Kışlıklarımı ise çıkartmıştım ama
daha tam elleyememiştim. Hava, o kalın
kalın kazakları, hırkaları giyecek gibi değildi. Hepsine tek tek baktım. Katlı
katlı duruyorlardı, üstelik benim giyemeyeceğim kadar da fazlaydılar ve en süt
mertebe kışlıktılar. Yıllarboyu sabahın kör ayazında evden çıktığım, gün içinde
ne ile karşılacağım belli olmadığından evi, karda ya da kutuplarda
giyilebilecek kazak, hırka ve çoraplarla doldurmuştum. Hırka içine giyilen dik
yakalı kalın bluzlarım iki tepe oluşturuyordu. Kadifesi, yünlüsü, kanvası türlü
sınıflarda renk renk pantolonum vardı. Sanki bir anda hepsi üstüme geldiler, bu
nasıl bir çılgınlık durumuydu ki hepsi bir şekilde dolabıma girmişlerdi. Ya da
bunlar burada üremişler miydi. Gardıropum giysilerin seks merkezi mi olmuştu da
ben içerideki aşna fişneden habersizdim. Çoğunda etiketlerin daha sökülmemiş
olduğunu gördüm. Üzerime uyan her beğendiğim pantolonun en az üç rengini almış
dolaba tıkmıştım. Hırkalar ise ayrı alemdi, aba gibi kalın, yüzde yüz yün,
normal yaşamda evde ya da kapalı ortamlarda asla giyilemeyecek kadar ağırdılar.
Onlar o eski işime uygun şeylerdi. Ayıkladıklarımı salona masaya yığdım, sonra
sıra bir seviye ince bluzlara gelmişti. Dik yakalılar değildi bunlar, bisiklet
yaka olanlardı. Her renkten vardı, o yüzden de bir tepe halinde üst raflarda
duruyorlardı. En alttakini çekip giymek mümkün olmamıştı ki kaç yerlerinde
yılların izi duruyordu, zavallılar ezilmişti. Yıllar önce aldıklarım sabırla
hala burada sırasını beklemekteydi. Onları da ayıkladım ve salona taşıdım.
Çorap çekmecemi, iç giyim eşyalarımı, geceliklerimi, hatta yazlıklarımın bile
dışarıda olanlarını temizledim. Hepsi salon masasında bir tepe oluşturmuştu.
Bu yığın gözümü korkuttu, hatta
ibret olsun diye herkese göstermeyi de çok isterdim doğrusu. Abartısız 80 tane
çorabım vardı. Pantolonlarımın sayısı da 50’yi geçiyordu, bluzlar her modelin
üç renginden ibaret olup tepe tepeydi. Paketleri açılmamış renkli veya beyaz,
beşlik ambalajlarında külotlar, gecelikler, asla giyme ihtiyacım olmayan penye
şortlar, pijama takımları (ki pijamadan nefret ederim ve tatiller dışında
katiyen giymem), anlamsız paçavralar, dizi diziydi.
Yine ince, naylon, desenli,
dikişli, renkli, muhtelif kalınlık ya da incelik derecelerinde paket paket çoraplar çekmeceler dolusu idi. Kırk yılda bir etek giyince lazım olacak,
olunca da nasılsa en yakın mağazadan temin edilebilecek bu çorapları niye
stoklamıştım? Poşetler is kapmış, kirlenmiş ve çoraplar çürümüştü. Pantolon
giymeyi ilke edinmiş birinin ne işi olurdu bu çoraplarla.
Bu düşman ordusunu temizleyemeyeceğim
korkusuna kapıldım, dört koldan saldırı halindeydiler. İçimdeki azgın canavar
dışarı çıkmış, karşıma dikilmiş beni pis bir tavırla izliyordu sanki. Bu
yığınların arasına karışmış yenileri tekrar bir kenara ayırdım. Yılmadan
çalıştım ve sonunda bu çöp dağını tamamıyla ayıkladım. Hiç değilse eskilerden
kurtulmuş yenilerle başbaşa kalmıştım. Hoş o yenileri dahi giyecek yerim yoktu
ama ilk fırsatta sıra onlara gelmeli, bir kerecik dahi olsa sırtıma giyildikten
sonra yerlerini bulmalıydılar.
O koca tepeyi torbalara
yerleştirdim, hepsini sağa sola dağıttım. Hatta bazılarını çöp toplama
kutularının köşesine astım. Gelen geçen çöp toplayıcılar nasiplenir diye. İlk
beş dakika içinde yok oldular, bundan sonra zaten vereceğim her eşyam için aynı
yöntemi kullandım. Hepsi torbayla temiz pak bir şekilde çöp kutusunun kenarına
asılıyorlardı. Bu durum benim aklımı başıma biraz daha getirdi. Laf olsun diye
ya da oyalanmak için harcama yapmış, binbir zorlukla çalışarak kazandığım
paralarımı hep sokağa atmıştım. Nasıl manyakça bir savurganlık içine girmiştim
ve niye farkında değildim. Ortalıkta öyle ucuz ve kullanışlı şeyler varken
bunlara para gömmüş şimdi ise sokağa atılmayı bekleyen bir çöpe sahip olmuştum.
Hala kredi kartımın aylık ödemelerinde bir azalma olmuyordu. İşte nedeni buydu.
Gereksiz yere para harcamak, ihtiyacım olmadığı halde evi bu paçavralarla
doldurmak. Şimdi bunları etiketlerinde yazanın dörtte biri fiyata satabilsem,
ya da ödediğim paraların bana dörtte birini geri verseler dünyalar benim
olurdu. Sanırım yekun beni iki ay geçindirecek miktarı bulurdu.
Asıl büyük kıyım ağır takılanlara
olacaktı ama o an cesaret edemedim. Sadece tespitler yaptım. Hem daha iş
görüşmelerine gidiyordum ve her an yeni bir işim olabilirdi. Yün ceketler,
ceket-etek-pantolon üçlemeleri, bunların içine giyilen abiye gömlekler, dolu,
dolu, doluydu.
Fermuarlı elbise torbalarını her
açtığımda tüm unutulmuşlar üstüme atlıyorlardı, evet unuttuklarım da vardı,
hatta onlarla sarmaş dolaş oldum, unutmuş olmama hayıflandım, oysa geçen yaz
katılacağım bir akşam yemeğinde giyecek şey bulamamıştım. Halbuki torbadan
fırlayan beyaz ceketim ne kadar uygun ve şık olurdu. O fırsatı
değerlendirememiş, yine hep giydiğim şeylerden birini sırtıma geçirmiştim.
Güzelim ceketim, kodesinde hapis, öylece kalmıştı.
Ben bir de bunlara dünyalar kadar
temizletme paraları vermiştim. Temizletme olayı, çalışan insan için en önemli
gider kalemlerinden biridir. Pantolon, ceket ve etekler genelde temizletilir.
Beş pantolon temizletme bir yeni pantolon eder.
Bu kalantor giysi yığının içinde
işime en yarayacak olanlar, deri veya güderi ceketlerdi. İşte onlar evladiyelik
olup hayatımın her döneminde, gençlik, yaşlılık, çalışan ya da işsiz olma
durumunda hep giyilebilir şeylerdi.
3 ay geçmesine rağmen canım hiç sıkılmıyordu.
Her gün mutlaka yapacak birşey buluyordum, zaman o kadar boldu ki, bir yere
giderken de yolun büyük kısmını yürüyerek kat ettiğimden hem zamanı
harcayabiliyor, hem sporumu yapmış hem de yol parası ödememiş oluyordum. Bu
program iyice oturmuştu artık yaşamımda. 1,5 saat önceden evden çıkmak,
yürümek, merkezi noktaya bağlanarak oradan otobüs, vapur ya da tramvaya binmek
güzeldi.
O sıralar çağrıldığım görüşmelere
de gidiyordum. Bu yerlerden biri Gebze Organize Sanayi Bölgesinde, yurtdışı
merkezli ünlü bir firmaydı. Firmayı çok beğenmiştim. Çalışma saatleri, şekli
Avrupa standartlarına göre belirlenmişti. Fransız menşeli bu şirketin Ermeni
kökenli dünya tatlısı genel müdürü ile son derece güzel bir görüşmem olmuştu.
İş tanımı, en fazla 30 yaşında ve 3-5 yıllık bir mühendisin yapacağı cinstendi,
benim gibi 17 yıllık deneyimi olan yaşını başını almış bir hatunla İK
yöneticisini görüştürmenin ötesine geçmişler Genel Müdürle de görüşmemi
sağlamışlardı. Bilmiyorum belki de başka pozisyonlar için bakmışlardı bana. Bu
firma için tek kusurum Fransızca bilmiyor olmamdı, çünkü Fransızca mutlak
şarttı. Kısacası yine iki beden bol gelmiştim, uygun üst pozisyonlar için de
kusurlarım bana engel olmuştu. Bu kusurlarımın en başlıcası; yöneticilik
deneyimimin olmamasıydı. Mükemmeldim, mükemmel işlerde, projelerde çalışmıştım,
inisiyatif kullanabilmeyi başarmış, yöneticilerle denk sorumluluklar almıştım.
Ama bunlar geçip gitmişti, onca yıl bir unvanım olup da bunu geçmişime
yazamamıştım. Eh bu da büyük bir kusurdu İnsan Kaynakları gözünde. Haklıydılar,
aptal olan bendim, beceriksizdim ve ne yapıp edip bu konuyu halletmiş
olmalıydım. O an emeklerimin nasıl heba olduğunu, amatör zihniyetim,
dürüstlüğüm, saygım ve sevgim nedeniyle kariyerimi düşünmediğimi anladım. Pişman
ve üzgün değilim, bunu bir onur olarak taşıyorum. Erdemlerim ve yaşam anlayışım
bana başka türlüsünü sağlayamazdı zaten. Ancak bu durumda iş konusunda fazla
heveslenmemeli, yükseklerde uçmaktan vazgeçmeliydim.
Bu esnada yeni bir randevuya daha
gittim. 15 Ocak’ta ilk görüşmemi yaptım ve beklemeye alındım. Kabul edilme
olasılığım yüksekti, 10 gün sonra ikinci görüşmemi de yaptım ama başlama
tarihim bir türlü kesinleşememişti. Ben de beklemeye başladım. Biraz ambale
olmuştum, pek alışkın değildim bu tip görüşmelere. Olayı iyi yönetemiyordum,
bir de kaçıracağım balığın en büyüğün olmasından korkuyordum. “Seçersin
seçersin ama en iyisini seçemezsin ya” en korktuğum şeydi, bir hayal
kırıklığını kaldıracak hiç halim yoktu.
O aralar tamamen hayalimde olan
bir firma için araştırmalar da yapmıştım. Kariyer sitelerinde sürekli aynı
ilanı olan ama bir türlü pozisyonu kapatmayan bu şirketin ortaklarından biri
benim anne tarafımdan akrabamız idi. Bu bağlantıyı kullanarak burnumu buraya
nasıl sokabilirim şeytanlıkları için epeyce enerji sarf ediyordum. İşe girerken
bu tip torpilleri uygulamakta sakınca yoktu, zira ben torpilli girer ama en
torpilsiz koşullarda eşek gibi çalışan dürüst bir insandım. Benimkisi pembe
torpillerdi. Karşılığını ödemeyi nasılsa iyi biliyordum.
Şubat ayının ilk haftası, bizim
aylık buluşma planımızca belirlenmiş bir zamandı. Ben, eski müdürüm, bölüm
arkadaşım ve eski müdürümün yeğeni buluşmaya karar verdik. Gerçi o sıralarda
hararetli bir şekilde iş görüşmelerine gidiyor ve biriyle de el sıkışmak üzere
uzun iznimin belki de son günlerini yaşıyordum. Hatta kesinleştirdiğim ama hala
başlama günümü bir türlü belirleyemediğimiz bir işim dahi olmuştu.
Şu an bile öylesine net
hatırlıyorum ki 9 Şubat Cuma günü Ortaköy’de bir araya geldik. Bir hafta geç
olmuştu bu kez çünkü özel bir randevum yüzünden buluşmayı bir sonraki haftaya
ertelemiştik. Şubat’ın 9’u ve sıcaklık 20 derece civarında mükemmel bir havada
Ortaköy’deydik. İnanılmaz güzellikteki deniz, manzara, ılık hava, hafta içi olmasına rağmen cıvıl cıvıl
bir insan kitlesi ile o gün ortam çok güzeldi. Ben o gün de yeni ördüğüm
hırkamı giymiş onlara göstermiştim. Gerçi sıcaktan kurdeşen dökmüştüm ama
dayanmıştım. Çay bahçelerinin sırasında güzel bir kafe’de yarı içeride yarı
dışarıda oturuverdik. Ben menüden sıradan bir sandviçi seçtim. Evde mis gibi
yemekler yapıyor sağlıklı besleniyordum ve bu tip yerlerde lezzetlenmesi için
türlü soslarla bir kalori bombası haline gelen sağlığa son derece zararlı
yiyecekleri de hayatımdan çıkartmaya başlamıştım. Birer de soda söyledik. Yine
papağanlar gibi konuşuyor, gevezelikten ortalığa ses saçıyorduk. Kafeye
girmeden önce klasik çay bahçelerinde birer bardak çay içmiştik ve hesabımızı
eski müdürümün oğlu bizim de manevi kardeşimiz ödemişti, zira kendisi artık çalışmaya
başlamış ve maaş sahibi bir delikanlı olarak bize bu jesti yapmıştı. Hala
yediğimiz kazığa inanamıyorum, bir bardak çay 3YTL idi Ortaköy’de. Vapurda
50kuruş, Ortaköy’de 3YTL. Bir daha asla Ortaköy’de çay içmeyecektim, dünyanın
en zengini olsam da bu hayatım boyunca ihlal etmeyeceğim kuralımdı artık benim.
