28 Ekim 2010 Perşembe

Ve Sonrası (11. Bölüm)

Bu yığın gözümü korkuttu, hatta ibret olsun diye herkese göstermeyi de çok isterdim doğrusu. Abartısız 80 tane çorabım vardı. Pantolonlarımın sayısı da 50’yi geçiyordu, bluzlar her modelin üç renginden ibaret olup tepe tepeydi. Paketleri açılmamış renkli veya beyaz, beşlik ambalajlarında külotlar, gecelikler, asla giyme ihtiyacım olmayan penye şortlar, pijama takımları (ki pijamadan nefret ederim ve tatiller dışında katiyen giymem), anlamsız paçavralar, dizi diziydi.

Yine ince, naylon, desenli, dikişli, renkli, muhtelif kalınlık ya da incelik derecelerinde paket paket  çoraplar çekmeceler dolusu idi.  Kırk yılda bir etek giyince lazım olacak, olunca da nasılsa en yakın mağazadan temin edilebilecek bu çorapları niye stoklamıştım? Poşetler is kapmış, kirlenmiş ve çoraplar çürümüştü. Pantolon giymeyi ilke edinmiş birinin ne işi olurdu bu çoraplarla.

Bu düşman ordusunu temizleyemeyeceğim korkusuna kapıldım, dört koldan saldırı halindeydiler. İçimdeki azgın canavar dışarı çıkmış, karşıma dikilmiş beni pis bir tavırla izliyordu sanki. Bu yığınların arasına karışmış yenileri tekrar bir kenara ayırdım. Yılmadan çalıştım ve sonunda bu çöp dağını tamamıyla ayıkladım. Hiç değilse eskilerden kurtulmuş yenilerle başbaşa kalmıştım. Hoş o yenileri dahi giyecek yerim yoktu ama ilk fırsatta sıra onlara gelmeli, bir kerecik dahi olsa sırtıma giyildikten sonra yerlerini bulmalıydılar.

O koca tepeyi torbalara yerleştirdim, hepsini sağa sola dağıttım. Hatta bazılarını çöp toplama kutularının köşesine astım. Gelen geçen çöp toplayıcılar nasiplenir diye. İlk beş dakika içinde yok oldular, bundan sonra zaten vereceğim her eşyam için aynı yöntemi kullandım. Hepsi torbayla temiz pak bir şekilde çöp kutusunun kenarına asılıyorlardı. Bu durum benim aklımı başıma biraz daha getirdi. Laf olsun diye ya da oyalanmak için harcama yapmış, binbir zorlukla çalışarak kazandığım paralarımı hep sokağa atmıştım. Nasıl manyakça bir savurganlık içine girmiştim ve niye farkında değildim. Ortalıkta öyle ucuz ve kullanışlı şeyler varken bunlara para gömmüş şimdi ise sokağa atılmayı bekleyen bir çöpe sahip olmuştum. Hala kredi kartımın aylık ödemelerinde bir azalma olmuyordu. İşte nedeni buydu. Gereksiz yere para harcamak, ihtiyacım olmadığı halde evi bu paçavralarla doldurmak. Şimdi bunları etiketlerinde yazanın dörtte biri fiyata satabilsem, ya da ödediğim paraların bana dörtte birini geri verseler dünyalar benim olurdu. Sanırım yekun beni iki ay geçinderecek miktarı bulurdu.

Ve Sonrası (10. Bölüm)

O sıralarda annem tam 35 yıl sonra anneanne ve dedemin mezarlarını yaptırmaya karar vermişti. Mezarlıklar Edirnekapı şehitliğinde olup yıllarboyu fazla gidilemediğinden akibetleri pek bilinmiyordu. Elimizde bakım makbuzundaki bilgilerden başka ipucu da yoktu. Gidilemiyordu çünkü teyzem ve dayım yurtdışında yaşıyorlardı. Annem de zaten sürekli bakım isteyen kardeşimle bütün zamanını harcadığından 2-3 senede bir fırsatını zor buluyordu. Bense son 11,5 yıldır bu dünyadan göçmüştüm resmen. Hayatımın yaşanmamış büyük aralığı olarak gördüğüm bu yıllarda hiç böyle işlere girişememiştim. Şimdi boştaydım ve iş yine bana düşmüştü, dünya yerinden oynasa mezarlığa gidecek ve görevimizi yapacaktım. Zaten benden başkası da katiyen uğraşmazdı. Tek kız torun bendim yani kız evladın kızı bendim ve benim vazifemdi!

Bir gün, sabah erkenden arabaya bindik ve mezarlığa gittik. Kapıdaki görevlilerin de yardımıyla mezarlıkları kolayca bulduk. Annemim daha önceden irtibat kurduğu bakımcının da ogün tesadüfen orada olması sayesinde işlerimiz yolunda gidiyordu. Bakımcı adamla görüşüp, mezarlığın yeni hali konusunda anlaşmaya vardık. Bu arada mezartaşında yazacak detayları da adama yazıp verdikten sonra büyük bir eksik olduğu ortaya çıktı. Mezarlıkta herhangi bir inşaat faaliyeti başlatmak için tapu senedi gerekiyordu ve hakkında en ufak bir belgenin ortada kalmadığı bu yerler için elimizde malesef tapu senedi yoktu. Zaten olsa da fark etmiyor, bu tip evraklar 25 yıl geçince geçerliliğini yitiriyordu. İşte şimdi durum zorlaşmıştı. Bu iş için önce mezarlığın satınalındığına dair makbuzdan bir örneğe ihtiyacımız vardı ve bu makbuzların bulunduğu yer; Şehitlik Vakfı’nın merkezi, Şişli’deydi. Hemen araba ile oraya gittik, vakfı bulduk. Görevlilerle konuştuk elimizdeki isim ve tarih bilgisinin de  yardımıyla makbuz koçanları hemen arşivden araştırıldı. Tam 55 yıl öncesine ait minicik bir kağıttı aradığımız ve bunu bulamazsak mezarlıklara birşey yaptırmak mümkün olamayacaktı. Açıkçası sanki tekrar satın alıyor gibi bir süreç yaşayacak, binlerce Liralık masrafımız olacaktı. Heyecan içinde tozlu arşivden haber bekledik. Memur bayan 15-20 dakika içinde elinde küçük sararmış bir kağıtla geldi. Evet 55 yıl öncesine ait makbuz elimizdeydi, o an dünyaların benim olduğunu hissettim. Hem bulunduğuna sevinmiştim hem de elimde tarihi bir eser vardı, geçmişle bugünü birbirine bağlayan belgelere bayılıyordum.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Ve Sonrası (9. Bölüm)

Evet artık yeni yıla girmiştik. Ben bir türlü tam tutturamadığım gelir-gider durumumu Ocak ayının başlamasıyla toparlamalıydım. Toplu paramı üç aylık dönemler halinde vadeli mevduat hesabına yatırmış, her aylık dilimler için de taksit, kredi ödemeleri ve aylık sabit harcamalarımı hesapladıktan sonra kendime sanki maaş alıyormuş gibi belirli miktarlar ayırmıştım. Bu miktarı ay başında başka hesaba çekiyor ve bütün harcamalarımı o hesabın içinden yapıyordum. Meblağ büyüktü. Ev kredisi borcu benim hesaplarımı alt üst ediyor, bu ödeme nedeniyle ana param kar gibi eridiğinden diğer gider kalmeleri için kendimi planlayacak enerjim kalmıyordu. Kredi borcumu mutlaka kapatmalıydım, ilk hedefim bu olmalıydı. Bu yüzden eski işyerime yakın bir yerde aldığım ama inşaatı 10 yıl sürdüğünden bir türlü taşınamadığım, birçok şeyi henüz pek eksik olan evimi bir an önce satmalıydım, bunun satış fiyatı benim kredi borcumu tamamen kapatacak, faiz ödemesinden büyük ölçüde kurtulacaktım. Kredi düzenli geliri olanlar için anlam taşıyan bir araç, onun dışında kredi ile yaşamak büyük hata.

Bu durum değerlendirmeleri kapsamında kendimi de oyalayacak şeylere ihtiyacım vardı. Hobi kursum bitmişti, hem zaten giderek de masraflı olmaya başlamıştı, her kurs çıkışında Cihangir’deki pub.lara takılmak beni maddi açıdan yoruyordu. Yemek olayından vazgeçmiştim ama otururken hiç değilse bira içmek ve bu biraya da 6 ile 8YTL arasında para ödemek benim için hayli yüklüydü. 2 bira 12YTL, iki gün üstü üste olunca 24 YTL ediyordu. Ayrıntıda gözden kaçan bu harcamalar toplamda keseyi zorluyordu. Evet zorluyordu ama bu kursta olağanüstü güzel zaman geçirdiğimi de inkar edemeyeceğim. Çok tatlı insanlarla tanıştım ve hepsiyle çok güzel zamanlarım oldu. Masraflıydı ama kurs çıkışı yaptığımız oturumlar inanılmaz keyifliydi. Cihangir, Akarsu Caddesi ve her gün birkaç ünlü ağırlayan kafe ve publarda oturmak, rüya aleminde sürtmek gibi bir şeydi. Tadına doyum olmuyordu. Keşke para debimin yüksek olduğu sezonlarda buraları mesken tutsaydım da her tadından bir lokma alarak canına okusaydım. Şans işte ya da kısmet meselesi. Her şeye rağmen tam 3 ay boyunca hakkından gelmiştim ve sonunda kurs tamamen bitmişti.

Oyalanmanın en iyi yöntemi el işleri yapmaktır. Ben yine promosyon sepetlerine döndüm ve ucuza çok güzel yünler aldım.

26 Ekim 2010 Salı

Ve Sonrası (8. Bölüm)

Bu arada bir söz daha verdim. Evet işimden isteyerek, belli taleplerimi de kabul ettirerek ayrılmış, kesinlikle doğru olanı yapmıştım ancak beni buna mecbur eden düzenin konuyu kapatmış olarak rahat rahat hayatına devam etmesine göz yumamayacaktım. Olan biteni tüm ayrıntılarıyla eski şirketimin yeni genel müdürüne anlatacaktım. Adam ben ayrılmadan beş gün önce işbaşı yapmıştı, kendisini hiç tanımıyordum, resmini dahi görmemiştim, kapıda pas geçmiştik birbirimize, tanışmıyorduk ama mutlaka beni öğrenmeliydi, kimlerle çalışacağını da bilmeliydi. Belki bir etkisi olmayacaktı, olmadı da. Ancak herkes kimin ne olduğunu iyice öğrendi. Bu da o günler için bana yetiyordu. Şimdilerde eskiler aynen duruyor, bu yeni insanlar ise başka yerlerde görevlerini sürdürüyorlar. Asalaklar, kötüler, beş para etmezler sistemin pis parçaları olarak muhafaza ediliyorlar. Anlaşılmaz bir şekilde korunan bu düzen, benim çalışma hayatından iyice iğrenmemi sağlayan bir unsurdu belki de gelecek yaşamıma büyük faydası dokunmuştu. Düşündüğümü yaptım ama yeni yılda!

Aralık sonuna doğru eski müdürüm, bölüm arkadaşım buluşmaya karar verdik. Bu kez Avrupa yakasında Taksim civarında olmayı hedefledim. Bu buluşmaya eski müdürümün  o sıralar tamamen tesadüfi olarak işinden ayrılmış yiğeni de sürpriz olarak katılmıştı. Bölüm arkadaşımın tanıdığı birine ait olan Sıraselviler’deki kafeye gitmeye karar verdik, zira orası boştu, ucuzdu ve akşama kadar bize dokunan olmazdı. Aksamalar olmadan buluşma yerine tam zamanında geldik, hemen pencereye yakın büyükçe bir masaya yerleştik, sanki bir evde gibiydik, hava yağışsız ama soğuktu. Hoş Aralık ayı için daha soğuk olması beklenirdi ama yine de kış havasıydı. En ucuzundan makarnaya talim ettik. Hayatımda yediğim en güzel bolonez soslu makarnayı orada yedim diyebilirim. İşten ayrılmadan 2 gün önce şirketimizin pub’ında öğlen yemeği yemiştik ve seçtiğimiz bolonez soslu spagetti idi. Biz de o günün anısına böyle bir tercih yapmıştık. Hem yad ediyor hem karnımızı doyuruyorduk. O sırada birazcık geç aramıza katılan bölüm elemanı arkadaşım ağzındaki baklayı çıkarıverdi, sabah bir medyumla buluştuğunu, bir hayli ilginç şeyler anlattığını, hayli etkilendiğini söyledi. Böyle bir konuşma karşısında hepimizin gözleri yuvalarından fırladı ve açıkçası umut dünyasının garibanları olduğumuz için o an bu medyumla biz de görüşmek için can attık. Hemen olayı organize ettik, kadını cep telefonundan aradık, bulunduğumuz yeri söyledik, akşam üzeri müsait olabileceğini söyleyen bu İzmir’den gelmiş gezgin medyum bayanla randevulaşıverdik. Bulunduğumuz kafe’ye gelecekti. Etrafta kimse olmadığından oldukça rahattık, iyice yayıldık.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Ve Sonrası (7.Bölüm)

Yılbaşı yaklaşıyordu, ben hep bu dönemde çarşıları gezmeyi çok sevmişimdir. İşyerimin uzaklığı, haftasonlarını da çok yoğun geçirmem ve ortalığın olağanüstü kalabalık olması nedeniyle keyiflice yapamazdım bu işi. Artık evde olduğuma göre haftaarası bir gün gönlümce gezmeli, vitrinleri seyretmeli, bütün objelere dokunmalıydım. Düşündüğüm gibi de yaptım. Alışveriş merkezleri süslenmiş, heryer yılbaşı hediyeleri ile donatılmıştı. Herşey o kadar renkli ve gözalıcıydı ki, insan hepsini almak istiyordu. Gezerken herşeye baktım, elledim, evirdim çevirdim ama hepsi benim için öylesine pahalıydı ki. Eskiden olsa laf olsun diye toplardım bir sürü şeyi, şimdi ise asla yapmamalıydım. Hem alacaktım da ne olacaktı ki, birkaç ay sonra hepsini bir torbaya doldurup temizlikçi kadına verecektim, bunlar hep para harcamaya ve gereksiz tüketime dönük şeylerdi, insanların alışveriş yapma, para harcama tutkusuna yönelik hazırlanmış tuzaklardı, bu tuzaklara düşmeyecek kadar akıllanmıştım artık. Evi döküntülerle doldurmak çok anlamsızdı ve en önemlisi, fakir fukaranın belki birgünlük yemek parası olan bu parayı asla harcamamalıydım. O gün sadece kendim için 3,5YTL’ye küçük kısa, küt bir kırmızı mum aldım. O mum hala masamda duruyor, rengi biraz soldu.

Açıkçası evde zamanım boldu, akşamları erken yatmak istemiyordum, geç saatlere kadar beni bilgisayarımdan başka oyalayacak şey de yoktu. Gerçi televizyonda çok değişik programlar keşfetmiş, gece sinemalarının zevkini almış, tutkun bir izleyici haline gelmiştim. Bilgisayar ve net dünyasındaki sınırsız turlarımın yanında deliler gibi de televizyon izliyordum. cnbc-e ve tv8 gibi kanallarda yayımlanan filmleri asla kaçırmıyordum. Erken yattığım için izleyemediğim filmleri düşündükçe bütün hıncımı alıyordum sanki. Hatta kısa sürede anladım ki bu filmler benim en fazla iki yıl önce sinemada izlediğim filmlerdi, içlerinde sinemaya gitme fırsatı bulamadığımdan izlememiş olduklarım da vardı. Bu duruma bayılmıştım, elimden kaçırdığım bütün filmler teker teker yayındaydı. Yine yabancı diziler büyük tutkum olmuştu, soluksuz izliyordum onları. Tartışma programları, haber yayınları, filmler, diziler, gece yarısına kadar beni kilitliyordu, ondan sonra da bilgisayar başına geçiyorum. Benim için bunlar o kadar yeni ve keyifli şeylerdi ki “ilk heves” psikolojisine yenik düşmüştüm ve tam bir saldırı halindeydim. Yapacak ne güzel şeyler varmış meğer, belgeseller, filmler, net dünyasında sanal gezintiler. Aradan uzun zaman geçince tüm bunların bir tekrardan ibaret olduğunu anladım. Balinaların ya da maymunların yaşamlarına ilişkin belgesellerin yüzüncü, filmlerin beşinci tekrarına tanık olduğumda kendimi düpedüz aldatılmış hissettim. Evde bunlarla oyalanmaya mahkum edilmiş insanlığa acıdım ve işsiz geçirdiğim aylarda bunlardan uzaklaşmayı, kendime, gerçekten beni meşgul edecek uğraşlar edinmeye karar verdim. Hatta bunu bulamadığım zamanlar olursa kendi hikayemi kendim yazmaya, oynamaya ve seyretmeye söz verdim.
 

Ve Sonrası (6.Bölüm)

Aralık ayı gelmişti. Kış bir türlü gelmiyordu ama Aralık’ı bulmuştuk. Bu arada internet için ADSL hattım açılmış, bütün kurulumlarım tamamlanmıştı. Artık internetim vardı ve dış dünyaya açılabilirdim. Hemen kariyer sitelerine girip CV doldurdum, kayıtlarımı gerçekleştirdim, yüzlerce seçeneğin içinden tarayarak iş başvuruları yaptım. İş başvurularında tanımlananlar ne kadar da bana uygun şeylerdi böyle, hemen iş bulurdum buna emindim. Daha sonraları iş tanımlarının hep basmakalıp şıklardan oluştuğunu, kopyalanarak çoğaldığını, arayanların gerçek durumlarını veya ihtiyaçlarını tam yansıtmadığını anlamam uzun sürmedi. Hep aynı laflar tekrarlanıyordu nedense ve benim yüzdeyüz örtüştüğüm ya da öyle sandığım birçok yerden geri dönüş olmuyordu. Aralık ayı başında gelen cep telefonu faturam da ayrı yıkım olmuştu zira artık ceple konuşma yapmamam şarttı. Konuşmalar mümkün olduğunca kısa tutulmalı ve ihtiyaç dışı olmamalıydı.

Yine o zamana dek elimi sürmediğim, ne olduğunu bile bilmediğim msn dünyasına da giriş yaptım. Bayıldım msn.e bütün gün orada birileri ile sohbet yazışmasında bulunmak beni dört köşe yapmıştı. Başımı kaldıramıyordum klavyeden. Zaman büyük bir keyifle geçiyordu hatta o sıralar hesabım olduğu halde facebook akımına henüz kapılmamıştım. Hele eş zamanlı olarak facebook’ta da zaman harcasam günlük gereksinimlerimi karşılayacak zamanı dahi bulamayacaktım ki bu da çalışmadan geçen günlerin hiç sıkıcı olmadığı inancımı iyice perçinleyebilirdi. Her zaman olduğu gibi iletişim ve ağ evrenine yine feci bir gecikme ile dahil olmuştum, öte yandan bu gecikme açıkçası hayrıma idi.

24 Ekim 2010 Pazar

İlk Ay (5.Bölüm)

İşten ayrılalı 1 ay olmak üzereydi, tam bu zamanda eski işyerimden çok sevdiğim bir arkadaşım, yine üniversiteden sınıf arkadaşlarım ve yine ortak başka bir arkadaşımızla haftaiçi buluşmaya karar verdik. Bu aslında eski işyerimden olan biriyle ilk görüşmem olacaktı, esas itibariyle çalışmamak, işten ayrılmak, yeni bir yaşam boyutuna geçmek konusunda fikir beraberliğine sahip olduğum bu arkadaşımın o sıralarda bana çok imrendiğini biliyordum. Oysa imrenilecek bir durum yoktu ama davulun sesi uzaktan hep hoş gelir. Dışarıdan bakıldığında imrenilecek gibiydi ama maddi külfet olayı başkalaştırıyordu. Gerçi ben bunu daha o zamanlar farkında olmadığımdan herkesin bana imrenmesini çok doğal ve geçerli buluyordum.

Neyse ben, tabiki bol vaktim olduğundan erkenden mekana gitmiştim. Yer Beyoğlu ve Zencefil’di. Burası hepimizin ağız tadına uygun şeyleri bulduğumuz bizim için çok uygun bir yerdi. Biri et yemeyen, diğeri sürekli rejim yapan, bir diğeri ağız tadına pek düşkün olan bu karmaşık grup için uygun çözümlerin olduğu tek yerdi Zencefil. Teker teker toplandık, 6 kişilik bir masaya oturduk. İlk etapta daha çok yeni olduğumdan tüm konuşmalar Ben ve yaptıklarım üzerineydi. Ben de ballandıra ballandıra anlattım. Dışarıda hayatın güzel olduğunu, bu bir ayın sonunda eski yaşadıklarımdan ve alışkanlıklarımdan arınmaya başladığımı, gözümün henüz yeni yeni açılmaya başladığını nefes almadan anlatıp durdum.  O sıralar için daha geleceğe ait planlarım da yoktu. Daha düşünmüyordum, düşünmeyi sürekli erteliyordum. Aslında içten içe hesaplarım başkaydı ama kimse bilmiyordu. Ben geleceğe ait plan yapmamıştım ve yapmayacaktım. Ben bu koşullarda yaşamayı başaracak, koşullarımla en iyi hayatı yaşamayı öğrenecektim. Planım buydu. Benim için artık yeni bir iş yeni alınacak maaşlar ve yeniden dünyaya saçılıp ziyan edilecek paralar yoktu.

22 Ekim 2010 Cuma

İlk Ay (4.Bölüm)

Bir hafta daha geçti. İşin ilginç tarafı havalar mükemmel gidiyordu, Kasım ayının ortasını bulmamıza rağmen hala kalın mont ve mantolarımıza geçiş yapamamıştık. Açıkçası ben bu durumdan pek hoşnuttum zira hergün en az bir saat yürüyüş yapabilme imkanım oluyordu. Yıllardır özlemini çektiğim anlar gelmişti ne güzeldi hergün böyle yürüyebilmek. Bazen günde iki kere çıkıyordum yürüyüşe, hatta artık bir yere gidiyorsam Kadıköy’e yürüyüp oradan başka taşıtlara binmeyi tercih ediyordum. Bu hem yol parasından tasarruf oluyordu hem de yürüme mesafem uzuyordu. Zamanla bir alıp veremediğim yoktu çünkü zaman gerçekten çok boldu.

Bu arada Vakıf paramız için hazırlıklar tamamlanmış, merkeze gidip dokumanları imzalamaktan başka yapacak birşeyimiz kalmamıştı. Vakfın merkezi Bağlarbaşında olup benim evime çok yakındı. Aynı dönemde işten ayrıldığımız yöneticim, ben ve bölüm arkadaşım 15 Kasım günü buluşmaya ve vakfa birlikte gitmeye karar verdik hem bu yakada (İstanbul-Anadolu) onlara ben rehberlik edecektim. Nedense ogün içimden geldi ve sanki bir iş görüşmesine ya da işe gider gibi giyinmeyi istemiştim. Saçlarım yine fönlüydü ve makyaj yapmıştım, üzerime de kot yerine kumaş pantolon, gömlek ve hırka, çok spor olmayan bir ayakkabı ve deri pardösümü giymeyi uygun bulmuştum. Sabah saat 10.00 gibi Bağlarbaşı’nda buluştuk, vakfa gittik. Ne sakin bir işyeriydi, ortam bana birden çok uzaklarda geldi, insanlar sakin ve rahat çalışıyorlardı ve biz birazdan keyif çatmaya gidecekken onlar akşama kadar bu sessiz, sakin ofiste çalışmak zorunda kalacaklardı. İşlemler tamamlandı en son ibranemelerimizi imzalayıp makbuzlarımızı aldık. Toplu paramızın ne zaman hesabımıza yatacağı konusunda bilgiyi de alınca oradan çıktık. Artık biryerlerde oturup işsizliğe adım attığımız dönemdeki ilk buluşmamızın zevkini yaşamalı bol bol dedikodu yapmalıydık.

İlk Ay (3.Bölüm)

Haftasonu kursum olduğu için sıkılmıyor oyalanabiliyordum, kursum nedeniyle haftaiçine sarkan bazı ödevlerim de oluyordu, bu durum hoşuma gitmişti. Hem kurs yeri Cihangir’de olduğundan, çıkışlarda arkadaşlarımla buradaki kafelere takıldığımızdan, bir sürü meşhur insanı buralarda görebildiğimizden dolayı mutlu bile sayılırdık. Cihangir’in sokak aralarını didik didik keşfediyor hele ki haftaiçi zamanlarda öyle zevkle geziyorduk ki, boş olmaya, boş gezmeye doymak bilmiyordum. Aslında bu olay bana epey pahalıya patlamıştı, o kurs için ödediğim ücret benim 1,5 aylık masrafıma denk geliyordu, böyle bir meblayı, hiçbir getirisi olmayan ciddiyetten uzak, sırf gönül eğlendirmek için açılmış bu kursta harcamak son derece mantıksız ve gereksizdi. Evet güzel arkadaşlarım olmuştu, bu bakımdan kazanımım çok değerliydi, hem İstanbul’un naif ve bohem bir köşesindeki yaşamları tatmak, görmek ve içine girmek anlamında hoş deneyimlerdi ancak benim için büyük lükstü. Oyalanmak bana bu paraya mal olmamalıydı hatta bu işleri bedavaya halletmeliydim.

Ayrıca sokaklarda dolaşmak yerine yapılması gereken bazı zorunlu işlerimi halletmem gerekiyordu. Şirketten getirdiğim eşyalar öylece bazama tıkıştırdığım şekilde duruyorlardı, hepsini güzelce dökmem lazımdı. Bir sürü kağıt, kitap, yazı, dokuman, ıvır zıvır biblo, maskot, oyuncak. Hepsini ayıkladım, gereksiz bir sürü katalog ve kitapçığı geridönüşüm amaçlı olarak kullanılabilsinler diye ayırdığım  başka kutuya doldurdum, diğer ıvır zıvırı sağa sola dağıtmak için paketledim. Belki daha sonraki aylarda atacaktım ama şimdilik saklamayı uygun gördüğüm eşyaları da tekrar yatak bazama doldurdum. Zorla da olsa sığdırabilmiştim her şeyimi ama eve getirdiklerimin üçde ikisi çöpü boylamıştı. Siz siz olun herşeyi saklamayın.

21 Ekim 2010 Perşembe

İlk Hafta (2.Bölüm)

Sabah güzel bir güne uyandım. Olaydan bir hafta önce bir hobi kursuna kayıt olmuştum ve bu ikinci haftamdı. Saat 13.00 gibi kurs başlıyordu ve ben Üsküdar üzerinden motorla Kabataş’a geçip kursa yürüyordum. Kahvaltımı yaptım, evde oyalandım, önceki akşam kapı önüne yığdığım torbaları odama taşıdım, içindeki bir sürü evrakı, dosyayı ve belgeyi tasnif edip halının üzerine yığdım. Bunlar için yer bulmam gerekiyordu. Aslında atılacaklardı ama hemen atmak yanlıştı, iyice bakmalı, gereksizleri belirlemeli, hem ayrıca ruhen de ayrılmaya hazır olunmalıydı. Hemen yatağımın bazasına baktım, orada müsait bir alan vardı, bazı eşyaları da sıkıştırmak suretiyle uygun yer açılabilirdi.  Bu kısmı hemencecik hallettim, bu yığını kafamda biraz ertelemiş, gözümün önünden de acilen çekmiştim. Babamla kahve içme zamanımız çoktan gelmişti, hayatımın en keyifli ve özgür kahvesini içtikten sonra evden fırladım ve kursa gitmek üzere yola çıktım.

Hava güneşli ve ılıktı, evden Altunizade’ye yürüyüp oradan Üsküdar otobüslerine binmeye karar verdim. Artık bir işim yoktu, zamanım boldu ve param kısıtlıydı. Artık AKBİL’imi doldurtup belediye otobüsleri ile dolaşmamın zamanı gelmişti. Yarım saat yürüdükten sonra Altunizade idim, ilk duraktan Üsküdar’a giden boş bir otobüse bindim, cam kenarına oturdum. On dakika sürdü sürmedi Üsküdar Meydanı’ndaydım. Otobüsten indim ve motor iskelesine yürüdüm, AKBİL’imi kullandım yine ama ücretsiz geçiş hakkı verdi bana motor iskelesinin turnikesi. Önce şaşırdım, meğer aktarmalı bilet uygulaması varmış, yani ilk binişten sonra ikincisi ilk 90 dakika içinde bedavaymış. Bunu öğrenince havaya uçtum. Desenize işsizken hayatımı ucuza yaşayabilmek için bütün sistemler zaten önceden kurulmuş da ben bilmiyormuşum. Sonraki aylarda tasarrufun ne denli önemli olduğunu, bu gibi uygulamaların yılmaz takipçisi olacağımı o zaman pek hissetmemiştim.  Hatta param olduğu halde bu şekilde yaşamanın çok daha doğru olduğunu, savurganlığın insanın başına gelecek en büyük felaket, en kötü alışkanlık olduğu bilincine varacağımı hayal bile edemezdim.

20 Ekim 2010 Çarşamba

İlk An (1.Bölüm)

Öğlen yemeğinden dönmüştük. Yerimize giderken ortamdaki sessizlik 26 Ekim gibi güneşli bir sonbahar gününe pek uygun düşmüyordu. Bazı arkadaşlarımız teker teker ortadan kayboluyor, her telefon sesi nedeniyle masalarından kalkanların ve geri dönmeyenlerin  yarattığı hava ister istemez sinirlerimizi geriyordu.

Ben o gün, nedense tarifini hala yapamadığım o büyük huzura henüz adım atamamanın öldüren huzursuzluğu içinde boğuşuyordum.  Tahammülüm kalmamıştı. Artık beni de çağırmaları gerekiyordu. Son haftalarda yaşadıklarım bu şirkette daha fazla çalışmamam gerektirdiğini bana çok güzel anlatmıştı ve açıkçası sona çok hazırlıklıydım.  Benim akibetimi yaşayacak en az elli kişi daha vardı ama onlar için gerçek çok acı yaşanacaktı. İnsanlar nedense kendini aldatmayı tercih ediyor, ben ise minicik bir çocukken de olduğum üzere derinine kadar ne olacağını biliyor ve bunu taş gibi sert karşılayabiliyordum.