28 Ekim 2010 Perşembe

Ve Sonrası (10. Bölüm)

O sıralarda annem tam 35 yıl sonra anneanne ve dedemin mezarlarını yaptırmaya karar vermişti. Mezarlıklar Edirnekapı şehitliğinde olup yıllarboyu fazla gidilemediğinden akibetleri pek bilinmiyordu. Elimizde bakım makbuzundaki bilgilerden başka ipucu da yoktu. Gidilemiyordu çünkü teyzem ve dayım yurtdışında yaşıyorlardı. Annem de zaten sürekli bakım isteyen kardeşimle bütün zamanını harcadığından 2-3 senede bir fırsatını zor buluyordu. Bense son 11,5 yıldır bu dünyadan göçmüştüm resmen. Hayatımın yaşanmamış büyük aralığı olarak gördüğüm bu yıllarda hiç böyle işlere girişememiştim. Şimdi boştaydım ve iş yine bana düşmüştü, dünya yerinden oynasa mezarlığa gidecek ve görevimizi yapacaktım. Zaten benden başkası da katiyen uğraşmazdı. Tek kız torun bendim yani kız evladın kızı bendim ve benim vazifemdi!

Bir gün, sabah erkenden arabaya bindik ve mezarlığa gittik. Kapıdaki görevlilerin de yardımıyla mezarlıkları kolayca bulduk. Annemim daha önceden irtibat kurduğu bakımcının da ogün tesadüfen orada olması sayesinde işlerimiz yolunda gidiyordu. Bakımcı adamla görüşüp, mezarlığın yeni hali konusunda anlaşmaya vardık. Bu arada mezartaşında yazacak detayları da adama yazıp verdikten sonra büyük bir eksik olduğu ortaya çıktı. Mezarlıkta herhangi bir inşaat faaliyeti başlatmak için tapu senedi gerekiyordu ve hakkında en ufak bir belgenin ortada kalmadığı bu yerler için elimizde malesef tapu senedi yoktu. Zaten olsa da fark etmiyor, bu tip evraklar 25 yıl geçince geçerliliğini yitiriyordu. İşte şimdi durum zorlaşmıştı. Bu iş için önce mezarlığın satınalındığına dair makbuzdan bir örneğe ihtiyacımız vardı ve bu makbuzların bulunduğu yer; Şehitlik Vakfı’nın merkezi, Şişli’deydi. Hemen araba ile oraya gittik, vakfı bulduk. Görevlilerle konuştuk elimizdeki isim ve tarih bilgisinin de  yardımıyla makbuz koçanları hemen arşivden araştırıldı. Tam 55 yıl öncesine ait minicik bir kağıttı aradığımız ve bunu bulamazsak mezarlıklara birşey yaptırmak mümkün olamayacaktı. Açıkçası sanki tekrar satın alıyor gibi bir süreç yaşayacak, binlerce Liralık masrafımız olacaktı. Heyecan içinde tozlu arşivden haber bekledik. Memur bayan 15-20 dakika içinde elinde küçük sararmış bir kağıtla geldi. Evet 55 yıl öncesine ait makbuz elimizdeydi, o an dünyaların benim olduğunu hissettim. Hem bulunduğuna sevinmiştim hem de elimde tarihi bir eser vardı, geçmişle bugünü birbirine bağlayan belgelere bayılıyordum.


Devlet katında bu tip bürokratik işlemleri yapmak hep çok zoruma gitmiştir. Gitmeler, gelmeler, imzalar nedense günlerce sürer. Ancak ülkemizde ölüm ve devamı olaylarda bazı kolaylıklar ve öncelikler olduğu da bir gerçek. Ya da biz bunu yaşayınca anlamıştık, işler arapsaçına dönmüş ama akabinde de kolayca çözülmeye başlamıştı. Makbuzumuzu alıp tekrar Mezarlıklar Müdürlüğü’ne döndük. Sıraya girdik ve tapu senedimizi hazırlattık, öğlen tatili araya girdiğinden epeyce beklemek zorunda kalmamıza rağmen yine de gün içinde bu işlemi de gerçekleştirebilmiştik. İş imzaya kalmıştı. İmzayı atacak müdür piyasada yoktu, ne yazık ki müdür yardımcısı da ortalıkta görünmüyordu. Annem bu işleri daha önce hiç yaşamadığı için çocuk gibi huysuzluk ediyor, “neden, niçin, nerede” gibi sorularıyla beni de sinir ediyordu. Oysa ben bugün bu işi tamamlayabildiğimiz için havalara uçuyordum ve 2 saat daha beklemeye razıydım. Çok şükür sonunda bizim tapu senedini imzalayacak yetkili yerine geldi, imza işimizi hallettik, sonra tekrar yan odaya geçerek inşaat iznini de aldık. Elimde altın gibi değerli bu kağıtları tutarken yüzümde müthiş bir mutluluk vardı. Ölümle ilgili bir fillde böyle mutlu son biraz çelişki de olsa işsizlik dönemimden başka hiçbir zaman halledemeyeceğim, koşullarım gereği bulaştığım bu işleri bitirebilmemin mutluluğu ve huzuru ile tekrar mezarlığa dönmek üzere arabanın kontağını çevirdim. Mezarlıkta usta bizi bekliyordu. İhtiyacı olan kağıtları ve parasının bir kısmını da kendisine teslim ettikten sonra vedalaştık. Hava zaten biraz bozmuş ince bir yağmur çiselemeye başlamıştı. Yorgun ama sevinçli bir şekilde evimize geri döndük. Artık tek işimiz 2-3 hafta sonra mezarlığın bitmiş halini görmeye ve kontrol etmeye kalmıştı.

Kış günleri  havaların da önceki yıllara oranla ılık gitmesini fırsat bilerek uzun yürüyüşler yapıyordum, hatta belirli parkurlarım vardı ve hergün bir tanesini seçerek 1 saatlik turumu sabah saatlerinde asla ihmal etmiyordum. Bazen dönüşte babamla kahvemizi içiyor bazen de kahvemi içtikten sonra yürüyüşe çıkıyordum. Genelde Koşuyolu parkına inip orada turladıktan sonra yola devam ediyor, Nautilus alışveriş merkezine giriyor, alt kattaki hipermarketten kafama göre gerekli şeyleri alıyor, yükümün fazla ağır olmamasına özellikle dikkat ediyor, tekrar yürüyerek eve dönüyordum. Bazen de yürüyecek halim kalmıyor köşeden otobüse biniyordum.

Aslında ucuzluklar en tahrik edici boyutuyla başlamıştı, benim gibi bir ucuzluk uzmanının kaçıracağı dönem değildi bu günler. Kendimi zorluyor alışveriş merkezinin katlarını gezmiyordum, Allah’tan mecbur da kalmıyordum, çünkü yasaklıydım. Nefsime yasak koymuştum, ne oralarda satılan kıyafetler ne de ayakkabılar beni artık ilgilendirmiyordu. İlgilendirmemeliydi. Alsam ne yapacaktım ki, kullanma olasılığım sıfıra yakındı. Yalnız kapıdan ilk girişte oradaki kahve zincirlerinden birinin konuşlanmış mağazasının önünden geçmek tam işkenceydi, mis gibi kahve kokusu öyle bir çekiyordu ki beni içeriye, buna sinir oluyor, o nedenle de hep evden kahvelerimizi içtikten sonra çıkıyordum.

Tüm bunlara rağmen dünya bana karşı savaş açmıştı. Yıllardır aradığım füme rengi kaşmir etek pat diye karşıma çıkmadı mı? Durur muyum gözümü kararttım ve o zamanın parasıyla 80YTL, üstelik %50 indirimli olarak 80YTL verdim ve eteği aldım. Yalnız eve dönüş yolunda düşündüm. Havalar sıcaktı, ben ise hep aynı şeyleri giyiyordum. Neyim var neyim yok farkında bile değildim.

Dünya gerçekten savaş açmıştı benim bu kararıma. Evimin olduğu Acıbadem Caddesinde sadece bir durak uzağımda, ihracat fazlası çok güzel ve kaliteli ürünler satan bir yer açıldı. Arada sırada oraya uğruyordum, iş yerinde giyebileceğim onlarca alternatifi çok uygun fiyatlarla orada görünce canım yanıyordu. Tonlarca para zamanında sokağa saçılmıştı şimdi ise sürüyle çaput, tedavülden kalkmış mangırlar gibi dolaplarda öylece duruyordu. Kendimi tuttum tuttum ve benim için sokaklarda bolca gezindiğim günler için gerekli, mutlak ihtiyacım olan iki adet mont aldım. Önce ihtiyacım olduğuna dair kendime yemin ettim, sonra da satın aldım. Biri kısa biri uzundu. Su geçirmeyen kumaştan yapılmış ve kapşonlu olan bu montlar sonraki yıllarda da defalarca giyildi. Cepten gidiyordu bu paralar ama eskilerle kıyaslayınca hiç para değillerdi. İki monta sadece 55YTL vermiştim. Öğlen yemeği fiyatınaydılar.

Bu tip gelgitler çok sıklaşmaya başlamıştı. Bir gün yürüyüşten eve döner dönmez ilk işim dolabımı açmak oldu. Daha işten ayrılmadan önce Şeker Bayramı tatilinde yazlıklarımı yıkayıp kaldırmıştım, yazlıkları yıkama işini Ekim’in üçüncü haftası yapar kaldırma işini ise Cumhuriyet Bayramı tatiline bırakırdım. Tabii eğer bir yere gitmemişsem.

Kışlıklarımı ise çıkartmıştım ama daha tam elleyememiştim.  Hava, o kalın kalın kazakları, hırkaları giyecek gibi değildi. Hepsine tek tek baktım. Katlı katlı duruyorlardı, üstelik benim giyemeyeceğim kadar da fazlaydılar ve en süt mertebe kışlıktılar. Yıllarboyu sabahın kör ayazında evden çıktığım, gün içinde ne ile karşılacağım belli olmadığından evi, karda ya da kutuplarda giyilebilecek kazak, hırka ve çoraplarla doldurmuştum. Hırka içine giyilen dik yakalı kalın bluzlarım iki tepe oluşturuyordu. Kadifesi, yünlüsü, kanvası türlü sınıflarda renk renk pantolonum vardı. Sanki bir anda hepsi üstüme geldiler, bu nasıl bir çılgınlık durumuydu ki hepsi bir şekilde dolabıma girmişlerdi. Ya da bunlar burada üremişler miydi. Gardoropum giysilerin seks merkezi mi olmuştu da ben içerideki aşna fişneden habersizdim. Çoğunda etiketlerin daha sökülmemiş olduğunu gördüm. Üzerime uyan her beğendiğim pantolonun en az üç rengini almış dolaba tıkmıştım. Hırkalar ise ayrı alemdi, aba gibi kalın, yüzde yüz yün, normal yaşamda evde ya da kapalı ortamlarda asla giyilemeyecek kadar ağırdılar. Onlar o eski işime uygun şeylerdi. Ayıkladıklarımı salona masaya yığdım, sonra sıra bir seviye ince bluzlara gelmişti. Dik yakalılar değildi bunlar, bisiklet yaka olanlardı. Her renkten vardı, o yüzden de bir tepe halinde üst raflarda duruyorlardı. En alttakini çekip giymek mümkün olmamıştı ki kaç yerlerinde yılların izi duruyordu, zavallılar ezilmişti. Yıllar önce aldıklarım sabırla hala burada sırasını beklemekteydi. Onları da ayıkladım ve salona taşıdım. Çorap çekmecemi, iç giyim eşyalarımı, geceliklerimi, hatta yazlıklarımın bile dışarıda olanlarını temizledim. Hepsi salon masasında bir tepe oluşturmuştu.

1 yorum:

  1. Bence kesin kitap yazmalısınız...
    Sevgiler
    Tuncay Değiş

    YanıtlaSil