Ortaköy’de dikkatimi çeken bir
önemli şey de etrafımızdaki masaların dolu, o an işyerlerinde masalarının
başında oturması gereken yaş grubundan birçok insanın çevremizi sarmış
olmasıydı. İşin en ilginci de uzun soluklu bir yemek programındaydı bu kitle.
Balıklar geliyor, içkiler içiliyor, burada böyle rahat rahat oturuyorlardı,
duyduklarımıza göre de konuşmalar işle güçle alakalı değildi, resmen bir hafta
sonu eğlencesinde gibiydiler.
Bazı tipler daha vardı. Bunlar
bir elleri sürekli kulaklarında olan ve durmaksızın cep telefonları ile görüşme
yapanlardı. Genelde 35-45 yaş aralığındaki erkekler gündüz vakti ortalıklarda,
güneşe karşı oturmuş, kahvelerini yudumlarken bir yandan telefonda konuşuyorlardı.
Bu yaştaki insanların çalışması, ofislerinde olması gerekirdi ama değillerdi.
Son derece şık, düzgün giyimli, bakımlı ve hoş insanlardı ama bana göre
işsizdiler.
Bu tip insan gruplarına daha
sonraları da pek çok kereler rastlayacaktım ama o an için çözememiştim. İşsiz
sandığımız bu tabaka aslında iş bitiriciydi ve anında milyonlar
kazanabiliyorlar, kazandıklarını da şehrin en güzel ve seçkin yerlerinde
harcamayı biliyorlardı. Son yılların modası olarak rantiyeler de bir o kadar
artmıştı demek. İşte bu kalabalık ve tanımı net olmayan grup, ultra lüks
alışveriş merkezlerinin, ultra-marka mağazalarını palazlandıran zümreydi.
Tabi görüş alanımızdaki bu
manzara ve muhabbetler ister istemez bizi de özendirdi ve arkadaşımla beraber
birer bira içmeye karar verdik. Ortaköy’de karşıda deniz kımıl kımıl
çalkalanırken öyle aval aval bakarak durmak hiç hoş olmazdı. Biraya baktık 6YTL
idi. Ismarladık. Hiç değilse orada en az bir saat daha oturma izni almış
olacaktık. Gün harika bitti, hesabımızı ödedik, her nasılsa bira da dahil adam
başı 20YTL ile günü kapamıştık. Bu olağanüstü bir başarıydı, İşten çıktıktan 3
ay sonra, yüzde yüz verimli bir günü böyle ucuza getirebilmiştik. Ayağa kalktık
sahile doğru yaklaştık, denize poz vererek resimler çektik. Doyamadık o günün
güzelliğine, hayaller kurduk, yapamadıklarımıza hayıflandık, hep çekingen, hep
cesaretsiz kalmaya zorlanmış olmaktan, hep aynı yerde yıllar boyu çalışmak
suretiyle paslanmış olmaktan söz ettik. Biz bir takımdık bu takımdan
faydalanmalıydık ama korkuyorduk. Bizim gibiler hayatları boyunca bir araya
getirdikleri üç kuruş parayı da macerada yitirecek insanlar değildi, bu bizim
için yıkım olurdu ama yine de hayal etmeden duramıyorduk. Kendi işimizi kurmak,
danışmanlık yapmak, bildiklerimizi insanlarla paylaşmak ne güzel olurdu ama
gerçek hiç değişmiyordu. Hayaldi, güzel hayallerdi. Gerçekleşse dünya
kurtulurdu; katışıksız, samimi, abartılmamış ve doğal deneyimlerimiz yenilere
ışık olurdu. Organik danışmanlık herkese gerekliydi.
Böylesi güzel günlerin arkasından
tam zamanlı, memur tipi çalışma fikri bana daha da itici gelmeye başlamıştı. O
güne kadar üstünde durmadığım bir konuyu ciddi ciddi düşünür olmuştum. Konu
evlenmekti. İlk kez evlenmeyi bu denli ciddi düşünmeye başlamıştım. Yaşım 38
idi ve bana göre tam da zamanıydı, Hemen evlenip en geç 40 yaşında da iki bebek
sahibi olmayı pek ala yapabilirdim. Tabii tüp bebek olacaktı bunlar. 60 yaşında
üniversiteyi yarılamış çocuklarım olurdu, 70’imde torun bile sevebilirdim. Evet
tam zamanıydı, harika bir fikirdi, nasıl daha önce düşünememiştim ki? Bu konu
evrenin en uzak noktalarından çıktığı yolculuğu sonlandırmış, sonunda benim
kapımı da çalmıştı işte ama ne yazık ki aşk kapıyı bir türlü çalamıyordu. Belki
de zile uzun uzun basmıyordu veya ben duymuyordum. Nedense Tanrı bana bu
hususta kırıntı kadar yetenek ve beceri bahşetmemişti, yeni bir iş bulurdum ama
yüz yıl geçse bir eş bulamazdım. Her şeye rağmen karar verilmişti ve tüm
duyular açık olacaktı. Biraz hanımlık keyfi sürmek benim de hakkımdı.
İşe alımımın onay bulduğu ama
başlama zamanımın bir türlü belli olamadığı işyerinden de cevap gelmişti, tarih
23 Şubat olarak kesinleşmişti.
Bu cevabın geliş zamanı o kadar
kritik bir döneme rastlamıştı ki bunu sözcüklerle ifade etmek çok güç. Ben
hayallerimi süsleyen işyeri ve pozisyon için akrabalık ilişkilerimi kullanma
şeytanlığımı o hafta etkinleştirmiştim ve tüm yüzsüzlüğümle firmanın üst düzey
yöneticisi ile görüşme işini ayarlamıştım. Bunun için de aracı olacak kişi olan
akrabamızla öncesinde görüşecektim. Adam Holding’in sahibi ve yönetim kurulu
başkanı idi. Nefesimi kesecek bir olaydı bu benim için.
İşte 23 Şubat haberi de o sabah gelmişti. Böyle
ikircikli bir durumla gün başlamıştı. Ocak ayında olurunu aldığım ve günlerdir
haber çıkmayan firmayı bekleyecek değildim elbet, boş anları verimli kullanmak
en doğru hareketti. Kaybedecek hiçbir şeyim olmadığı gibi kazanırsam hayatım
kurtulacaktı ya da ben öyle sanıyordum. Hala iş yaşamının mutluluk getirdiğine
olan inancım devam ediyordu, bu hislerim nedense sıfırlanmamıştı.
Alışkanlıklardan kurtulmak uzun zaman alıyor.
Bu dönem hayatımın en zor
zamanlarını teşkil etmiştir. İkilemler içinde, sürekli karar değişiklikleri
yaşayarak, şuursuzca bir arayış, gerçek duygularla başkalarınınkini birbirine
karıştırmak beni epeyce yormuştu. Çalışmak güzeldi tabii, buna kesinlikle
itirazım olamazdı ancak beni tam olarak mutlu ettiğini söyleyemezdim. Bence bir
kaçıştı, hayatı ertelemenin ve yarattığım sanal dünyanın gerekleri
doğrultusunda yaşayarak bir şekilde oyalanmamın yoluydu.
Ben bu görüşmeye o güneşli Şubat
günü gittim. Aralık ve Ocak’ta ılık olan hava bu tarihte iyice ısınmıştı,
Baharlık bir ceketle, kumaş bir pantolon giymiş, renkli bir eşarbı da güzelce
boynuma bağlamıştım. Saçlarımı kendim yapıyordum, boyama işini iyice
öğrenmiştim, Allah’ın lütfu olan iri dalgalı uzun saçlarımı jöleleyip şekil
vermek çok kolaydı. Ben de öyle yaptım. Hafif bir makyajım vardı, tiril tiril
bir şekilde Maslak’taki Holding Merkezi’ne gittim. İşin komik tarafı ben oraya
varmadan az önce dayım oradan ayrılmıştı. Yurtdışı bağlantısı olan dayım zaman
zaman firmanın üst düzey projelerinde danışmanlık ve arabuluculuk yapıyordu.
Sürekli dünya üzerinde hareket halindeki bir adamın yapacağı en güzel işti ve
dayıma hep imrenirdim.
Binaya geldim, resepsiyondaki
ilgililere adımı söyledim ve birden sanki bir flaş patladı. Beklendiğim için
birden yanımda 2-3 kişi beliriverdi. Ben Holding Yönetim Kurulu başkanının
misafiriydim ve değerliydim onların gözünde. Ayrı bir asansöre bindik, görevli
kapımı açıyor beni bir devlet başkanını ağırlıyorlarmış gibi dikkatle ve özenle
gideceğim yere götürüyordu. Gökdelenin en üst katında, hayatımda hiç görmediğim
şıklık ve pahada dekore edilmiş bir kata geldik. Masif maun kapılardan biri
açıldı ve görüşme salonuna alındım. Pencereler bulutlarla eş hizadaydı ve
İstanbul ayaklarımın altındaydı. O kadar büyük bir yerdi ki nereye oturacağımı
şaşırdım, ardından toplantı masasının bir köşesine yerleşiverdim. İlerideki
koltuk ve kanepelere yeltenmemiştim.
Ben camlardan dışarıyı süzerken
ilerideki küçük kapıdan içeriye üniformalı biri girdi ve içecek bir şey arzu
edip etmediği sordu. Ben kahve deyivermiştim. Adam gittikten sonra akrabamız
olan başkan içeri geldi ve gayet samimi bir şekilde beni karşıladı. Ne de olsa
bebekliğimi bilen insanlardı bunlar ve annem onların ablası idi. Dayımın da
firma için yaptıkları, değerli katkıları ailenin gözünde önemli şeylerdi. Yine
çok geniş olan ailemizin mühendisler takımından olduğumuz ve zeka seviyesi
açısından da açık ara fark yaptığımız için itibarlı bireylerdik. Genlerimin
karşılığını bu anlamda hep almışımdır. O sırada kahve geldi. Tanesi sanırım
benim bir aylık maaşıma denk gelecek pahadaki incecik, muhteşem beyaz porselen
fincanda kahve, aynı porselenden küçük bir tabakta nefis kurabiyeler ikram
edildi. O sırada masada değil koltukların olduğu tarafa geçmiştik ve ikramlar
sehpaya koyuldu. İçimden bu porselenlerin başına bir şey getirmeden günü
bitirsem diye geçiriyordum. Öte yandan da sürekli sohbet ediyorduk. Ben kendimi
anlatıyor ve firmada ne tip bir iş yapacağımı söylüyordum. Yaklaşık bir saat
böyle neşeli ve rahat muhabbet ettikten sonra başkan, sekreterini çağırdı ve
beni ona teslim etti. Alt kata inecek ve istediğim firmanın üst düzey
yöneticisi ile görüşebilecektim. Biz içeride iken sekreter tüm bu işleri
ayarlamıştı.
Yine aynı törenle alt kata
indirildim ve yönetici ile randevuma girdim. Görüşmem çok iyi geçmişti. Ben
açık olan pozisyonları sorguladım, kendileri de o pozisyonların ilgili
yöneticisini çağırarak beni görüştürdü. Ancak tam örtüşmeyen bir şeyler vardı.
İstedikleri elemanın nitelikleri biraz farklıydı. Benim yetkinlik ve
becerilerim ise başka pozisyonlara daha uygundu ama şu an böyle bir ihtiyaç
yoktu. Karşılıklı ne yapsak etsek de bir yer bulsak muhabbetine girmiştik.
Prensip olarak hoşnut kalmadığım ve sevmediğim şeylerdi bunlar. Ben orada
bulunmaktan ve bu derece ayrıntılı görüşme yapmaktan duyduğum memnuniyeti dile
getirdikten sonra fazla zorlamamamız gerektiğini hissettirdim insanlara.
Güzelce el sıkıştık ve başka zamanlarda buluşma dileklerimizi sunduk
karşılıklı.
Sonuç olumlu değildi ama ben
kendimi müthiş iyi hissetmiştim. Zenginlik ne güzel bir şeydi. Keşke dünyadaki
her insan, vicdanı da rahat bir şekilde bu temizlik, güzellik ve ihtişamdan
payını alabilse dedim içimden. Saat 18.30’da ayrıldığım binadan çıktığımda o
gün yaşadığım keyfin ve masal aleminin beni bir süre mutlu edeceğine emindim. O
gün Şubat’ın 20’si idi ve ben zaten diğer şirkete sabahleyin KABUL cevabımı
vermiştim. Şansımı da denemiştim.
Baharımsı kış döneminde dışarıda
çok zaman geçirdiğim için toplumun 2000’li yıllarda almış olduğu şekli iyice
anlamıştım. Halkımız para üzerine epeyce kıvamlanmıştı. Hayatı algılama benim
bildiğimden daha farklıydı ve yaşam biçimleri çok değişmişti, ışık hızında bir
değişim olmuştu, özellikle iletişim teknolojilerinin insanı soktuğu biçim
hayret edilecek cinstendi. Bazı şeyleri anlayamıyordum. Giyim, kuşam, iş ve
insan ilişkileri farklıydı, paranın devinimi, çevrim sanatı gibi uğraşlar vardı
artık ve hiç bildiğim konulardan değildi. Ben hala genelde nakitle gezen, cep
telefonunu da evi aramak için kullanan, üstelik sadece 2 aydır bir dizüstü
bilgisayarı olan modası geçmiş, tarihte yaşayan acınacak bir mühendistim.
Bakalım yeniden çalışmak nasıl olacaktı? Belki de sürekli yaşadığım
yeniliklerin bende yarattığı acılar son bulacaktı.
23 Şubat’ta uzun bir aradan sonra
ayda 2000YTL maaşla işe başladım. İşyeri Dudullu’da idi, evime yakın
sayılabilirdi. Aslında hiç içime sinmemişti ama hiç değilse maaş diye verilecek
para ile kredi borcumu ödeyebiliyor, azıcık bile olsa bakiye kalıyordu. Ana
param sıcak fön görmüş kar gibi eriyeceğine bu şekilde korunabilirdi. Ne güzel
bahar kapıyı çalmış, doğa uyanıyorken, mimozalar sarı sarı yollarda bana
gülümsüyorken ben eski kazandığımın yarısına ağır bir işe giriyordum. Dört ay
çabucak geçmişti ama sokaklara henüz doyamamıştım.
Kararlaştırılan tarihte yeri
Dudullu’da olan bir üretim şirketindeki işime arabamla gittim. Şirket 40 yıl
öncesinde yaşıyordu sanki, eski Türk filmlerinde gördüğümüz fabrikalara çok
benzeyen, açık ofis mantığının henüz yerleşmediği, küçük kare odalarla dolu bir
merkez-ana binaya sahip, son derece sade ve naif bir yerdi. Yerler mozaik olup
kapılar demirdendi. Biraz kaygıyla baktığım bu görüntü bana fırfır büroların
uzağına çıkma, çalışma yaşamını yeniden gözden geçirme fırsatını verdi. Firmaya
birden kanım kaynamıştı, değerimin belki de yarısına denk gelen maaş seçeneğini
kabul ederek siftahı yaptım. İlk günden her şey son derece düzgün başlamıştı,
masam hazırdı, bilgisayar ve tüm kırtasiye ihtiyaçlarım masamın üzerinde hazır
bekliyordu. Hiç ummadığım bir profesyonellikle karşı karşıyaydım. Buraya aşık
olmuştum. Elemanlar işyerini sahiplenmişlikle çalışıyor, yıllardır orada olup
yurtdışlarında master üzerine master yaparak ruhunu kirletmiş insanlardan büyük
farklarla ayrılıyorlardı. İnanamadım bu kadar temiz ve güzel insanların var
olduğuna. Yeni işim harikaydı. Öncesindeki tüm depresif ruh halimden
sıyrılmıştım. Burası harikaydı.
İlk üç gün güzel geçti ancak sonradan
görev tanımıma giren faaliyetlerle baş başa kalınca birden şimşek çaktı. Ben
yanlıştım. İş ve işyeri doğruydu ama ben yanlıştım. Benim için tanımlanan
işleri yapmam olanaksızdı çünkü bilmiyordum. Bildiğimi sandığım iş ve
süreçlerle tamamen örtüşmeyen bir görev tanımım vardı. Dördüncü ve beşinci günü
kederler içinde bitirdim, hafta sonuna kapağı attım. Hayatımda en üzüldüğüm hafta sonunu geçirdim.
Başlamadan önce sevmediğim, ilk üç günde de çok sevdiğim bu işyeri ve
insanların arasında kalmam olanaksızdı, kesinlikle zarar vermeden buradan
gitmeliydim. Türk filmi senaryosu yaşıyordum, aşık olduğum adamı mutsuz
edeceğimi anlayarak ayrılması gereken fedakar kadındım. Ama iş konusunda
yetkinlik ve becerilere sahip olmadığımı da onlara söyleyemezdim, çok iyi bir
bahane bulmam lazımdı. İçim kan ağlıyordu, evdekilerle konuyu tartışıyordum,
nasıl zorlasam bilmiyordum ama devam etmem imkansızdı. O hafta öldüm öldüm
dirildim, kendimden nefret ettim, utandım, sıkıldım, Tanrıya isyan ettim.
Onlara bir insanın emri altında çalışmak için çok geç olduğunu, yönetici
olmanın dışında başka iş yapamayacak olduğumu uygun dilde anlatacaktım, daha
doğrusu buna karar verdim. Tüm bu gelgit ve girdaplar eşliğinde insan
kaynakları uzmanı o harika insanla konuştum. Aynı yaştaydık ve beni çok iyi
anladı. Şükürler olsun anlamıştı ve ben de rahatlamıştım. 28 Şubat itibariyle
işten ayrıldığıma dair istifa dilekçemi hazırladım. Aslında Mart ayındaydık ama
bu şekilde mevzuatı uyguladık. Tüm bunlara rağmen bana 7 günlük maaş ödemesi yaptılar.
Bu parayı hak etmemiştim, Tanrı bunun acısını benden çıkartmazdı umarım.
Mart’ın üçüncü günü itibariyle
yine işsizdim ama bu kez yıkılmıştım. Benzer durumları yaşama olasılığım çok
büyüktü. Bu deneyim bana göstermişti ki, olduğumu sandığım şeylerin hiçbiri
değildim, kısacası ben artık yeni mezun olduğum dönemlerdeki gibi piyade
değildim. Ben artık bir komutan olmuştum ve komutan olarak iş bulmalıydım, bu
da çok az bir olasılık idi. Türkiye’nin koşullarına göre beni bu tanımla işe
alacak bir yer yoktu. Özgeçmişinde yöneticilik deneyimi olmayan birini yönetici
olarak, 39 yaşında birini de eleman olarak çalıştıracak işyeri yoktu. Ben belki
işlerimde başarılı, tuttuğunu koparan, hayatta iş akışını durduracak hatalarda
bulunmamış biri olabilirdim ama taş yerinde ağırdı. Başka bünyelerde kan
uyuşmazlığını en üst düzeyde yaşayacak biriydim. Kayıptım. Artık YAPAN değil
YAPTIRAN olmalıydım. Bazı pozisyonları iş arama seçeneklerimden çıkartmalıydım.
Bunlar benim en güvendiğim pozisyonlardı ve kaybettiğim için çok üzülüyor,
benzer talihsizliği bir daha yaşarım diye de korkudan ölüyordum. Durduk yerde
gerçeğin suratıma gülle gibi çarpması ben de ileriki aylarda kolay kolay
üzerimden atamayacağım fobiyi beynime bir güzel yerleştirmişti.
Mart başıydı ve yine sokaklardaydım,
kaldırımları öpebilirdim, yollardaki ağaçları, çevredeki kuşları, bahçemdeki
çiçekleri, tek tek sevdim, okşadım, aralarına dönüşümü gökyüzüne bakarak
kutladım. Bir şekilde mutlu ettim kendimi, daha doğrusu kandırdım. Benim mutlu
olmam için evimin satılması, ne var ne yok silkindikten sonra elime kimsenin
dokunamayacağı güzel bir paranın kalması şarttı. İyi de hala ne yapacağımı
doğru dürüst bilmiyordum.
Ne yapabilirdim acaba ben?
Dünyadaki insanların hepsine sorsanız size söyleyecekleri; “hemen bir kafe
açmak” olur. Tahta iskemleli ve masalı, el dokuması, ya da otantik tezgahlardan
çıkmış ham keten masa örtüleri olan, duvarları hep aynı tablolar ve aksesuarla
doldurulmuş, genelde, koyu yeşil, bordo veya toprak renklerinin hakim olduğu,
kapısında 1950’lerden kalma hissi veren bir tabelası olan, loş, yoğun tütsü
kokulu bir kafe. Orada kendi yapımınız olan kekler, kurabiyeler, basit
yiyecekler, makinelerin hazırladığı çeşit çeşit kahveler, saçma sapan otlardan
her derde deva mucize çaylar vs. olacaktır ve siz mutluluğa mutluluk demeyecek,
hayatınızın en güzide günlerini orada geçirebilecektiniz. Bunu yapmamak nedense
salaklıktı, niye aklıma gelmiyordu acaba benim? Kafeler, kendi kafemi açmak!
İşte dışarıdaki insanların
gözünde ve gönlünde ideal, imrenilen yaşam, genelde hep böyle bir şeydir, mutlu
eden bir hayaldir ve bazı hayallerin HAYAL olarak kalması en güzelidir;
gerçekleşmesi ya imkansızdır ya da gerçekleştiği zaman hiç tadı tuzu yoktur,
gerçekler sanıldığı gibi değildir.
Ne yazık ki o açılması düşlenen
kafelerle dünyanın yarısı doluydu ama hayalperestler bunu farkında değildi.
Neredeyse 6 aydır sokaklardaydım ve yaşadığım şehrin her köşesi, kenarı, içi
dışı bunlarla dolmuştu, çoğu sinek avlıyordu, birisi henüz açılırken iki
yanındaki kapatıyordu. Kafe sahibi olmak buydu. En iyi keki, kurabiyeyi yapan
diye bir şey yoktu. Herkes gayet güzel yapıyordu bunları, özgünlük adına bir
şey kalmamış zira tüm seçenekler çoktan keşfedilmişti. Zaten unlu mamuller adı
altında iş gören yerler de doğal olarak birer kafeydi ve bunlarla rekabet etmek
imkansızdı. Bu ev yemekleri, kafe ve ihracat fazlası çul çaput satma fikirleri
benim listemden çoktan çıkmıştı. Konu; var olan ve büyüklüğü hiç değişmeyen bir
pastadan koparılacak yeni bir lokmadan ibaretti, bu lokma ne kadar doyurucu
olabilirdi ki?
Ben bildiğim ve asla benim için
zor olmayan bir şeyi yapmalıydım.
Doğuştan getirdiğim, Allah vergisi yeteneklerimi işlemeli, bunlarla
yaşamımı devam ettirebilmeliydim. Neydi peki? Bunu bir gün mutlaka bulacaktım.
Arkadaşımın Kasım’da doğan bebeği
büyümeye başlamıştı, onların evde oluşu, kendisinin çalışmaya uzun bir süre
başlamayacak olması benim için büyük şanstı. Aramızda düzenli olarak buluşmaya
karar vermiştik ama bir türlü tam randımanlı gerçekleştiremiyorduk. Evi bana
yakındı hatta benim performansıma göre yürüyerek rahatça varılacak
uzaklıktaydı, ona gidebilirdim ve gidiyordum da. Beraber bebeğin bize izin
verdiği boyutta oturuyor, bir yandan sürekli atıştırıp gevezelik edebiliyorduk.
Bebekle oynuyor, onun maskaralıkları ile epeyce oyalanıyordum. Yaramaz biraz
daha büyüse de dışarıya rahatlıkla çıkabilsek diye hayal kuruyorduk. Ev
kadınlarının günlük çay, kahve muhabbetlerine benzeyen, tatlı faaliyetlerdi
bunlar. Çalışan kadınların alışık olmadığı, bir türlü alışamadığı bu
faaliyetler bana hiç de garip gelmiyordu. Hem ikimiz de daha 6 ay öncesine
kadar çalışan bayanlar olduğumuzdan sanırım dengeyi güzel kurabiliyor,
sohbetlerimiz düzeyini koruyor, henüz o kadar boş ve gereksiz konularla haşır
neşir olmuyorduk. Belki de bu yüzden evde yaşam bana pek sıkıcı gelmemişti. Ah
bir de parayı yönetebilseydim. Beni sürekli eriten detaylardan
kurtulabilseydim.
Mart ayında babamla birgün benim
evin olduğu Beylikdüzü’ne gitmeye karar verdik. Önce belediye otobüsü ile
gidelim diye düşündük daha doğrusu ben ısrar ettim ancak babam başta kabul etse
de işin cılkını çıkarttığımı söyledi, arabayla gitmemizin daha doğru olacağına
beni ikna etti. Haklıydı da. Hesapladığımızda iki kişi otobüslerle gidiş dönüş
ödeyeceğimiz para ile arabayla gitmemiz halinde harcayacağımız benzinin
maliyeti arasında çok az fark vardı. Artık bu ince hesapları çok iyi
öğrenmiştim. Kafamda 2-3 sn. analizi yapıp hangisinin ucuz olacağını pat diye
bulabiliyordum. Yetenek kazanılmıştı ama her defasında uygulanması
gerekmiyordu. Neticede eve arabayla gittik. Etrafı gezdik, evin bulunduğu kata
çıktık. O sırada bizi apartmanın yöneticisi yakaladı, elinde bir liste vardı ve
6 aylık aidat borcu, asansör onarım masrafı vs. derken bize şimdi tam
hatırlamıyorum ama 350-400YTL civarında bir fatura çıkarttı. O an yıkılmıştım,
ben bu evden nasıl kurtulacaktım, bir an önce kendisini paraya çevirip diğer
borçlarımı kapatmayı düşünürken, bu orada durduğu yerde borç üretiyordu.
Moralim çok bozulmuştu, civarda satılık olarak yaklaşık 1000 tane ev varken ve
benimkinde SATILIK diye bir afiş dahi yoktu ve bu satış işi nasıl olacaktı?
Babama hemen oradaki emlakçılardan biri ile konuşup evi resmen ve emlakçı
aracılığıyla satılığa çıkartmamızı söyledim. Bu işler öyle şifaen halledilecek
gibi değildi, bir yandan da diyordum ki; babam bu kadar saf olabilir miydi?
Sağa sola tembih ederek evi satabileceğine nasıl da kendini inandırmıştı ki
böyle? İmkansızdı. İyi ki bugün buraya gelmiş, gerçekle yüzleşmiş ve gerekli
harekatı başlatmıştım.
Bu ay benim için oldukça
hareketliydi. Baharın gelmesi, günlerin uzaması nedeniyle pek evde durmuyor,
yolun yarısını yürüyerek almak suretiyle Kadıköy yakasında ya da Taksim
taraflarında bol bol gezinip duruyordum. Bu dolaşmalarım sırasında en sevdiğim
şey, İstiklal Caddesindeki kitapevlerini didik didik etmekti. Yine geziyordum
ama bu dönemde sadece koklayarak idare ediyordum. Kitaplar ateş pahası idi,
benim gibi bir girişte beş kitap alan biri için dayanmak zor görünse de ben
artık kitap satın almıyordum. Zaten kitap da okumuyordum. Yıllardır okumuştum
yollarda, kütüphanem dolmuş taşmış, bir o kadar kitabı da sağa sola
dağıtmıştım. Düşündüm! Okuduklarımdan aklımda kalan o kadar azdı ki? Evet kitap
güzeldir ama bunun gerçekten yararlı olanlarını seçmek çok güç bir iş. Bundan
böyle sadece biyografileri ya da belgesel niteliğindeki kitapları okuyacaktım;
gerçekleri anlatan, hayatı anlamayı kolaylaştıran, düşünsel ve zihinsel olarak
bana katkısı bulunan kitapları okumalıydım. Hediyeleri kabul edebilirdim bir de
ödünç alma yöntemini benimseyebilirdim. Yeniden para kazanana kadar da bu işi
ertelemiş, fırsat buldukça ödünç aldıklarım dışında satın alarak kitap
okumamıştım, okumayacaktım da. Bir de müzik albümleri. Onlar beni ruhen epeyce
yoruyordu, bir CD.nin 27YTL olduğunu görünce değil satın almak ellemeye bile
kıyamıyordum. Ne güzel albümler çıkmıştı, sevdiğim müzisyenlere ait çok değerli
albümler sıra sıra raflarda idi. Bunları almam imkansızdı, asla bu kadar para
veremezdim. İki CD’ye 54YTL, Allahım bu muhteşem bir meblağ idi, benim bir
aylık AKBİL dolum ücretimdi. Bu ne pahalılıktı böyle, sinir oluyordum. Korsan
satıcıları özledim bir an, onlar bizim gibi çaresiz, parasız insanların derdine
deva imişler de biz bilmezmiş, onlara laf edermişiz. Yasadışılığın en üst
düzeylerde olanaklar bulduğu ülkemde bu gariban çerçeve dışına çıkmayan, hayati
tehlikesi olmayan, zehir saçmayan, adam öldürmeyen bir sahtecilik ya da suç
faaliyeti olan korsan CD’ciliğe son verilmiş olmasını kınıyordum her gün.
Kahrolsundu bunları yasaklayanlar.
Beyoğlu gezintilerim sadece
bakmakla yetinerek, çok nadiren Saray’da kahve içerek ya da Şampiyon’da çeyrek
kokoreç yiyerek noktalanıyordu. Hemen belirteyim yarım ekmek kokoreç 5 YTL
idi. Artık böyle en ekonomik koşullara
takılıyordum. Evdeki yemeğin maliyetinin sokaktakiyle kıyaslanması sonucu
biliyordum ki yıllar boyu kazıkların en uzun ve sivrilerini yemişiz. Ne olursa
olsun içim elvermiyordu o parayı ödemek. Bu sokaklara savurduğumuz her kuruşta
fakir fukara, karnı açların hakkı vardı. Bizim elimizde savrulmaya hazır hale
getirilmiş her kuruş bu insanların açlığa mahkum olması sonucu elde
edilmekteydi. Bunları zaten bilen, bilinçli bir insandım ben. Neredeyse
çocukluğumdan beri duyarlıydım bu konularda ama uzun yıllar kendimi
uzaklaştırmıştım bu düşüncelerden. Tekrar gerçeklere dönmüş, ömrümün kalan
kısmında dünyanın en zengin insanı dahi olsam asla müsrif olmayacağıma, her
harcamamı yaparken kıyıda köşede çaresizlikle kıvranan insanları hiç aklımdan
çıkartmayacağıma yemin etmiştim. Açıkçası kendi tanımımla Nirvana’ya
ulaşmıştım. Hindistan’a, Nepal’e gitmeye gerek yoktu. Ülkemizde de yeterince
örnek vardı ve sufilik geleneği ya da tasavvufla ilgili birkaç kitap okumuş
herkes bu erdemlere sahip olabilirdi. Bizim topraklarımızda “bir lokma bir hırka”
cümlesi etrafında toplanmayı başarmış ne abdallar, ne dervişler yaşamıştı. Bu
engin örnekleri göz ardı edemezdim.
Ayrıca bir gerçek daha vardı ki
bugün hastalıklara karşı zayıf olmamız, kanserlerin artması, mental
rahatsızlıkların çoğalması hep sağlıksız, katkı maddesi bol besinleri tüketmek
yüzündendi. Doğal olmayan, kimyasallarla tatlandırılmış, bedenimizi zehir gibi
etkileyen, görünümü mükemmel ama hepsi içlerinde gizli katiller taşıyan
besinlerden uzak durmalıydım. Dışarıda belli başlı şeylerin dışında hiçbir şey
yememeliydim, bir süre sonra bunu yaşam felsefesi haline getirecek, zehirleri
tamamıyla menümden çıkartacaktım. İlk heves ve tatlı kaçamaklar halinde, midye,
kokoreç takılıyordum şimdilik. Genelde yaptığım ise sokağa tok karnına çıkmaktı.
Evden yemek yemeden asla çıkmıyordum, haliyle de acıkmıyor, bunlara
saldırmıyordum.
O sıralar, bir arkadaşım İstanbul’daydı. İstanbul aktarmalı olarak yurtdışına gidecekti. Sabah
İstanbul’a iniyor akşam da yurtdışına uçuyordu. Aradaki boşluğu pekala beraber
geçirebilirdik daha doğrusu böyle kararlaştırmıştık. Bu arada benim saçlarım
uzamaya devam ediyor beyazlarımsa 1 cm.i çoktan geçmişti. Yabancılarla beraber
olurken bu bakımsız durum beni bir parça sıksa da aldırmıyordum. Hava kapalı ama
ılıktı. Arkadaşımla Taksim’de buluşmaya karar vermiş, Ben o gün karşıya
arabayla geçmiştim, zira daha sonra kendisini havaalanına bırakacaktım. Bu o
zamanlar benim için biraz zahmetli bir işti ama arkadaşım çok özeldi,
misafirperverlik yapmalı, ev sahibi olarak yüzümü kara çıkartmamalıydım.. Hem böyle özel durumlar için ihtiyatım vardı. O gün annem de karşıda bir
akrabamızın gününe gidecekti. Annemi, teyzemi de aldım arabaya doluştuk,
bunları erkenden gidecekleri yere bıraktım, oradan da Taksim’e geçtim. Arabayı
AKM’nin otoparkına bıraktım ki arkadaşım çoktan gelmiş elinde valizi otoparkın
kapısında beni bekliyor ve bir yandan da gülerek resimlerimi çekiyordu.
Haklıydı çünkü geç kalmıştım. Tatlı sitemlerden sonra ben arabamı park ettim,
tüm tehlikesini göze alarak onun valizini bagaja bıraktık ve beraberce Marmara
Kafe’nin yolunu tuttuk. Orada oturacak biraz sohbet edip öğlen saatlerine
ulaşacaktık. Bizim yıllardır gündemimizden düşmeyen "ciğerci olayını" bu kez gerçekleştirmeye kesin kararlıydık. Çay, kahve içtik,
birazcık laflandık derken saat 12.00’ı buldu. Aslında çıkmalı, İstiklal
Caddesi’nde oyalana oyalana yürümeli ve Asmalımescit’teki ciğerciye
varmalıydık. İstiklal Caddesi ogün de çok güzeldi, hafta arası herkes işteyken
sokaklarda böyle gezmek ne kadar muhteşem birşeydi, bir türlü
doyamıyordum. Bu benim için hayat
damarlarımdan biri demekti. Şehri haftaiçi yaşamalıydık muhakkak, her şey daha
yalın ve süzülmüştü. Ortam nefisti. Üstelik ogün dünya kadınlar günü olduğu
için de Beyoğlu’nda hafif bir kalabalık vardı. Arkadaşımla kitapevlerine
girdik, onun istediği CD’leri satın aldık, alışverişlerimizi yaptık, ona buna
baktıktan sonra çıktık. Çıkarken kapıda kadınlar günü nedeniyle sadece
bayanlara verilen hediye paketini alırken günün verimi ve güzelliği bir kere
daha ruhumu okşadı. Başından sonuna sallana sallana caddeyi yürüdükten sonra
saat 13.00 gibi ciğerciye ulaştık. Evet sonunda o pek meşhur ciğercideydik. Tüm
aksesuarlarıyla, sumaklı incecik kıyılmış soğan piyazı, ızgara edilmiş biber,
maydonoz ve közlenmiş soğan, tabak dolusu maydanoz, roka ve acı turşuyla
beraber ciğerler akmaya başladı. Lavaşlar sıcacık geliyor, ciğerler üşümesin
diye üzerine kapatılıyordu. Patlayana kadar yedik, bir ara gülmeye başladım.
Ben hayatımda bu kadar yediğimi hatırlamıyordum. Yedim, yedim, yedim, ciğer
nefisti. Kalkma vakti de yavaş yavaş yaklaşıyordu. Elimiz yüzümüz batmıştı, ilk
işimiz lavaboya koşup iyice temizlenmek oldu . Orada hem laflayıp hem de mis
gibi yemeğimizi yemiştik arkadaşımla. Havadan sudan çok da ciddi olmayan
şeylerden konuştuk, çaylarımızı içtik midemizi bastırdıktan sonra toparlandık.
Hesabı ben ödedim, çünkü bunun için de en başında dayatma yapmıştım. İki kişi
patlayana kadar doyduğumuz bu yemeğe sadece 33YTL vermiştik, yani adam başı
17YTL. Mucize bir ücretti ve nefis bir öğlen yemeği yenmişti.
Bu seçenekleri hayatımda
biriktirmeye başlamış sonrasında birikimlerimden güzel güzel
yararlanabilmiştim. Düşünün sadece 17YTL ile karnımı zevkle doyurmuştum. Eskiden tek celse yemek için en az 50YTL’yi
gözden çıkartan zaman zaman 100-150YTL’ye varan paralar ödeyen ben, bu
mertebelerin olduğundan bile habersizken, şimdi neler öğreniyor, yaşamın bu
boyutunun da çok güzel olduğuna tanık olabiliyordum. Hayat güzeldi. Para
mutluluk demek değildi. 8 Mart Kadınlar günü bu yıl bana tüm güzelliği ile
patlamıştı. Züppe yerlerde içilen koka-moka-şoka kahvelerin fiyatına, halis
Türk ciğeri yiyen, güzel bir Türk Kadını olmuştum bu 8 Mart’ta.
Yine İstiklal Caddesinde lodosa
kapılmış kayık gibi yalpalı şekilde, bir gözümüz de saatte Taksim’e doğru dönüş
yürüyüşümüze geçtik. Havanın kapalı saydamlığı, burun deliklerimizi
nemlendirirken, bahar tadındaki ürpertinin sonucu omuzlarımız içe çökük,
Meydan’a ulaştık. Araba AKM’nin otoparkındaydı ve benim, arkadaşımı
Havalimanına bırakmam gerekiyordu. Bir İstanbul ev sahipliği eylemini sonuna
kadar tamamlamalıydım, bu konuda da söz vermiştim, daha doğrusu israr etmiştim.
Merter, Yenibosna civarındaki inşaat karmaşası nedeniyle endişeliydim ve
açıkçası uçağa yetiştirememekten korkuyordum ama yine de sözüm sözdü. Arabaya
bindik, hemen otoparktan çıktık, bildiğim en kısa yollardan çevreyoluna çıkıp
trafik kurallarını da biraz çiğneyerek havaalanı sapağına ulaştık. İçim
rahatlamıştı. Dış hatlar terminaline yanaşıp arkadaşımı indirdim. Bagajdan
bavulunu alıp çok beklemeden vedalaştıktan sonra, yalnız ve rahat olarak
çevreyoluna girip evime döndüm. Benim için güzel bir gün daha nihayete ermişti.
Ciğerciyi deftere yazmış, ilk fırsatta tüm arkadaşlarımı götürmek üzere listeme
dahil etmiştim.
Bu sıralarda nedense şansım mı
açılmıştı ben de anlayamadım ama eski işyerimle geri dönüşümle ilgili bir flört
sürecine girmiştik. Ben, 10 Ocak’ta daha fazla dayanamamış ve bana yapılan
haksızlık nedeniyle gittikçe içimde büyüyüp urlaşan duygularımın esiri olup,
hiç tanışma şansımın olmadığı ama çıkışımı imzalamış, eski işyerimin yeni genel
müdürüne bir elektronik posta göndererek, yaşadıklarımı kısaca özetlemiştim.
Belki bir çılgınlıktı ama ne kaybım olabilirdi ki? Hiçbir şey. Artık deliliği
elime almış, bir kılıç ya da kalkan gibi kullanıyordum. Ben bir anarşisttim,
karşı duruşun her türüne sempati ile yaklaşan ve yanında yer alan bir aktivist
olarak bu konuda da rahat durmamalıydım. Ektiğim tohumların yeşermesi Mart ayının ilk haftalarına denk gelmişti.
İşe geri dönüşümle ilgili olarak bana randevu verilmiş, elektronik posta
yolladığım yeni genel müdürle buluşma fırsatı yaratılmıştı. Şirkete gidişim çok
ilginç olmuştu, sanırım hayatında benim gibi deneyimler yaşayan insan azdır.
Ben çalışmak, para kazanmak faaliyetlerini zevke dönüştüren ve bu eylemlerin
aşamalarına, adımlarına esir olmayan, çılgının biriydim. Karizmamı bu çılgınlık
ölçüsünde tanımlamış, sınırlarımı da bu ölçütlerde belirlemiş garip bir
insandım. Kendimi böyle görüyor bunu da tüm dünyaya kabul ettirmeye
çabalıyordum. Nedeni basitti; ÇÜNKÜ KAYBEDECEK HİÇBİR ŞEYİM YOKTU. Benim için çok önemli olan benzin paralarına
kıyarak eski işime iki kere bu konuda gittim. Genel müdürle enfes diye
nitelendireceğim görüşmeleri yaptık; adamla frekanslarımız tutmuş kısacası
hayran kalmıştım, O da benim gibi çılgının biriydi. Örtüşmüştüm adamla, o kadar
olumlu idik ki birbirimize karşı, ilk dakikada olay netleşmişti. El sıkıştık;
iki pozitif bilim insanı, rasyonel mühendisler olarak el sıkışmıştık. Bu el
sıkışma bir büyük bekleme dönemine kapıyı açtı. Bana bir teklif yapacaklardı
ancak henüz kimse konuyu tüm boyutlarıyla düşünmeye ve değerlendirme aşamasına
geçmemişti. Beklenmedik bir durumdu benimkisi ve ortada çözümü verecek formül
yoktu.
Bu arada hiç boş durmuyordum,
havalar kış için son derece ılıman geçmesine rağmen ben inadına kazak, hırka
örmeye devam ediyordum. Nedense bu kış hava katiyen soğumuyordu, bırakın kazak
giymeyi, uzun kollu penyeler üzerine deri ceket giyerek sokaklarda geziyorduk.
Yine de yılmamış, kendime koyu yeşil, saf yünden çok güzel bir kazak örmüştüm.
Zaman bol olduğu için karışık, ağır ilerleyen bir örgü modeli seçmiştim. Tüm
parçalar tamamlanmış birleştirilmeyi bekliyorlardı ki en yakın arkadaşım olan
üniversite sınıf arkadaşımla Cumartesi buluşmaya karar verdik. Bizim
buluşmalarımız ağırlıklı olarak Galatasaray’daki ARA Kafe’de olurdu, yine öyle
yaptık. Erkenden evden çıktım, yürüyerek Kadıköy’e geldim, Karaköy Vapuruna
binip karşıya geçtim. Hava kapalı ve her an yağmur yağacak gibiydi. Buna rağmen
soğuk yoktu ve ben güvertede yolculuk ettim. Her zaman olduğu gibi çayımı deniz
manzarası eşliğinde içtim. ARA Kafe’ buluştuk, birer kahve içtik, kahvenin
yanında ikram edilen kurabiyelerden yedik. Arkadaşım o sıralar yeni bir digital
fotoğraf makinesi almıştı, bende henüz yoktu bu aletlerden. Yeni heves, bir de
cihazı öğrenmek amacıyla bol bol fotoğraf çektik. Bu arada güneş açtı, yerini
parçalı bulutlu bir havaya bıraktı. Bu da İstanbul turu yapmak ve bol bol resim
çekmek için en uygun koşuldu. Hemen jet hızıyla kafamızı çalıştırdık ve
Taksim’den kalkıp sahil yolu, Balıklı, Piyer Loti, Eyüp Sultan, Balat güzergahı
üzerinden tarihi semtler turu yapan üstü açık iki katlı otobüslerle dolaşmaya
karar verdik. Meydana vardığımızda hava muhalefeti nedeniyle, daha doğrusu
yağmur olasılığı nedeniyle pek rağbet yoktu ama otobüs turu iptal edilmemişti.
Ben ve arkadaşım birer bilet aldık ve otobüse yerleştik. Az sonra tur başladı,
hem sohbet ederek hem de etrafı izleyerek Sultanahmet’de turumuzu tamamladık.
Hala akşam olmadığına göre biraz daha kalabilirdik. Hemen Soğukçeşme Sokağı’na
attık kendimizi. Deliler gibi resim çekmeye devam ettik, güneş batmaya
meyletmişti ki, Belediye Sosyal Tesislerinde son molayı verdik. Belediye
Tesisleri bu tip turistik yerlerdeki diğer kafelere göre nispeten ucuz
oluyordu. Birer bira istedik, kuruyemiş tabağımızla birlikte içkilerimiz
geldiğinde Güneş kırmızı bir top halinde inişe geçmişti. İnanılmaz bir
dinginlik, hafif bir yorgunluk ve son derece memnun bir o kadar da kaygısız
olarak akşamı bitirdik.
Ben bir günü daha kendimi mutlu
ederek geçirmeyi başarmıştım. Harcamalar düşük düzeyde olup, alınan keyif en
üst düzeyde olunca bu mesleği, işsizlik mesleğini öğrenmeye başladığıma ikna
olmuştum.
Günlerden 21 Mart’tı. Eski iş
yerimin bana yaptığı ve benim hakaret olarak gördüğüm teklifi değerlendirme
derdinde olduğum bu güneşli, ılık mükemmel günde, bölüm arkadaşım beni aradı.
Anadolu yakasında olduğunu söyleyip buluşmayı önerdi. Buluşma yeri için de
teklifi Beylerbeyi idi. Allahım bu ikircikli günde bundan güzel şey olamazdı.
Beylerbeyi! Ne kadar severim ben orayı. İskele’deki lokanta ve çay bahçeleri,
pırıl pırıl güneş ve Biz. Olabilecek en uygun koşulların kesişmesi. Hemen kabul
ettim ve evden fırladım. Yaptığım, Altunizade’ye yürümek, oradaki otobüs
durağından 15F numaralı otobüse binmek olacaktı. Yol sadece 1,25 YTL. Ekonomik
olmayı o kadar iyi öğrenmiştim ki; taksiden başka gidiş yolunu bulamadığım
Beylerbeyi’ne bu kadar çabucak ulaşmanın yolunu öğreneli çok zaman olmuştu.
Beylerbeyi’ne gitmek için Acıbadem’de oturan biri 2,5 YTL.den fazla para
harcamamalı, harcarsa da ona enayi denebilmeliydi. Tasarruf ettiğim her Yeni
Türk Lirası benim; boğaza karşı tüttüreceğim kahvenin dumanını üflüyordu.
Bembeyaz köpük köpük kümülüsümsü o dumanları. Arkadaşımla buluştuk, denize
nazır güzel bir masaya kurulduk. Benim kafamda dolaşan tilkilerden kısaca
konuşup eski iş yerime vereceğim yanıtı iyice kesinleştirince midyeleri,
kalamarları ısmarladık. Karnımız fazla aç değildi ve uzun uzun oturup
konuşacağımızdan, yavaş yavaş yedik sipariş ettiklerimizi. Aklımda kalan en
keyifli günlerden biriydi 21 Mart 2007. Boğaz, Beylerbeyi, iskele, deniz, kayık
ve martılar, koşturan kediler, güneş nedeniyle poplin gömleklerimizle teslim
olduğumuz havanın, serinleşmeye başladığında bize verdiği ürperti. Yaşam buydu
ve ben sokaklarda olmaktan mutluydum.
En son kahveleri söyledik ve ben
nadiren keyiflendiğimde bana eşlik etmesinden zevk aldığım sigaradan bir tane
tellendirdim. Esir olmamak, zevk için arkadaşlığına izin vermek sigaranın! Bu
aslında yaşamın her anında her unsuru için geçerli olan bir kabul, bir duruştur
benim mantığımda. Esir olmamak ve sadece eşlik etmesine izin vermek. Yaşam da
böyle değil midir? Böyledir ve
olmalıdır.
Esir olmamak size sunduklarına,
sadece izin vermek katmak istediklerine. İnsan iradesi, irademiz ve beynimiz,
doğanın mükemmelliğinin zirve yaptığı tek hazinemiz. Tepkilerine saygı duymalı,
kullanırken özenli ve duyarlı olmalıyız.
O gün sabitlerimin dışına çıkmış
tasarruf kemerimi gevşetmiş, başka şeylerden fedakarlık yapmayı peşinen kabul
ederek fazla harcama yapmıştım. İstanbul Boğazı’nın maviliği pahalıydı, o
narin, yaşlı ama güzelliği sonsuz yosmanın vizitesi çok pahalıydı. Ben de bu
bedeli ödemiştim arkadaşımla beraber. Herşeye rağmen bunu yapmaktan mutluydum.
Kim bana vaad etmişti ki 20 yıl daha yaşayacağımı, fırsatlar değerlendirilmeli,
asla kaçırılmamalıydı. Asıl olan para değil mutluluktu, mutlu olmaksa yaşadığım
o anlardı. 15F otobüsü, sigaram, kahvem, mavi sular ve parlayan güneşti
köprünün arkasından.
Bu tip hovardalıklar için kendime
her ay bir gün tanımladım. 6 ay olmuştu ve epeyce tasarruf etmiş, bir takım
masraf kalemlerinden kurtulmuş, giderlerimi azaltmıştım. Bu nedenle kendime
izin günü verebilirdim artık. Bunu hak ediyordum, bu hak ediş her ay benden
hortumlanan 1470 YTL’nin kesilmesiyle çok daha anlamlı hale gelecekti. Evet
maaşsız, gelirsiz altı ayım geçmişti ve yoktan yere 8820 YTL kadar param da
kredi borcum nedeniyle cebimden gitmişti. Eğer Beylikdüzü’ndeki ev satılmazsa
bu gidişin sonu kötü olacaktı.
Lanet ettim o gün. Tam düşük
faizle kredi olanağının olduğu bir dönemde zamanlamayı da mükemmel yaparak
güzel bir ev sahibi olmuştum ama sadece 7 ay, evet sadece 7 ay sonra maaşsız
kalmıştım. Güzel evimin borcunu emeğimin hakkıyla kazanıp ödemekten men
edilmiştim. Kısmet dedim tabii ancak bu kısmet denen şeyin tekrar yakınlarıma
gelmesi ve atıl bir şekilde duran, acilen paraya dönüşmesi gereken diğer evimin
satış olayında da kendini göstermesi gerekiyordu. Evi 110.000 YTL gibi bir
fiyatla satıp kredi borçlarımı ödediğim gün hayata tekrar başlayacaktım. Daha
uzun, temiz, rahat nefesler alabilecek, yapmak istediğim bir takım işlere de
yoğunlaşabilecektim. Yoksa bankada bir kar yığını vardı ve yaklaşan yazla
beraber hızla erimekteydi, ben de eriyen kar sularının altında kalmak
üzereydim.
Öte yandan yeniden eski işyerimde
çalışma olasılığı kapımda bekliyordu. Ay sonu gelmişti ve kesinlikle yapılan
teklife bir yanıt vermeliydim. Başlangıçtan itibaren her şey yolunda gitmişti.
İnsan olarak gayet iyi anlaşmıştık. Ancak mevzuata dayalı zorunlu kriterler,
hatta dogmalar bizi yemişti, saçma sapan öneriler asla kabul edilemeyecek
koşullar nedeniyle, kenetlenmiş ellerimiz çözülmek zorunda kalmıştı. Hayatımda
hiç görmediğim, tanımayı da asla istemeyeceğim, insan sınıfında değerli
bulmadığım organizmaların engelleri nedeniyle bu müthiş insanla çalışma fırsatı
bana verilmemişti. Yerinde ağır bir taş olarak, harcın içine katılmam engellenmiş
kısacası eski işyerime dönüşüm büyük bir fiyasko ile sonuçlanmıştı. Bir rüyaydı
belki ama bu sürede mutlu olmuştum. Kendi mutluluğumdan daha çok, kişisel
hırsları nedeniyle bana bunu yapanları, insanlık unsurlarını barındırmayan
rezil insanları mutlu etmiştim. Bu da beni sinirlendirmişti. Hayatlarında bu
derece tatmin derecesine asla ulaşmadıklarına emin olduğum bu cinslerin, bana
kocaman bir teşekkür borçlu olduklarını da muhasebe defterime işleyerek gerçek
dünyama geri döndüm. Gerçek ve mutlu dünyama.
Belki de yapmamam gereken bir
atılımdı bu. Yalnız bazı şeylerin hiç bilinmeden geçiştirilip gitmesine
dayanamıyordum. Ahlakım buna müsaade etmiyordu. Bir insanın sadece kişisel
hırsları ve tatmin edilemeyen güdüleri nedeniyle başkalarına zarar vermesi,
kötü koşulların içine düşmesine neden olması, cinayetle eşdeğerdi benim için.
Acayip aç gözlülükler, doymak bilmeyen egolar, sade, naif ve basit bir çizgisi
olan, işini gücünü dürüstçe yapan insanlarda birer sırtlan ısırığı
oluşturmamalıydı. Hiçbir zaman hiç kimse öldürücü darbeler nedeniyle acı çekip,
günlerce yaralı yatıp, güç bela iyileşmek zorunda kalmamalı. Ortada henüz hiç plan yokken, sade, rahat ve
en iyi şekilde işyerinde çalışırken, sadece 6-8 ay sonra şirket tarafından
kırmızı bültenle, gazete ilanlarıyla aranan bir ahlaksız yüzünden asla ve asla
bunlar yaşanmamalıydı. İşe geri dönüş fikrini bende onaylanan şıklardan biri;
bu ahlaksızdan daha güçlü olduğumu göstermekti. Bir diğeri ise ödemekte olduğum
kredi taksitlerime çare olabileceği üzere yeniden düzgün bir gelire kavuşmaktı.
Türlü kaçış denemelerime rağmen pis paraya muhtaç olmak bana ayrıca büyük acı
da veriyordu. Şükür ki bu macerada direkten döndüm ve güzel hayatıma yeniden
başladım.
Artık bundan sonra internetteki
kariyer siteleri, iş başvuruları benim için eğlence olmanın ötesine
geçemeyecek, onlar benimle değil ama ben onlarla zamanımı geçirip,
neşelenecektim. Ülkemizde tepeden tırnağa toplumu esir almış yozluk, bu alanda
da üst düzeydeydi. Kimse ne aradığını bilmiyor, aradıklarını sandıkları
insanlar karşılarına çıktığında da bunu fark edemiyorlardı. Ortada çok ciddi
bir sorun vardı ve bu sorun halledilinceye kadar iş aramaktan vazgeçmeyi uygun
görmüştüm. Aslında Beylikdüzü’ndeki evim satılsa bütün problemler sona
erecekti, bu benim en önemli sorunum olup üstüne yoğunlaşmam için artık bir
dakika bile gecikmemeliydim. Tüm eylemlerim, maddi, manevi tüm çabalarım bu
işle ilgili olmalıydı. Evi satmalı, kredi borcumu kapatmalı, elime kalan para
ile hayatımın kalan kısmına bakmalıydım.
EV SATILMALIYDI. KESİNLİKLE AMA
KESİNLİKLE SATILMALIYDI.
Beynimi kemiren bu sıkıntılı
süreçte yaşadıklarımı düşününce hala çok üzülüyorum. Tek bir kuruşu haram
olmayan, alnımın teriyle kazandığım paramdan hatırı sayılır bir kısmının yok
olup gitmesi beni hala kahrediyor. İnsanlar türlü yolsuzluklarla milyonlar
kazanır ve keyfince harcarlar, ben ise gıdım gıdım yaptığım birikimimden, hak
etmediğim halde benim için çok çok önemli bir miktarını boşu boşuna
kaybetmiştim. Öte yandan o zaman bu kadar üzüldüğüme de kahroluyorum. Her
gecenin sonunda güneş mutlaka doğuyor, ben sanki güneş hiç doğmayacakmışçasına
kendimi yıprattım. İlk anlar, ilk sıkıntılar karşısında acemilikten kaynaklanan
zayıflıklardı bunlar. Boş yere, düşüncesizce, telaş ve panik sonucunda oluşan insani
tepkilerdi. Artık çok daha güçlü, rahat ve soğukkanlıyım. Bu tip maddi
konuların beni üzmesine asla izin vermiyorum. Maddenin, ağırlıklı olarak da
paranın sadece bağımlılık yapan belalar olduğunu artık çok iyi biliyorum. Ama o
gün geçerli olan tek gerçeğimi de asla defterden silmiyorum. Beylikdüzü’ndeki
evin satılmasının tek çarem olduğu gerçeğini!
Bu dönemde Antalya’da yaşamaya
başlamış kuzenimle msn yoluyla sürekli muhabbet ediyorduk. Bunlara sohbet
demekten ziyade, hayal kurma yazışmaları demek sanırım daha doğrudur. Aklımıza
binlerce cin fikir geliyordu ancak bunları gerçekleştirmek için beş kuruş
paramız yoktu. Hem hayal kuruyor hem de para olmadığı için kurulmuş hayali tek
darbe ile yıkıyorduk. Bu darbenin adı parasızlıktı, sermayesizlikti. Sonradan
beni gülümseten ancak o dönemde geleceğe yönelik içimdeki heyecanları yeşerten
ve hep yeşil tutan, bu konuşmalarımızdı. İkimiz de bundan mutlu oluyorduk. Hele ki parasızlığı yenmek için şans
oyunlarına abanmamız, soluksuz kupon doldurmamız ve her çekilişten sonra “yine
olmadı” deyip, olursa “neler neler yaparız”ın listesini oluşturmak baş zevkimiz
haline gelmişti. Dünyayı yerinden oynatacaktık. Bu arada benim Antalya’ya
gitmem farz olmuştu. Bu harika bir fırsattı ve iki yakam bir araya geldiği gün
ilk işim Antalya’ya gitmek, bu şehirde turist değil de bir sakini gibi
yaşayarak günler geçirmeyi gerçekten çok istiyordum. İstanbul’dan hiç
ayrılmamak, Nisan’a yaklaştığımız bu günlerde beni son derece sıkmaya
başlamıştı. Benim gibi gezmeyi seven biri için bu durum bir kabustu. Evet
gezmek! Bu kelime artık kulağımı acıtıyordu. Çok özlemiştim seyahatleri.
Buna da bir ölçüde çare
bulmuştum. Bilgisayarın başına geçtiğimde tur şirketlerinin internet
sayfalarına giriyordum, yine aklıma gelen her türlü turizm ve tanıtım
kataloglarının internet üzerindeki bilgi dolu belgelerine giriyor, okuyor,
okuyor, kalınacak yerleri inceliyor, o yerlerin fotoğraflarına bakıyordum.
Dünya üzerinde ne muhteşem yerler vardı ve bazı insanlar hayatlarını buraları
dolaşmakla geçiriyordu. İmrenmekten bayılacak gibi oluyordum. İşte bu sanal
gezintilerim esnasında bilgisayarıma yüklediğim müzik CD.lerimden seçtiğim
karışık albümü dinliyordum. Kendime en sevdiğim şarkılardan oluşan 150-180
şarkılık albüm yapmıştım. Bunlar genelde son dönem tenorların pop-arya
türündeki şarkıları, etnik müzikler, Akdeniz melodileri, Latin ezgileri, eski
klasikler ve fadolardı. Müzik kulaklarımda, muhteşem yerler gözlerimde böyle
saatler geçiriyordum. Aklıma gezi yazılarım geliyordu. Ben bu yerlere gitsem ne
yazılar çıkartırdım ortaya. Duygusal anlamda beni öylesine tetikleyen yerler
vardı ki dünyanın uzak köşelerinde. Oysa ülke dışına çıkmak şöyle dursun şehir
dışına çıkmam bile çok zordu. 39 yaşındaydım. Yetmişe kadar yaşayacağımı
varsaysam önümde 31 yıl vardı. Her yıl bir yere gitsem toplamda 31 yer ederdi.
Dünyada 200’e yakın ülke olduğuna göre durum vahimdi. Bir gün ancak melek
olduğumda bunları gezebileceğimi düşünmeden edemiyordum.
Nisan yaklaşıyordu, baharı
yakalamıştık. Bu dönemde işler yavaşlar, eleman alımları azalırdı. Benim zaten
çok şanslı olmayan iş başvurularım ve mükemmel geçmeyen iş görüşmelerimden
sonra bu dönemde hiç şansım yoktu. Dişimi sıkmalı, kendimi memnun edecek
uğraşlara yoğunlaşmalıydım. Yıllarca göremediğim bir sürü arkadaşım vardı.
Bunlardan biri 1990 yılında ilk işime girdiğim gün tanıştığım ve yıllarca
dostluğumuzun devam ettiği en sevdiğim arkadaşımdı. Kendisini zaman zaman arar,
uzun uzun konuşurduk. Madem boştum, yapacak şey arıyordum, yaz gelmeden, çok
sevdiğim bu canım arkadaşımla bir buluşma ayarlayabilirdim.
Hemen telefonla aradım ve
randevulaştık. Kadıköy bizim eskiden beri tutkumuzdu, Bahariye Caddesinde
Gloria Jean’s kafede buluşmaya karar verdik. Kapalı ama ılık bir havaydı ve
saat 11.00 civarı buluştuk. Hemen kahvelerimiz söyledik ve başladık konuşmaya.
Yılların birikimi vardı, yaklaşık saatler lazımdı bize. Baktık olacak gibi
değil, orada hesabımızı ödedik ve yemek yemek üzere dışarı çıktık. Bahariye
Caddesi’ni kullanmadık, arkadan dolandık, Moda Caddesi üzerinden Kadıköy
Çarşı’ya geldik. Kadıköy’lü herkes gibi rotamızı ÇİYA’ya çevirdik. ÇİYA,
otantik yemekleriyle ünlü ve Kadıköy’ün simgesi haline gelmiş yılların
eskitemediği, her gencin karnını doyurduğu, yaşlandığı zaman da nostalji
yaşamak, anılarından konuşmak üzere takıldığı bir efsaneydi. Son yıllarda
izdiham nedeniyle küçücük yerine sığamamış tam karşısında kocaman yeni yerini
açmıştı. Arkadaşımla girdik ve iki kişilik güzel bir masada oturduk. Derhal
menüyü elimize aldık, keşkeklerimizi söyledik ardından otlardan yapılan bilumum
ilginç yiyeceği de siparişe ekledik. Yemeklerimiz hemen geldi. Zevkle
tabaklarımıza daldık.
Bu lezzetleri çok özlemiş
olduğumu fark ettim, buraya daha sık gelmeli ve arkadaşlarımı da getirmeliydim.
Mis gibi karnımızı doyurduktan sonra hesabımızı istedik. Hesap gayet makuldü,
iki kişi 38YTL’ye karnımızı en güzelinden doyurmuştuk.
Karnımız doymuştu ama birbirimize
doyamamıştık, kahvelerimizi içmek üzere başka yere doğru yelken açtık. Yine
diğer efsane Denizatı kafeye gittik. Orta şekerli Türk Kahvelerimizi söyleyip
orada da geçmişi, bugünü, dünyayı konuştuk. Çenemiz düşmek üzereydi ve akşam
oluyordu. Eski arkadaşlarımı bu kadar özlemiştim ve bunu yeni anlıyordum. Araya
yıllar sokmuştum. İçimden burnumun direği sızlayarak kendime bunu söylüyordum.
İş hayatı, sürekli meşguliyet, fazla mesailer, işte geçen hafta sonları beni
sevdiğim bu insanlardan acımasızca uzaklaştırmıştı demek. Ezildim, yıkıldım,
yok oldum. Arkadaşımla sarıldık ve vedalaştık. Daha sık görüşmek üzere
sözleştik. Kolay değil yılların dostluğuydu bu şükür ki o gün tazelenmiş bağlar
yeniden düğümlenmişti.
Çarşı o sıralar değişim yaşamaya
başlamıştı. Eski yerler tadilat görüyor, kemikleşmiş kiracılar çıkartılıyor,
işletmeler el değiştiriyordu. Antikacılar, sahaflar, otantik giyim mağazaları
ve küçük kafeler yavaş yavaş yerini birahaneler, balık-salata biçeminde yeni
moda olan dükkanlar, doğal gıda ürünleri satan bol kokulu mağazalara
bırakıyordu. Zamanla bunlar o kadar çoğaldı ki 2-3 yıl içerisinde Kadıköy
Çarşı’ya girildiğinde, alkol ve balık kokusundan yürünemez oldu. Bunların hiç
biri yokken iyi değildi ama bu kadar çok olunca da pek sevimli gelmiyor benim
gözüme. O gün arkadaşımla Çarşı’nın son tatlarını almıştık. Bilemediğimiz bir
son şanstı ve iyi değerlendirildi.
Yeniden çalışmak benim için ilk
hedef olmaktan çıkmaya başladığına göre tek tek eski arkadaşlarımı aramalıydım.
Onlarla irtibata geçmek, boş olduklarını bildiklerimle hafta içi günlerde bir
araya gelmek mantıklı olabilirdi. Hatta İzmit’ten tanıdığım çocukluk arkadaşlarımdan
İstanbul’da yaşayanlarını mutlaka aramalıydım.
Çalışma Kampındaki esirlikler bitmiş tekrar hayata dönmüştüm. Gün
ışığında şehir yaşamının içine girmiş, hayatın bu yönünü yeniden keşfetmeye
başlamıştım.
Yine bu sıralar ev yaşamımızla
ilgili olarak bazı kararlar verdim. Sürekli sokaklarda hoppa hoppa dolaşacak
değildim elbet, artık yaşlanmakta olan anne ve babama destek olmalıydım.
Devamlı bakım isteyen kardeşim bizimkilerin bedenlerini iyice yormuştu. Ben
uzayda yaşamıyordum, bunu az çok hissediyordum ama sabah 6.30’da evden çıkıp
akşamın 8.00’inden önce eve dönemediğimden bazı şeyleri kaçırmıştım.
Kardeşim gerçekten büyük emek
istiyordu. Özellikle geceleri yapılan işlemlerle ben ilgilenmeliydim. Sabah çok
erken uyandığım ve işe gittiğim için beni uyandırmaya kıyamayan annemle babam
adeta çökmüştü. Biraz daha eve dönmeli, yükün bir kısmını üzerime almalıydım.
Geceleri ben de kalkıyor ve yardım ediyordum onlara. Sabah kahvaltı hazırlamak,
yemekleri ya da yardımcı yemeği yapmak gibi şeyleri üstlenmiştim. Ütü gibi
zaten sevdiğim bir uğraşın da bir bölümünü annemin üzerinden aldım. Bu çok iyi
oldu zira hem vakit geçirecek boş şeyler aramıyordum hem de onlara yardımcı
oluyordum.
Hatta iyice havaya girmiş, zor ve
vakit alan yiyecekleri bile denemeye başlamıştım. Neredeyse ilkokuldan beri
mutfaktan çıkmayan ben, en sevdiğim uğraşlardan biri olan yemek pişirmeye bu
dönemde fazlasıyla merak sardım. Özlemiştim mutfağı, bir kadın için en kutsal
yerin mutfak olduğunu böylece hatırladım.
Geleneksel hale gelen dörtlü
buluşmamız yaklaşmaya başlamıştı. Acilen mailleşerek tarih konusunda anlaştık.
Eski müdürüm, bölüm arkadaşım ve grubun ithal elemanı kardeşimiz,
Sultanahmet’te buluşmaya karar verdik. O sene İstanbul’da bir LALE festivali
oldu. Belki daha önceleri de vardı ama bu sene olay daha görkemliydi. Şehrin
her yanına lale ekiliyor, belli başlı geçiş noktalarında kurulan çadırlarda,
gelen geçene bedava lale soğanları dağıtılıyordu. Belediye İstanbul’u lale
bahçesi haline getirmeye ant içmişti sanki. Her şeye karşın görüntüler
mükemmeldi. Açıkçası ben bakmaya doyamıyor, rengarenk çiçekleri manzarama alıp
bir yerde oturmaya, çay-kahve içmeye bayılıyordum.
Lale günlerinde sokakta olmak
güzeldi. 6 Nisan günü sözleştiğimiz üzere Sultanahmet’in yolunu tuttum. İhracat
fazlası mağazadan aldığım kırmızı anorağım üzerimdeydi, içimde ise ince, uzun
kollu kahverengi bir penye bluz vardı. Bunları kotumun üstüne geçirmiştim,
boynuma şalımı dolamış, saçlarımı arkadan tek örgü yapmış, sade bir şekilde
evden çıkmıştım. Kırmızı lalelerle uyum içindeydim. Her zaman olduğu gibi
Kadıköy’e yürüdüm. Yürürken bizim caddedeki dükkanların vitrinlerine bakındım.
Bir fotoğraf makinem olsa ne iyi olurdu diye düşündüm çünkü son zamanlarda
gördüğüm manzaralar öyle güzeldi ki resmini çekmek isteği içimde gittikçe
büyüyordu. O zamanlar henüz satın almayı
düşünecek durumda değildim, bütçenin toparlanmasını beklemem şarttı ya da çok
iyi bir kampanya yakalayıp bedavaya getirmeliydim.
Öğlen, yemek saati civarında
hepimiz Sultanahmet Meydanında bir araya geldik. Sarılıp, öpüştükten sonra
yapılacak ilk işin tarihi köftecide karnımızı doyurmak olduğuna karar verdik ve
köfteciye girdik. Saat 13.00 olmuştu ve içerisi hınca hınç doluydu. Bizim için
hava hoştu, bekleyebilirdik. Ancak derdimiz konuşmak ve birbirimizi görmek
olduğundan en üst kata çıkmayı yeğledik ve masamıza güzelce yerleştik. Köfte ve
piyazlarımızı sipariş ettik. Ayrıca iki adet de salata söyledik. Hepsi kısa
sürede geldi. Selim Usta’nın efsaneleşmiş köfteleri her zamanki gibi mükemmel lezzetteydi.
Afiyetle yedik. Benim dışımda herkes irmik helvası söyledi. Adet olduğu üzere
köftenin üzerine helvalar da yendi. Hesabı istedik. Adam başı yaklaşık
12-15YTL’ye yemek işini bitirmiştik. Performans müthişti. Şimdi sırada; dışarı
çıkmak, meydanın her köşesinde dolaşmak, laleleri izlemek ve bir başka yerde
kahve içmek vardı.
Selim Usta’dan çıktık. Güneşli
hava tüm güzelliği ile devam ediyordu. Lalelerin arasında dolaşıyor,
resimlerini çekiyorduk. En komiği ise arka plana Sultanahmet Camii ve Ayasofya’yı
alarak turistler gibi fotoğraf çekmemizdi. Sanki dört arkadaş Anadolu’dan
gelmiş de İstanbul’un kalıplaşmış yer ve manzaralarında resim çekiyorduk. O
kadar yanlış sayılmazdı bu halimiz, çünkü yıllardır bu semtlerde böylesine
serbest, dertsiz, zaman kısıtı olmadan rahat rahat gezinme fırsatımız
olmamıştı. Hafta içi halinden haberimiz dahi yoktu. Hep hafta sonlarının
işkencesine maruz kalmıştık. Şimdi böyle olunca meydanın canına okuyorduk.
Bahardan mıdır nedir ben o gün
inanılmaz sakin ve yumuşaktım. Eski halimden pek eser kalmamış, şartlarımı ve
durumumu kabullenmiş bir havaya girmiştim. Bir değişim vardı bende bir kıpırtı.
Bahar hepimizde benzer ruh hali yaratmış olsa da ben daha farklıydım ama
farkında değildim. Laleler arasında gezindikten sonra hafifçe serinleyen
havadan dolayı kapalı bir yere gitmeye karar verdik. Burası YEŞİL EV adındaki
eski bir ahşap konaktan restore edilmek suretiyle yapılmış şık mı şık bir kafe
olacaktı. İçimizden buraya girmek ve kahvemizi burada içmek gibi gayet insani bir
dilek geçmişti. Bu konuda tereddütümüzün nedeni, bu tip yerlerde fiyatların çok
pahalı olması ihtimaliydi. Biz Yeşil Ev’e girdik bahçesinde dolaştık, orada da
resimler çektik ama içeriyi görünce girip oturamadan edemedik.
Ev gibi dekore edilmiş, bembeyaz
örtülerin olduğu yuvarlak masalarla donatılmış bu şık yerde kendimize bir masa
seçip oturduk. Etrafı pencerelerle çevrili bu salonun bir tarafında sera vardı
ve türlü türlü bitkilerle doluydu. Bu
kısım bir yaz bahçesi idi, beyaz demir sandalye ve masalarla dekore edilmişti
ama henüz hizmete girmemişti. Gerçi içeriye girip gezebilmiş fotoğraflar
çekmiştik. Ayrıca bu bitki dolu salon kışlık tarafın pencere manzarasını
oluşturuyor, buraya ayrı bir hava veriyordu. Konsol ve rafların olduğu
duvarların birinde büyük bir piyano duruyordu. Piyanonun üzerinde ise çin
iğnesi işli beyaz bir örtü vardı. Ortam, birazdan evin sahibi gelecek ve bize
hoşgeldiniz diyecek gibiydi. Bu yarı açık kısım kocaman bir bahçeye açılıyordu,
Ortasında şadırvan bulunan bu bahçede de sandalyeler vardı ve 3-5 kişi oturmuş
hem sigara içiyor hem çaylarını yudumluyorlardı.
Bizim masamız ise tüm bunları
gören bir konumdaydı ve pencere denizliklerinden birine bitişikti.
Denizliklerin hepsinde çok ilginç objeler yer almaktaydı. Ne tarafa baksak bizi mest edecek bir
ayrıntıya rastlamak mümkündü. Biz bu güzellikler içinde çayımızı söyledik,
yanında da kurabiye istedik. Kurabiye tabaklarımızla çaylarımız hemen geldi.
Yavaş yavaş içtik çayları, acele etmedik. Orada mümkün olduğunca uzun kalıp sohbet
etmekti amacımız ve bu fırsatı kaçırmadık. İstesek evimizde bile bu rahatlığı
bulamazdık. Çaylar içildi, kurabiyeler yendi, sürekli konuşuldu, dertleşildi,
dedikodu yapıldı, kahkahalar atıldı ve sonunda hesap istendi. Akşam oluyordu ve
iş çıkış saati gelmeden evimizin yoluna düşmeliydik. Hesabımızı ödedik, tabii
yediğimiz öğlen yemeğinden pahalıydı bu güzellik ama hiç aldırmadık.
Günün sonunda sarılıp vedalaştık
ve Ben, bölüm arkadaşımla beraber Kadıköy yakasına geçmek üzere Eminönü
iskelesine yürüdüm. Sultanahmet’ten Eminönü’ne yürümeyi çok severim, o gün de
aynısını yaptım. Yol boyunca hediyelik, takı, halı, kilim gibi turistik
eşyaların satıldığı dükkanlara baktım, küf kokusunu içime çektim. Işıkları ve
renkleri izledim.
İskeleye vardığımızda Kadıköy
vapuru kalkmak üzereydi ve aceleyle kendimizi içine attık. Sakin, sessiz ve
dingin bir şekilde yirmi beş dakikalık vapur yolculuğunu tamamladık. Kadıköy’e
geldiğimizde ise vedalaşarak ayrıldık. Ben otobüs duraklarına yürüdüm.
Ağır ağır yürüdüm duraklara,
nedense o günün bitmesini hiç istemiyordum. Çok iyi gelmişti yaşadıklarım.
Biraz daha kendim olmuş, biraz daha berraklaşmıştı kafam ve değişmişti
düşüncelerim. Basit şeylerin yeterli geldiğini görmeye başlamış, hayatı daha
düz yaşayabileceğime inanmıştım. Dışarıdan nasıl göründüğüm, insanların neler
düşündüğü artık önemli gelmiyordu bana. Sadece kendim vardım, kendi doğrularım
ve inançlarım vardı. Hep birilerinin takdiri için yaşamış, içimden gelenleri
hiç yapamamıştım. Öyle bir alışkanlık haline gelmişti ki monoton hayatım,
yenilik ve değişimlere hiç açılamamıştım. Cesaretsiz, hımbıl bir tip haline
gelmiştim ve bunu farkında değildim. Laleler içinde geçirilen bu güzel bahar
gününde, gözüm açıldı, birden tüm gerçeğimi anlayıverdim. Her şeye rağmen hayat
yaşamaya değerdi. Bu ülkede açı da, toku da, zengini, fakiri de bir şekilde
yaşıyordu. Hep üzüntüler, sıkıntılar, sahip olamadıklarımıza hayıflanıp acı
çekerek yaşamaktan dünyayı zindana çevirmiştik. Ben ve benim gibi bir çok insan
bu durumdaydı. Bu zindandan kurtulmak için hayat bana bir şans vermiş, tüm
bunları da gözlerimin önüne sermişti. Bundan sonra üzülmek, hayıflanmak, mutsuz
olmak defterimden silinecekti. Hele ki iş gibi, ofiste yaşananlar gibi, beş
para etmeyecek, kapıdan çıktığım anda hayatımdan tümüyle silinecek uyduruk
şeyler için dertlenmek hatasını asla yapmayacaktım. Bu dünyanın en büyük
aptallığı imiş, yazık etmişim yıprattığım sinirlerime ve bu yüzden ertelediğim
tüm dünyevi işlere.
Nisan’ın 14’ünde bizim eski
çalışanlar grubu yemek düzenlemişti. Bu sefer İTÜ-Maçka Sosyal
tesislerindeydik. O yemeğe de katıldım, yer güzeldi, gitmek kolaydı ayrıca
tekrar görüşmek faydalı olabilirdi. Hala akıllanmamıştım. Gerçi o günkü katılım
iyiydi, hep anlaştığım, sevdiğim ve çalışmaktan keyif aldığım iş arkadaşlarım
oradaydı. Bu durum geceyi güzel ve rahat geçirmemi sağladı. Zamanıma ve parama
acımadım, hoşnut kaldım. Sanırım yerin ve havasının bunda etkisi büyüktü ya da
ben kafamdaki yeni halimle farklı algılamaya başlamıştım dünyayı. Gece çok
hararetli ve bol gülmeceliydi, nedense kahkahalar o gün hiç eksilmemişti. Ben
mi fazla neşeliydim ya da çok mu espri yapılmıştı hala bilmiyorum.
Asırlardır bunun tartışması
yapılsa da kadınların biyolojik olarak bedenlerinde taşıdıkları özellikleri,
ruhlarını da yönlendiren duyguları ve bunların var ettiği sosyal olgular hiç
değişmiyor. Dönüyor dolaşıyor ve asıl gerçek bir gün insanın yüzünde kocaman
bir tokat gibi patlıyor. Ben geç de olsa
artık bunları keşfediyordum. Bir iş yerinde çalışmak ile evde iş yapmak; birbirinden
ne üstün ne de aşağı şeylerdi. Tamamen eşitti bunlar. El alemin cebini
doldurmak için aile yaşamından uzaklaşmış, çocuklarını başkalarına emanet
etmiş, kazandığının dörtte üçünü, çocuk bakımı, ev işleri ve kendi bakımına
harcamak zorunda kalmış ve bu arada para kazandığına inandırılmış kadın aslında
büyük kayıptaydı. Yine bu uğurda ailesini kuramamış, çocuk sahibi olmamış veya
bunu geciktirmiş, sonra da bedenini iki katı yıpratmış kadının kazancı var
mıydı? gibi sorular zihnimde bu dönemde canlanmaya başlamıştı. Bence bunlara
değen bir şey yoktu, kendimizi kandırıyorduk. Bu erkek için de geçerli bir
durumdu bana göre. Aile yaşamında kadına biçilen rolü üstlenen erkekler de
olmalıydı, bazı mutlulukları onlar da tatmalıydı. Çünkü bu uğraş kutsaldı.
Gece yarılarına kadar işinde
kalan, evine geldiğinde çocukları çoktan uyuyan, o akşam yemekte hamburger ve
patates kızartması yemek zorunda kalmış evlatları olan ne anne ne de baba masum
olduklarını ve mutlu olduklarını söyleyemezdi. İşte bu düşüncelerim kendi adıma
yaşamı tekrar keşfetmemi, dikkatimi başka noktalara toplamamı, önceliklerimi
daha doğru belirlememi sağlamıştı. Her insan belirli periyotlarla hayatını
değerlendirmeli, iyi bir muhasebe yapmalı ve yeni yolunu hataları aza
indirgeyerek çizmeliydi. Ben de bu ara dönemde şansı iyi yakalamıştım. Bu mezun
olduğum 1989 yılından sonra yaptığım iki büyük “kökten değişim” molalarından
çıkan son yorumdu ve bu kez gerçekten en doğru olana biraz daha yaklaşmıştım.
2007 Nisan’ı çok hareketli bir
aydı, ülke genelinde yaşanan ve bir döneme damgasını vuran bir çok olay bu ayda
gerçekleşti. İş döneminde belki haberimin dahi olmayacağı bir çok olayı
yakından izlemek, hatta olayların içine girmek gibi eylemlerim oldu. Bunlardan
biri de her hafta ülkenin belirli bir yerinde yapılan Cumhuriyet Mitingleriydi.
Siyasetten hiçbir zaman uzak durmamış biri olarak bunları ilgiyle izliyor ve
destekliyordum. Ülkemizin içinde bulunduğu durumdan kaygılanıyor ve
tepkimi vermek için bu eylemlere
katılmayı yanlış bulmuyordum. Katıldım da. 29 Nisan 2007’de Çağlayan meydanında
elimde bayrağım ve yanımda arkadaşlarımla gidişata dur demek için oradaydım.
ÇİYA’lı Kadıköy gezisi yaptığım
arkadaşım bir gün önce beni miting için aramış, gidip gitmeyeceğimi sormuştu.
Kararım gitmek şeklindeydi ve söyledim. Benden bu yanıtı alınca hemen dahil
oldu. İki dakikada gidiş için planı yaptık ve sabah buluşmaya sözleştik.
Arkadaşım, eşi, ağabeyi ve ben Kadıköy’de buluştuk, arabaya doluştuk ve karşıya
geçtik. Arabayı Levent’e ara sokaklardan birine park ettik, bir otobüse atlayıp
Mecidiyeköy’e geldik, oradan da yürüyerek Çağlayan Meydanı’na ulaştık. Güneş
içinde aydınlık bir gündü. Alan telaffuz edilemeyecek kadar kalabalıktı.
Kendimize bir köşe bulup mevzilendik. Elimizde bayraklarımız, dilimizde sloganlarımız
saatlerce orada kaldık. Bağırdık, çağırdık, şarkılar söyledik, alkış tuttuk.
Mitingin sonunda da yürüyerek Levent’e arabayı bıraktığımız yere döndük.
O miting tarihin en kalabalık
mitinglerinden biriydi ve tüm yollar insanla dolmuştu. Levent’e yürüdük çünkü
başka seçeneğimiz yoktu. Tüm çıkışlar kapalıydı, yollar, caddeler insanlarla
tamamen tıkanmıştı. Ben yorgunluktan ölmek üzereydim ayrıca susuzluktan da
başım dönmeye başlamıştı. Tam Mecidiyeköy merkeze vardığımızda bir simitçi
bulduk. Fırından yeni çıkmış taptaze simitler sepette, pet şişelerdeki sular
ise adamın tezgahındaydı. Hemen birer şişe su ve birer simit aldık. Hayatımda
yediğim en lezzetli simitti bu. Açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereyken ve
ayaklarım artık beni taşımazken son dakikada bulunan bu simit ve su, yaşamda
mutluluk kıstaslarının ne denli göreceli olduğunu bana kanıtlamıştı. Sevinç ve
huzuru uzaklarda aramak çok anlamsızdı, hep yanımızda var olan kolayca
erişebileceğimiz şeyler dururken, ihtiraslarımızın ve tatminsizliğimizin
kurbanı olmanın ne denli zavallı bir durum olduğunu hissettim. O simit ve su,
Nişantaşı’ndaki en lüks kafelerde, boğazdaki pahalı lokantalarda yenen
yemeklerden çok daha lezzetli ve doyurucuydu.
Çalışmadığım dönemde en çok
yaptığım işlerden biri de Kadıköy’ün meşhur Salı Pazarı’na gitmekti. Sadece
yazları izin dönemlerinde gidebildiğim bu pazar, İstanbul Anadolu Yakası
sakinlerinin vazgeçilmeziydi. Her kadın hatta erkek ayda mutlaka bir kez Salı
Pazarı’na giderdi. Annem de aynı sıklığı koruyan bir pazarseverdi.
İhtiyaçlarımı listeler anneme verirdim. O bulabildiklerini alır, üstüme
olanları ayırır, olmayanları ise bir sonraki hafta değiştirmek üzere yine
pazara giderdi. Tabii benim aklımda “acaba daha neler var ve ben kendim seçip
alamıyorum” diye kurardım. Kısacası bu Pazar klasiği benim içimde uhdeydi.
Şimdi bütün Salı günleri elimdeydi. Artık istediğim zaman Salı Pazarına
gidebilirdim. Ancak işin komik tarafı bu sefer satın alınacak bir şey yoktu,
ihtiyaçlar ortadan kalkmıştı. Bir şey alıp eve tıkmak şöyle dursun aksine ben
sürekli evi boşaltmaya çabalıyordum. Atmakla, vermekle dolaplarımı
tenhalaştırmaya başlamıştım. Yine de pazara gittim hep. En azından ayda bir
kere dolaşmak bahanesiyle yürüyerek pazarın yolunu tuttum. Hem yürüyüş yapıyor
hem de pazarı bir güzel dolaşıyordum. Giyecek tarafı ile ilişkimi kessem bile
sebze tarafı sonsuz bir dünyaya açılıyordu, orada türlü türlü sebzelerden
alıyor, eve dönünce güzel güzel yemekler yapıyordum. Ailecek hayatımız, çeşit
çeşit salatalar yiyerek, faydalı olduğu bilinen sebzeleri sıklıkla pişirerek
geçiyordu. Zaman o kadar boldu ki, otları ayıklamak, yıkamak, saatlerce
uğraşmak bana zor gelmiyordu. Zamanımı geçirmek için kullandığım en güzel
araçlardan biriydi Salı Pazarı. Ilıman kış için de idealdi. Sanki yaşamımın bu
kısmı Tanrıya sipariş edilmiş gibiydi.
Mayısla beraber yaz işaretlerini
vermeye başladı. Nefis işaretlerdi bunlar; çiçeklenen ağaçlar, yeşeren doğa,
mis kokan hava, hep güzel şeylerdi. Bu zamanlarda hafta içi yapılacak en doğru
şey boğaz hattında gezinmek, erguvanların görüntülerinde keyif sürmekti. Vapur
yolculukları, sahilyolunda bol bol
yürümek bu ayki hareketlerim olabilirdi. Ancak bunları yapmak için can
atmıyordum. Özel bir çaba ve emek sarf etmiyordum. Fırsatlar çıktığında yapmayı
tercih ettim, kendim bir şey yapmadım. Bu fırsatlardan biri annemin Sarıyer’de
yaşayan arkadaşının çağrısıydı ve birlikte gittik.
Sarıyer! Hep çok sevmişimdir.
Okulum Maslak’ta olduğu için güzel günlerde ders sonrası kaçtığımız yer ya
İstinye ya da Sarıyer olurdu. Oraya özel bir sevgim vardı. Ayrıca bir
Karadenizli olarak buranın ahalisinden de kaynaklanan Karadeniz’e benzerliği
hep hoşuma gitmiştir. O gün de benzer güzellikleri yaşadık. Annemle Beşiktaş’a
motorla geçtikten sonra, sahilden giden Sarıyer otobüsüne bindik. Yolu belki
çok uzattık ama etrafı doyasıya seyredip tüm renkleri içimize çektik. Bende
hala bir digital fotoğraf makinesi yoktu, ne görüntüler kaçırmıştım ama yine de
huzur dolmuştum. Bu fotoğraf makinesi konusunu ilk kampanyada ya da hediyeli
satışlarda mutlaka çözmeliydim. 500-600YTL’ye değil en fazla 100YTL bütçe
hedefi koyarak arayışa geçtim. İşimi görecek bir model olmalıydı, beni tatmin
edecek görüntüleri hayatıma taşımalıydı. Yoksa fotoğraf sanatçısı olacak
değildim, yarışmaya da girmeyecektim. Zorlamanın alemi yoktu.
Bu yıl 19 Mayıs Cumartesi gününe
rastlamıştı, iş hayatındayken bu tip rastlantılar bizi deli ederdi, resmi tatil
günlerinin çakışması hiç hoş karşılanmazdı. İlk defa bu yıl 19 Mayıs’ın tatile
kurban gitmesine hiç aldırmadım ve en ufak bir üzüntü duymadım. Benim için her
gün tatildi, aynen 18 Mayıs’ta olduğu gibi. Evet o Cuma günü akşamüzeri hobi
kursumdan olan iki arkadaşımla buluştum. Buluşma noktamız Cihangirdi, hep
takıldığımız kafelerden birinde saat 16.00 gibi bir araya geldik. Ben genelde
Taksim taraflarına gideceksem en az bir saat erken orada olmayı tercih ederdim.
Yine öyle oldu ve Karaköy-Tünel güzergahını izledim. İstiklal Caddesine tünel
yönünden girip tüm caddeyi yürümeyi seçtim. Yürürken etrafı seyretmek beni dinlendiriyordu.
Tam tünelden çıkmış kendimi sol tarafa atmış yürüyordum ki, 50 metre ya gittim
ya gitmedim sol tarafımda kocaman bir camekan ve arkasında muhteşem dondurma
kutuları gözüme ilişti. Birden kendimi Roma’ya ışınlanmış gibi hissettim.
Yıllar önce Roma’da aklımı başımdan alan 80-100 çeşit dondurmanın bir kısmı
burada tam karşımda duruyordu. Harika meyveli çeşitler, kahveli, çikolatalı
diğer çeşitler ve en sonunda da alkollü dondurmalar aynen İtalya’da olduğu gibi
tezgahta duruyorlardı. Geri çekildim kapıya baktım. Cremeria Milano yazısı
gözüme ilişti, hemen üç top dondurma alıverdim. Tadı da muhteşemdi, bayıldım.
Sahibi İtalyan kadın kasadaydı ve kendisi ile konuşma fırsatım oldu. Uzun
yıllardır Türkiye’de yaşayan bu hanım sonunda bu yeri açma kararını vermiş ve
burayı da mekan seçmişti. Yine geleneksel İtalyan tatlılarından da birkaç çeşit
servis ediliyordu. Her ne kadar bizim dondurmalarımıza öncelik versem de beni
İtalya yolculuğuna götüren bu mekan ve tatlar o tarihten sonra tutkum oldu.
Bütün arkadaş ve dostlarıma buranın reklamını yaptım.
Bu keyfimin ardından hızlı
adımlarla Taksim’e çıktım oradan Sıraselviler’e saptım ve Akarsu Caddesi’nde
buluşacağımız kafeye geldim. Dondurma maceramın üstüne bir kahve içmek iyi
olacaktı. Hava dışarıda oturacak kadar ılıktı ve biz de öyle yaptık. Menüden
güzel bir aromalı kahve seçtim. Arkadaşlar bir iki yiyecek şey de aldılar.
Siparişlerimiz gelince uzun bir aradan sonra bir araya gelmenin gereği olan
koyu sohbete daldık. Hem yedik hem içtik hem de kendimizden bol bol konuştuk.
Hava kararmak bilmiyordu ayrıca bir arkadaşımızın tanıdığı da aramıza
katılacaktı. Orada daha fazla oturmayıp Galata Asmalımescit tarafına gitmeye
karar verdik, gelecek arkadaşı da oraya yönlendirdik. Yine yürüyerek Taksim’e
oradan da İstiklal Caddesi’ne geldik. Ortalık iyice kalabalıklaşmıştı, hızlı
hızlı kalabalığı yararak ilerleyip Odakule’ye vardık. Beklediğimiz arkadaş da
bize katıldı ve kendimizi Galata’ya attık. Galata kuledibi civarına takıldık,
bu taraf nispeten tenha ve çok daha sakindi. Hemen oradaki çay bahçesine
oturduk. Çaylarımızı söyledik. Çay bahanesiyle biraz da dinlendik, zaten
amacımız da buydu. Ortalık iyice loşlaşmıştı. Kalktık ve hava iyice kararmadan
ara sokakları gezmeye koyulduk. Bu bölgenin eski dokusu, gizemli havası bizi
büyülemişti, Yılan gibi dolandığımız bu sokaklardan birinden bir şekilde tekrar
caddeye çıkmayı başardık. Çok da planlı olmayan bu gezintinin orta yerinde ben
keşfettiğim dondurmacıdan söz edince herkes hemen oraya gitmek istedi. Tekrar
rotamızı tünel yönüne çevirdik ve dondurmacıda soluğu aldık. Arkadaşlarım
gördükleri çeşitler karşısında soğukkanlılığını koruyamamıştı, yüklü miktarda
ve çeşit çeşit dondurmaları sipariş etmişlerdi. Her tadan bayıldığını söylerken
ben ikinciyi yemeyerek sadece onları izledim. Daha ilk günden bu mekanı
arkadaşlarıma gösterdiğim için mutlu oldum. Hava iyice kararmışken buradan da
çıktık. Artık ayrılma zamanı gelmişti. Vedalaştık, ben özellikle tünelin son
tramvayına yetişme derdindeydim çünkü bir kere daha Taksim’e yürüyecek halim
kalmamıştı. Şükür ki yetiştim. Karaköy’e geldim ve vapura bindim. Boğazın
güzelliğini izlerken Kadıköy’e yaklaştık. Son kez gece ışıkları ile taçlanmış
muhteşem manzaraya baktım ve vapurdan inmek üzere ayağa kalktım. İskelenin
verilmesini beklemeden vapurdan atladım, otobüs duraklarına yürüdüm. Durakta bekleyen otobüse bindim, on beş
dakika sonra evimdeydim. Eve girdim aklıma geldi. Yarın 19 Mayıs’tı. 19 Mayıs
benim kardeşimin doğum günüydü. O’na çok sevdiği çikolatalı muzlu pastalardan alacak,
ellerimle yedirecektim.
Annemle yaptığımız Sarıyer
gezisinin tadı damağımda iken bizim kızlardan hafta sonu için önce kahvaltı
sonra da bol yürüyüşlü bir buluşma programı haberi geldi. Üniversiteden sınıf
arkadaşım beni aradı ve Cumartesi günü Emirgan Mehtap Kafe’de kahvaltı
yapacağımızı söyledi. Yine ortak arkadaşlarımızdan birine daha haber verdiğini,
o arkadaşımızın ise İngiltere’de yaşayıp o günlerde tatil için İstanbul’da
bulunan kız kardeşinin de geleceğini söyledi. Dört kişi sabah saat 10.00-10.30
gibi Mehtap Kafe’de buluşacak ve kahvaltı edecektik.
Mehtap Kafe Rumeli boğaz hattının
efsaneleşmiş yerlerinden biriydi, hemen yanında Sabancı’ların atlı köşkü yani
Sabancı Müzesi bulunmaktaydı. Kafe, yaşlı çınarlarla gölgelenmiş büyük
bahçesinde masaların ve tahta iskemlelerin olduğu, keten ekose masa örtülerinin
ilk bakışta gözü aldığı, yiyecek listesi zengin, her kesimden insanı
ağırlayabilen, salaş ama yılların da yok edemediği en nostaljik yerlerden
biriydi. Burada oturmak insanın ömrüne ömür katan bir yaşam dilimiydi ve
kesinlikle canınız kalkmak istemezdi.
Hemen hemen herkes aynı saatte
mekana geldi. Ben her zamanki gibi vapur, otobüs tercihini yapmış sabah
erkenden o tarafa geçmiştim. Fazla beklemeden arkadaşım da geldi, arkadan da
diğerleri. Masamıza yerleştik ve hemen isteklerimizi söyledik. Beyaz peynir,
bol zeytinyağlı siyah zeytin, reçel, bal, doğranmış domates, omletler,
haşlanmış yumurta, kaşar peyniri gibi geleneksel kahvaltıda yenen her şeyi
sipariş ettik. Mis gibi demli çaylar hemen geldi, arkadan da tabaklar masaya
yayıldı. Bu arada ekmeğin dışında ayrıca simitimiz de vardı. Büyük bir iştah ve
keyifle yiyeceklere yumulduk. Biten çaylarımız anında tazeleniyor biz keyiften
dört köşe hem yiyor, hem de yarışırcasına sohbet ediyorduk. İlk saldırıdan
sonra biraz yavaşladık, sıra olayın iyiden iyiye keyfini çıkartmaya gelmişti.
Parçalı bulutlu ama güneşi hep parlayan mis gibi ılık havada etrafımızdaki
güzellikleri asla kaçırmıyorduk. Ben zaman zaman kafamı kaldırıp ışıl ışıl
parlayan denize bakarak derin derin nefes alıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder