitemediği, her gencin karnını doyurduğu, yaşlandığı zaman da nostalji yaşamak, anılarından konuşmak üzere takıldığı bir efsaneydi. Son yıllarda izdiham nedeniyle küçücük yerine sığamamış tam karşısında kocaman yeni yerini açmıştı. Arkadaşımla girdik ve iki kişilik güzel bir masada oturduk. Derhal menüyü elimize aldık, keşkeklerimizi söyledik ardından otlardan yapılan bilumum ilginç yiyeceği de siparişe ekledik. Yemeklerimiz hemen geldi. Zevkle tabaklarımıza daldık.

Bu lezzetleri çok özlemiş olduğumu fark ettim, buraya daha sık gelmeli ve arkadaşlarımı da getirmeliydim. Mis gibi karnımızı doyurduktan sonra hesabımızı istedik. Hesap gayet makuldü, iki kişi 38YTL’ye karnımızı en güzelinden doyurmuştuk.

Karnımız doymuştu ama birbirimize doyamamıştık, kahvelerimizi içmek üzere başka yere doğru yelken açtık. Yine diğer efsane Denizatı kafeye gittik. Orta şekerli Türk Kahvelerimizi söyleyip orada da geçmişi, bugünü, dünyayı konuştuk. Çenemiz düşmek üzereydi ve akşam oluyordu. Eski arkadaşlarımı bu kadar özlemiştim ve bunu yeni anlıyordum. Araya yıllar sokmuştum. İçimden burnumun direği sızlayarak kendime bunu söylüyordum. İş hayatı, sürekli meşguliyet, fazla mesailer, işte geçen hafta sonları beni sevdiğim bu insanlardan acımasızca uzaklaştırmıştı demek. Ezildim, yıkıldım, yok oldum. Arkadaşımla sarıldık ve vedalaştık. Daha sık görüşmek üzere sözleştik. Kolay değil yılların dostluğuydu bu şükür ki o gün tazelenmiş bağlar yeniden düğümlenmişti.

Çarşı o sıralar değişim yaşamaya başlamıştı. Eski yerler tadilat görüyor, kemikleşmiş kiracılar çıkartılıyor, işletmeler el değiştiriyordu. Antikacılar, sahaflar, otantik giyim mağazaları ve küçük kafeler yavaş yavaş yerini birahaneler, balık-salata biçeminde yeni moda olan dükkanlar, doğal gıda ürünleri satan bol kokulu mağazalara bırakıyordu. Zamanla bunlar o kadar çoğaldı ki 2-3 yıl içerisinde Kadıköy Çarşı’ya girildiğinde, alkol ve balık kokusundan yürünemez oldu. Bunların hiç biri yokken iyi değildi ama bu kadar çok olunca da pek sevimli gelmiyor benim gözüme. O gün arkadaşımla Çarşı’nın son tatlarını almıştık. Bilemediğimiz bir son şanstı ve iyi değerlendirildi.

Yeniden çalışmak benim için ilk hedef olmaktan çıkmaya başladığına göre tek tek eski arkadaşlarımı aramalıydım. Onlarla irtibata geçmek, boş olduklarını bildiklerimle hafta içi günlerde bir araya gelmek mantıklı olabilirdi. Hatta İzmit’ten tanıdığım çocukluk arkadaşlarımdan İstanbul’da yaşayanlarını mutlaka aramalıydım.  Çalışma Kampındaki esirlikler bitmiş tekrar hayata dönmüştüm. Gün ışığında şehir yaşamının içine girmiş, hayatın bu yönünü yeniden keşfetmeye başlamıştım.

Yine bu sıralar ev yaşamımızla ilgili olarak bazı kararlar verdim. Sürekli sokaklarda hoppa hoppa dolaşacak değildim elbet, artık yaşlanmakta olan anne ve babama destek olmalıydım. Devamlı bakım isteyen kardeşim bizimkilerin bedenlerini iyice yormuştu. Ben uzayda yaşamıyordum, bunu az çok hissediyordum ama sabah 6.30’da evden çıkıp akşamın 8.00’inden önce eve dönemediğimden bazı şeyleri kaçırmıştım.

Kardeşim gerçekten büyük emek istiyordu. Özellikle geceleri yapılan işlemlerle ben ilgilenmeliydim. Sabah çok erken uyandığım ve işe gittiğim için beni uyandırmaya kıyamayan annemle babam adeta çökmüştü. Biraz daha eve dönmeli, yükün bir kısmını üzerime almalıydım. Geceleri ben de kalkıyor ve yardım ediyordum onlara. Sabah kahvaltı hazırlamak, yemekleri ya da yardımcı yemeği yapmak gibi şeyleri üstlenmiştim. Ütü gibi zaten sevdiğim bir uğraşın da bir bölümünü annemin üzerinden aldım. Bu çok iyi oldu zira hem vakit geçirecek boş şeyler aramıyordum hem de onlara yardımcı oluyordum.

Hatta iyice havaya girmiş, zor ve vakit alan yiyecekleri bile denemeye başlamıştım. Neredeyse ilkokuldan beri mutfaktan çıkmayan ben, en sevdiğim uğraşlardan biri olan yemek pişirmeye bu dönemde fazlasıyla merak sardım. Özlemiştim mutfağı, bir kadın için en kutsal yerin mutfak olduğunu böylece hatırladım.

Geleneksel hale gelen dörtlü buluşmamız yaklaşmaya başlamıştı. Acilen mailleşerek tarih konusunda anlaştık. Eski müdürüm, bölüm arkadaşım ve grubun ithal elemanı kardeşimiz, Sultanahmet’te buluşmaya karar verdik. O sene İstanbul’da bir LALE festivali oldu. Belki daha önceleri de vardı ama bu sene olay daha görkemliydi. Şehrin her yanına lale ekiliyor, belli başlı geçiş noktalarında kurulan çadırlarda, gelen geçene bedava lale soğanları dağıtılıyordu. Belediye İstanbul’u lale bahçesi haline getirmeye ant içmişti sanki. Her şeye karşın görüntüler mükemmeldi. Açıkçası ben bakmaya doyamıyor, rengarenk çiçekleri manzarama alıp bir yerde oturmaya, çay-kahve içmeye bayılıyordum.

Lale günlerinde sokakta olmak güzeldi. 6 Nisan günü sözleştiğimiz üzere Sultanahmet’in yolunu tuttum. İhracat fazlası mağazadan aldığım kırmızı anorağım üzerimdeydi, içimde ise ince, uzun kollu kahverengi bir penye bluz vardı. Bunları kotumun üstüne geçirmiştim, boynuma şalımı dolamış, saçlarımı arkadan tek örgü yapmış, sade bir şekilde evden çıkmıştım. Kırmızı lalelerle uyum içindeydim. Her zaman olduğu gibi Kadıköy’e yürüdüm. Yürürken bizim caddedeki dükkanların vitrinlerine bakındım. Bir fotoğraf makinem olsa ne iyi olurdu diye düşündüm çünkü son zamanlarda gördüğüm manzaralar öyle güzeldi ki resmini çekmek isteği içimde gittikçe büyüyordu.  O zamanlar henüz satın almayı düşünecek durumda değildim, bütçenin toparlanmasını beklemem şarttı ya da çok iyi bir kampanya yakalayıp bedavaya getirmeliydim.

Öğlen, yemek saati civarında hepimiz Sultanahmet Meydanında bir araya geldik. Sarılıp, öpüştükten sonra yapılacak ilk işin tarihi köftecide karnımızı doyurmak olduğuna karar verdik ve köfteciye girdik. Saat 13.00 olmuştu ve içerisi hınca hınç doluydu. Bizim için hava hoştu, bekleyebilirdik. Ancak derdimiz konuşmak ve birbirimizi görmek olduğundan en üst kata çıkmayı yeğledik ve masamıza güzelce yerleştik. Köfte ve piyazlarımızı sipariş ettik. Ayrıca iki adet de salata söyledik. Hepsi kısa sürede geldi. Selim Usta’nın efsaneleşmiş köfteleri her zamanki gibi mükemmel lezzetteydi. Afiyetle yedik. Benim dışımda herkes irmik helvası söyledi. Adet olduğu üzere köftenin üzerine helvalar da yendi. Hesabı istedik. Adam başı yaklaşık 12-15YTL’ye yemek işini bitirmiştik. Performans müthişti. Şimdi sırada; dışarı çıkmak, meydanın her köşesinde dolaşmak, laleleri izlemek ve bir başka yerde kahve içmek vardı.

Selim Usta’dan çıktık. Güneşli hava tüm güzelliği ile devam ediyordu. Lalelerin arasında dolaşıyor, resimlerini çekiyorduk. En komiği ise arka plana Sultanahmet Camii ve Ayasofya’yı alarak turistler gibi fotoğraf çekmemizdi. Sanki dört arkadaş Anadolu’dan gelmiş de İstanbul’un kalıplaşmış yer ve manzaralarında resim çekiyorduk. O kadar yanlış sayılmazdı bu halimiz, çünkü yıllardır bu semtlerde böylesine serbest, dertsiz, zaman kısıtı olmadan rahat rahat gezinme fırsatımız olmamıştı. Hafta içi halinden haberimiz dahi yoktu. Hep hafta sonlarının işkencesine maruz kalmıştık. Şimdi böyle olunca meydanın canına okuyorduk.

Bahardan mıdır nedir ben o gün inanılmaz sakin ve yumuşaktım. Eski halimden pek eser kalmamış, şartlarımı ve durumumu kabullenmiş bir havaya girmiştim. Bir değişim vardı bende bir kıpırtı. Bahar hepimizde benzer ruh hali yaratmış olsa da ben daha farklıydım ama farkında değildim. Laleler arasında gezindikten sonra hafifçe serinleyen havadan dolayı kapalı bir yere gitmeye karar verdik. Burası YEŞİL EV adındaki eski bir ahşap konaktan restore edilmek suretiyle yapılmış şık mı şık bir kafe olacaktı. İçimizden buraya girmek ve kahvemizi burada içmek gibi gayet insani bir dilek geçmişti. Bu konuda tereddütümüzün nedeni, bu tip yerlerde fiyatların çok pahalı olması ihtimaliydi. Biz Yeşil Ev’e girdik bahçesinde dolaştık, orada da resimler çektik ama içeriyi görünce girip oturamadan edemedik.

Ev gibi dekore edilmiş, bembeyaz örtülerin olduğu yuvarlak masalarla donatılmış bu şık yerde kendimize bir masa seçip oturduk. Etrafı pencerelerle çevrili bu salonun bir tarafında sera vardı ve türlü türlü bitkilerle doluydu.  Bu kısım bir yaz bahçesi idi, beyaz demir sandalye ve masalarla dekore edilmişti ama henüz hizmete girmemişti. Gerçi içeriye girip gezebilmiş fotoğraflar çekmiştik. Ayrıca bu bitki dolu salon kışlık tarafın pencere manzarasını oluşturuyor, buraya ayrı bir hava veriyordu. Konsol ve rafların olduğu duvarların birinde büyük bir piyano duruyordu. Piyanonun üzerinde ise çin iğnesi işli beyaz bir örtü vardı. Ortam, birazdan evin sahibi gelecek ve bize hoşgeldiniz diyecek gibiydi. Bu yarı açık kısım kocaman bir bahçeye açılıyordu, Ortasında şadırvan bulunan bu bahçede de sandalyeler vardı ve 3-5 kişi oturmuş hem sigara içiyor hem çaylarını yudumluyorlardı.

Bizim masamız ise tüm bunları gören bir konumdaydı ve pencere denizliklerinden birine bitişikti. Denizliklerin hepsinde çok ilginç objeler yer almaktaydı.  Ne tarafa baksak bizi mest edecek bir ayrıntıya rastlamak mümkündü. Biz bu güzellikler içinde çayımızı söyledik, yanında da kurabiye istedik. Kurabiye tabaklarımızla çaylarımız hemen geldi. Yavaş yavaş içtik çayları, acele etmedik. Orada mümkün olduğunca uzun kalıp sohbet etmekti amacımız ve bu fırsatı kaçırmadık. İstesek evimizde bile bu rahatlığı bulamazdık. Çaylar içildi, kurabiyeler yendi, sürekli konuşuldu, dertleşildi, dedikodu yapıldı, kahkahalar atıldı ve sonunda hesap istendi. Akşam oluyordu ve iş çıkış saati gelmeden evimizin yoluna düşmeliydik. Hesabımızı ödedik, tabii yediğimiz öğlen yemeğinden pahalıydı bu güzellik ama hiç aldırmadık.

Günün sonunda sarılıp vedalaştık ve Ben, bölüm arkadaşımla beraber Kadıköy yakasına geçmek üzere Eminönü iskelesine yürüdüm. Sultanahmet’ten Eminönü’ne yürümeyi çok severim, o gün de aynısını yaptım. Yol boyunca hediyelik, takı, halı, kilim gibi turistik eşyaların satıldığı dükkanlara baktım, küf kokusunu içime çektim. Işıkları ve renkleri izledim.

İskeleye vardığımızda Kadıköy vapuru kalkmak üzereydi ve aceleyle kendimizi içine attık. Sakin, sessiz ve dingin bir şekilde yirmi beş dakikalık vapur yolculuğunu tamamladık. Kadıköy’e geldiğimizde ise vedalaşarak ayrıldık. Ben otobüs duraklarına yürüdüm.

Ağır ağır yürüdüm duraklara, nedense o günün bitmesini hiç istemiyordum. Çok iyi gelmişti yaşadıklarım. Biraz daha kendim olmuş, biraz daha berraklaşmıştı kafam ve değişmişti düşüncelerim. Basit şeylerin yeterli geldiğini görmeye başlamış, hayatı daha düz yaşayabileceğime inanmıştım. Dışarıdan nasıl göründüğüm, insanların neler düşündüğü artık önemli gelmiyordu bana. Sadece kendim vardım, kendi doğrularım ve inançlarım vardı. Hep birilerinin takdiri için yaşamış, içimden gelenleri hiç yapamamıştım. Öyle bir alışkanlık haline gelmişti ki monoton hayatım, yenilik ve değişimlere hiç açılamamıştım. Cesaretsiz, hımbıl bir tip haline gelmiştim ve bunu farkında değildim. Laleler içinde geçirilen bu güzel bahar gününde, gözüm açıldı, birden tüm gerçeğimi anlayıverdim. Her şeye rağmen hayat yaşamaya değerdi. Bu ülkede açı da, toku da, zengini, fakiri de bir şekilde yaşıyordu. Hep üzüntüler, sıkıntılar, sahip olamadıklarımıza hayıflanıp acı çekerek yaşamaktan dünyayı zindana çevirmiştik. Ben ve benim gibi bir çok insan bu durumdaydı. Bu zindandan kurtulmak için hayat bana bir şans vermiş, tüm bunları da gözlerimin önüne sermişti. Bundan sonra üzülmek, hayıflanmak, mutsuz olmak defterimden silinecekti. Hele ki iş gibi, ofiste yaşananlar gibi, beş para etmeyecek, kapıdan çıktığım anda hayatımdan tümüyle silinecek uyduruk şeyler için dertlenmek hatasını asla yapmayacaktım. Bu dünyanın en büyük aptallığı imiş, yazık etmişim yıprattığım sinirlerime ve bu yüzden ertelediğim tüm dünyevi işlere.

Nisan’ın 14’ünde bizim eski çalışanlar grubu yemek düzenlemişti. Bu sefer İTÜ-Maçka Sosyal tesislerindeydik. O yemeğe de katıldım, yer güzeldi, gitmek kolaydı ayrıca tekrar görüşmek faydalı olabilirdi. Hala akıllanmamıştım. Gerçi o günkü katılım iyiydi, hep anlaştığım, sevdiğim ve çalışmaktan keyif aldığım iş arkadaşlarım oradaydı. Bu durum geceyi güzel ve rahat geçirmemi sağladı. Zamanıma ve parama acımadım, hoşnut kaldım. Sanırım yerin ve havasının bunda etkisi büyüktü ya da ben kafamdaki yeni halimle farklı algılamaya başlamıştım dünyayı. Gece çok hararetli ve bol gülmeceliydi, nedense kahkahalar o gün hiç eksilmemişti. Ben mi fazla neşeliydim ya da çok mu espri yapılmıştı hala bilmiyorum.

Asırlardır bunun tartışması yapılsa da kadınların biyolojik olarak bedenlerinde taşıdıkları özellikleri, ruhlarını da yönlendiren duyguları ve bunların var ettiği sosyal olgular hiç değişmiyor. Dönüyor dolaşıyor ve asıl gerçek bir gün insanın yüzünde kocaman bir tokat gibi patlıyor.  Ben geç de olsa artık bunları keşfediyordum. Bir iş yerinde çalışmak ile evde iş yapmak; birbirinden ne üstün ne de aşağı şeylerdi. Tamamen eşitti bunlar. El alemin cebini doldurmak için aile yaşamından uzaklaşmış, çocuklarını başkalarına emanet etmiş, kazandığının dörtte üçünü, çocuk bakımı, ev işleri ve kendi bakımına harcamak zorunda kalmış ve bu arada para kazandığına inandırılmış kadın aslında büyük kayıptaydı. Yine bu uğurda ailesini kuramamış, çocuk sahibi olmamış veya bunu geciktirmiş, sonra da bedenini iki katı yıpratmış kadının kazancı var mıydı? gibi sorular zihnimde bu dönemde canlanmaya başlamıştı. Bence bunlara değen bir şey yoktu, kendimizi kandırıyorduk. Bu erkek için de geçerli bir durumdu bana göre. Aile yaşamında kadına biçilen rolü üstlenen erkekler de olmalıydı, bazı mutlulukları onlar da tatmalıydı. Çünkü bu uğraş kutsaldı.

Gece yarılarına kadar işinde kalan, evine geldiğinde çocukları çoktan uyuyan, o akşam yemekte hamburger ve patates kızartması yemek zorunda kalmış evlatları olan ne anne ne de baba masum olduklarını ve mutlu olduklarını söyleyemezdi. İşte bu düşüncelerim kendi adıma yaşamı tekrar keşfetmemi, dikkatimi başka noktalara toplamamı, önceliklerimi daha doğru belirlememi sağlamıştı. Her insan belirli periyotlarla hayatını değerlendirmeli, iyi bir muhasebe yapmalı ve yeni yolunu hataları aza indirgeyerek çizmeliydi. Ben de bu ara dönemde şansı iyi yakalamıştım. Bu mezun olduğum 1989 yılından sonra yaptığım iki büyük “kökten değişim” molalarından çıkan son yorumdu ve bu kez gerçekten en doğru olana biraz daha yaklaşmıştım.

2007 Nisan’ı çok hareketli bir aydı, ülke genelinde yaşanan ve bir döneme damgasını vuran bir çok olay bu ayda gerçekleşti. İş döneminde belki haberimin dahi olmayacağı bir çok olayı yakından izlemek, hatta olayların içine girmek gibi eylemlerim oldu. Bunlardan biri de her hafta ülkenin belirli bir yerinde yapılan Cumhuriyet Mitingleriydi. Siyasetten hiçbir zaman uzak durmamış biri olarak bunları ilgiyle izliyor ve destekliyordum. Ülkemizin içinde bulunduğu durumdan kaygılanıyor ve tepkimi  vermek için bu eylemlere katılmayı yanlış bulmuyordum. Katıldım da. 29 Nisan 2007’de Çağlayan meydanında elimde bayrağım ve yanımda arkadaşlarımla gidişata dur demek için oradaydım.

ÇİYA’lı Kadıköy gezisi yaptığım arkadaşım bir gün önce beni miting için aramış, gidip gitmeyeceğimi sormuştu. Kararım gitmek şeklindeydi ve söyledim. Benden bu yanıtı alınca hemen dahil oldu. İki dakikada gidiş için planı yaptık ve sabah buluşmaya sözleştik. Arkadaşım, eşi, ağabeyi ve ben Kadıköy’de buluştuk, arabaya doluştuk ve karşıya geçtik. Arabayı Levent’e ara sokaklardan birine park ettik, bir otobüse atlayıp Mecidiyeköy’e geldik, oradan da yürüyerek Çağlayan Meydanı’na ulaştık. Güneş içinde aydınlık bir gündü. Alan telaffuz edilemeyecek kadar kalabalıktı. Kendimize bir köşe bulup mevzilendik. Elimizde bayraklarımız, dilimizde sloganlarımız saatlerce orada kaldık. Bağırdık, çağırdık, şarkılar söyledik, alkış tuttuk. Mitingin sonunda da yürüyerek Levent’e arabayı bıraktığımız yere döndük.

O miting tarihin en kalabalık mitinglerinden biriydi ve tüm yollar insanla dolmuştu. Levent’e yürüdük çünkü başka seçeneğimiz yoktu. Tüm çıkışlar kapalıydı, yollar, caddeler insanlarla tamamen tıkanmıştı. Ben yorgunluktan ölmek üzereydim ayrıca susuzluktan da başım dönmeye başlamıştı. Tam Mecidiyeköy merkeze vardığımızda bir simitçi bulduk. Fırından yeni çıkmış taptaze simitler sepette, pet şişelerdeki sular ise adamın tezgahındaydı. Hemen birer şişe su ve birer simit aldık. Hayatımda yediğim en lezzetli simitti bu. Açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereyken ve ayaklarım artık beni taşımazken son dakikada bulunan bu simit ve su, yaşamda mutluluk kıstaslarının ne denli göreceli olduğunu bana kanıtlamıştı. Sevinç ve huzuru uzaklarda aramak çok anlamsızdı, hep yanımızda var olan kolayca erişebileceğimiz şeyler dururken, ihtiraslarımızın ve tatminsizliğimizin kurbanı olmanın ne denli zavallı bir durum olduğunu hissettim. O simit ve su, Nişantaşı’ndaki en lüks kafelerde, boğazdaki pahalı lokantalarda yenen yemeklerden çok daha lezzetli ve doyurucuydu.

Çalışmadığım dönemde en çok yaptığım işlerden biri de Kadıköy’ün meşhur Salı Pazarı’na gitmekti. Sadece yazları izin dönemlerinde gidebildiğim bu pazar, İstanbul Anadolu Yakası sakinlerinin vazgeçilmeziydi. Her kadın hatta erkek ayda mutlaka bir kez Salı Pazarı’na giderdi. Annem de aynı sıklığı koruyan bir pazarseverdi. İhtiyaçlarımı listeler anneme verirdim. O bulabildiklerini alır, üstüme olanları ayırır, olmayanları ise bir sonraki hafta değiştirmek üzere yine pazara giderdi. Tabii benim aklımda “acaba daha neler var ve ben kendim seçip alamıyorum” diye kurardım. Kısacası bu Pazar klasiği benim içimde uhdeydi. Şimdi bütün Salı günleri elimdeydi. Artık istediğim zaman Salı Pazarına gidebilirdim. Ancak işin komik tarafı bu sefer satın alınacak bir şey yoktu, ihtiyaçlar ortadan kalkmıştı. Bir şey alıp eve tıkmak şöyle dursun aksine ben sürekli evi boşaltmaya çabalıyordum. Atmakla, vermekle dolaplarımı tenhalaştırmaya başlamıştım. Yine de pazara gittim hep. En azından ayda bir kere dolaşmak bahanesiyle yürüyerek pazarın yolunu tuttum. Hem yürüyüş yapıyor hem de pazarı bir güzel dolaşıyordum. Giyecek tarafı ile ilişkimi kessem bile sebze tarafı sonsuz bir dünyaya açılıyordu, orada türlü türlü sebzelerden alıyor, eve dönünce güzel güzel yemekler yapıyordum. Ailecek hayatımız, çeşit çeşit salatalar yiyerek, faydalı olduğu bilinen sebzeleri sıklıkla pişirerek geçiyordu. Zaman o kadar boldu ki, otları ayıklamak, yıkamak, saatlerce uğraşmak bana zor gelmiyordu. Zamanımı geçirmek için kullandığım en güzel araçlardan biriydi Salı Pazarı. Ilıman kış için de idealdi. Sanki yaşamımın bu kısmı Tanrıya sipariş edilmiş gibiydi.

Mayısla beraber yaz işaretlerini vermeye başladı. Nefis işaretlerdi bunlar; çiçeklenen ağaçlar, yeşeren doğa, mis kokan hava, hep güzel şeylerdi. Bu zamanlarda hafta içi yapılacak en doğru şey boğaz hattında gezinmek, erguvanların görüntülerinde keyif sürmekti. Vapur yolculukları, sahilyolunda  bol bol yürümek bu ayki hareketlerim olabilirdi. Ancak bunları yapmak için can atmıyordum. Özel bir çaba ve emek sarf etmiyordum. Fırsatlar çıktığında yapmayı tercih ettim, kendim bir şey yapmadım. Bu fırsatlardan biri annemin Sarıyer’de yaşayan arkadaşının çağrısıydı ve birlikte gittik.

Sarıyer! Hep çok sevmişimdir. Okulum Maslak’ta olduğu için güzel günlerde ders sonrası kaçtığımız yer ya İstinye ya da Sarıyer olurdu. Oraya özel bir sevgim vardı. Ayrıca bir Karadenizli olarak buranın ahalisinden de kaynaklanan Karadeniz’e benzerliği hep hoşuma gitmiştir. O gün de benzer güzellikleri yaşadık. Annemle Beşiktaş’a motorla geçtikten sonra, sahilden giden Sarıyer otobüsüne bindik. Yolu belki çok uzattık ama etrafı doyasıya seyredip tüm renkleri içimize çektik. Bende hala bir digital fotoğraf makinesi yoktu, ne görüntüler kaçırmıştım ama yine de huzur dolmuştum. Bu fotoğraf makinesi konusunu ilk kampanyada ya da hediyeli satışlarda mutlaka çözmeliydim. 500-600YTL’ye değil en fazla 100YTL bütçe hedefi koyarak arayışa geçtim. İşimi görecek bir model olmalıydı, beni tatmin edecek görüntüleri hayatıma taşımalıydı. Yoksa fotoğraf sanatçısı olacak değildim, yarışmaya da girmeyecektim. Zorlamanın alemi yoktu.

Bu yıl 19 Mayıs Cumartesi gününe rastlamıştı, iş hayatındayken bu tip rastlantılar bizi deli ederdi, resmi tatil günlerinin çakışması hiç hoş karşılanmazdı. İlk defa bu yıl 19 Mayıs’ın tatile kurban gitmesine hiç aldırmadım ve en ufak bir üzüntü duymadım. Benim için her gün tatildi, aynen 18 Mayıs’ta olduğu gibi. Evet o Cuma günü akşamüzeri hobi kursumdan olan iki arkadaşımla buluştum. Buluşma noktamız Cihangirdi, hep takıldığımız kafelerden birinde saat 16.00 gibi bir araya geldik. Ben genelde Taksim taraflarına gideceksem en az bir saat erken orada olmayı tercih ederdim. Yine öyle oldu ve Karaköy-Tünel güzergahını izledim. İstiklal Caddesine tünel yönünden girip tüm caddeyi yürümeyi seçtim. Yürürken etrafı seyretmek beni dinlendiriyordu. Tam tünelden çıkmış kendimi sol tarafa atmış yürüyordum ki, 50 metre ya gittim ya gitmedim sol tarafımda kocaman bir camekan ve arkasında muhteşem dondurma kutuları gözüme ilişti. Birden kendimi Roma’ya ışınlanmış gibi hissettim. Yıllar önce Roma’da aklımı başımdan alan 80-100 çeşit dondurmanın bir kısmı burada tam karşımda duruyordu. Harika meyveli çeşitler, kahveli, çikolatalı diğer çeşitler ve en sonunda da alkollü dondurmalar aynen İtalya’da olduğu gibi tezgahta duruyorlardı. Geri çekildim kapıya baktım. Cremeria Milano yazısı gözüme ilişti, hemen üç top dondurma alıverdim. Tadı da muhteşemdi, bayıldım. Sahibi İtalyan kadın kasadaydı ve kendisi ile konuşma fırsatım oldu. Uzun yıllardır Türkiye’de yaşayan bu hanım sonunda bu yeri açma kararını vermiş ve burayı da mekan seçmişti. Yine geleneksel İtalyan tatlılarından da birkaç çeşit servis ediliyordu. Her ne kadar bizim dondurmalarımıza öncelik versem de beni İtalya yolculuğuna götüren bu mekan ve tatlar o tarihten sonra tutkum oldu. Bütün arkadaş ve dostlarıma buranın reklamını yaptım.

Bu keyfimin ardından hızlı adımlarla Taksim’e çıktım oradan Sıraselviler’e saptım ve Akarsu Caddesi’nde buluşacağımız kafeye geldim. Dondurma maceramın üstüne bir kahve içmek iyi olacaktı. Hava dışarıda oturacak kadar ılıktı ve biz de öyle yaptık. Menüden güzel bir aromalı kahve seçtim. Arkadaşlar bir iki yiyecek şey de aldılar. Siparişlerimiz gelince uzun bir aradan sonra bir araya gelmenin gereği olan koyu sohbete daldık. Hem yedik hem içtik hem de kendimizden bol bol konuştuk. Hava kararmak bilmiyordu ayrıca bir arkadaşımızın tanıdığı da aramıza katılacaktı. Orada daha fazla oturmayıp Galata Asmalımescit tarafına gitmeye karar verdik, gelecek arkadaşı da oraya yönlendirdik. Yine yürüyerek Taksim’e oradan da İstiklal Caddesi’ne geldik. Ortalık iyice kalabalıklaşmıştı, hızlı hızlı kalabalığı yararak ilerleyip Odakule’ye vardık. Beklediğimiz arkadaş da bize katıldı ve kendimizi Galata’ya attık. Galata kuledibi civarına takıldık, bu taraf nispeten tenha ve çok daha sakindi. Hemen oradaki çay bahçesine oturduk. Çaylarımızı söyledik. Çay bahanesiyle biraz da dinlendik, zaten amacımız da buydu. Ortalık iyice loşlaşmıştı. Kalktık ve hava iyice kararmadan ara sokakları gezmeye koyulduk. Bu bölgenin eski dokusu, gizemli havası bizi büyülemişti, Yılan gibi dolandığımız bu sokaklardan birinden bir şekilde tekrar caddeye çıkmayı başardık. Çok da planlı olmayan bu gezintinin orta yerinde ben keşfettiğim dondurmacıdan söz edince herkes hemen oraya gitmek istedi. Tekrar rotamızı tünel yönüne çevirdik ve dondurmacıda soluğu aldık. Arkadaşlarım gördükleri çeşitler karşısında soğukkanlılığını koruyamamıştı, yüklü miktarda ve çeşit çeşit dondurmaları sipariş etmişlerdi. Her tadan bayıldığını söylerken ben ikinciyi yemeyerek sadece onları izledim. Daha ilk günden bu mekanı arkadaşlarıma gösterdiğim için mutlu oldum. Hava iyice kararmışken buradan da çıktık. Artık ayrılma zamanı gelmişti. Vedalaştık, ben özellikle tünelin son tramvayına yetişme derdindeydim çünkü bir kere daha Taksim’e yürüyecek halim kalmamıştı. Şükür ki yetiştim. Karaköy’e geldim ve vapura bindim. Boğazın güzelliğini izlerken Kadıköy’e yaklaştık. Son kez gece ışıkları ile taçlanmış muhteşem manzaraya baktım ve vapurdan inmek üzere ayağa kalktım. İskelenin verilmesini beklemeden vapurdan atladım, otobüs duraklarına yürüdüm.  Durakta bekleyen otobüse bindim, on beş dakika sonra evimdeydim. Eve girdim aklıma geldi. Yarın 19 Mayıs’tı. 19 Mayıs benim kardeşimin doğum günüydü. O’na çok sevdiği çikolatalı muzlu pastalardan alacak, ellerimle yedirecektim.

Annemle yaptığımız Sarıyer gezisinin tadı damağımda iken bizim kızlardan hafta sonu için önce kahvaltı sonra da bol yürüyüşlü bir buluşma programı haberi geldi. Üniversiteden sınıf arkadaşım beni aradı ve Cumartesi günü Emirgan Mehtap Kafe’de kahvaltı yapacağımızı söyledi. Yine ortak arkadaşlarımızdan birine daha haber verdiğini, o arkadaşımızın ise İngiltere’de yaşayıp o günlerde tatil için İstanbul’da bulunan kız kardeşinin de geleceğini söyledi. Dört kişi sabah saat 10.00-10.30 gibi Mehtap Kafe’de buluşacak ve kahvaltı edecektik.

Mehtap Kafe Rumeli boğaz hattının efsaneleşmiş yerlerinden biriydi, hemen yanında Sabancı’ların atlı köşkü yani Sabancı Müzesi bulunmaktaydı. Kafe, yaşlı çınarlarla gölgelenmiş büyük bahçesinde masaların ve tahta iskemlelerin olduğu, keten ekose masa örtülerinin ilk bakışta gözü aldığı, yiyecek listesi zengin, her kesimden insanı ağırlayabilen, salaş ama yılların da yok edemediği en nostaljik yerlerden biriydi. Burada oturmak insanın ömrüne ömür katan bir yaşam dilimiydi ve kesinlikle canınız kalkmak istemezdi.


Hemen hemen herkes aynı saatte mekana geldi. Ben her zamanki gibi vapur, otobüs tercihini yapmış sabah erkenden o tarafa geçmiştim. Fazla beklemeden arkadaşım da geldi, arkadan da diğerleri. Masamıza yerleştik ve hemen isteklerimizi söyledik. Beyaz peynir, bol zeytinyağlı siyah zeytin, reçel, bal, doğranmış domates, omletler, haşlanmış yumurta, kaşar peyniri gibi geleneksel kahvaltıda yenen her şeyi sipariş ettik. Mis gibi demli çaylar hemen geldi, arkadan da tabaklar masaya yayıldı. Bu arada ekmeğin dışında ayrıca simitimiz de vardı. Büyük bir iştah ve keyifle yiyeceklere yumulduk. Biten çaylarımız anında tazeleniyor biz keyiften dört köşe hem yiyor, hem de yarışırcasına sohbet ediyorduk. İlk saldırıdan sonra biraz yavaşladık, sıra olayın iyiden iyiye keyfini çıkartmaya gelmişti. Parçalı bulutlu ama güneşi hep parlayan mis gibi ılık havada etrafımızdaki güzellikleri asla kaçırmıyorduk. Ben zaman zaman kafamı kaldırıp ışıl ışıl parlayan denize bakarak derin derin nefes alıyordum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder