26 Ekim 2010 Salı

Ve Sonrası (8. Bölüm)

Bu arada bir söz daha verdim. Evet işimden isteyerek, belli taleplerimi de kabul ettirerek ayrılmış, kesinlikle doğru olanı yapmıştım ancak beni buna mecbur eden düzenin konuyu kapatmış olarak rahat rahat hayatına devam etmesine göz yumamayacaktım. Olan biteni tüm ayrıntılarıyla eski şirketimin yeni genel müdürüne anlatacaktım. Adam ben ayrılmadan beş gün önce işbaşı yapmıştı, kendisini hiç tanımıyordum, resmini dahi görmemiştim, kapıda pas geçmiştik birbirimize, tanışmıyorduk ama mutlaka beni öğrenmeliydi, kimlerle çalışacağını da bilmeliydi. Belki bir etkisi olmayacaktı, olmadı da. Ancak herkes kimin ne olduğunu iyice öğrendi. Bu da o günler için bana yetiyordu. Şimdilerde eskiler aynen duruyor, bu yeni insanlar ise başka yerlerde görevlerini sürdürüyorlar. Asalaklar, kötüler, beş para etmezler sistemin pis parçaları olarak muhafaza ediliyorlar. Anlaşılmaz bir şekilde korunan bu düzen, benim çalışma hayatından iyice iğrenmemi sağlayan bir unsurdu belki de gelecek yaşamıma büyük faydası dokunmuştu. Düşündüğümü yaptım ama yeni yılda!

Aralık sonuna doğru eski müdürüm, bölüm arkadaşım buluşmaya karar verdik. Bu kez Avrupa yakasında Taksim civarında olmayı hedefledim. Bu buluşmaya eski müdürümün  o sıralar tamamen tesadüfi olarak işinden ayrılmış yiğeni de sürpriz olarak katılmıştı. Bölüm arkadaşımın tanıdığı birine ait olan Sıraselviler’deki kafeye gitmeye karar verdik, zira orası boştu, ucuzdu ve akşama kadar bize dokunan olmazdı. Aksamalar olmadan buluşma yerine tam zamanında geldik, hemen pencereye yakın büyükçe bir masaya yerleştik, sanki bir evde gibiydik, hava yağışsız ama soğuktu. Hoş Aralık ayı için daha soğuk olması beklenirdi ama yine de kış havasıydı. En ucuzundan makarnaya talim ettik. Hayatımda yediğim en güzel bolonez soslu makarnayı orada yedim diyebilirim. İşten ayrılmadan 2 gün önce şirketimizin pub’ında öğlen yemeği yemiştik ve seçtiğimiz bolonez soslu spagetti idi. Biz de o günün anısına böyle bir tercih yapmıştık. Hem yad ediyor hem karnımızı doyuruyorduk. O sırada birazcık geç aramıza katılan bölüm elemanı arkadaşım ağzındaki baklayı çıkarıverdi, sabah bir medyumla buluştuğunu, bir hayli ilginç şeyler anlattığını, hayli etkilendiğini söyledi. Böyle bir konuşma karşısında hepimizin gözleri yuvalarından fırladı ve açıkçası umut dünyasının garibanları olduğumuz için o an bu medyumla biz de görüşmek için can attık. Hemen olayı organize ettik, kadını cep telefonundan aradık, bulunduğumuz yeri söyledik, akşam üzeri müsait olabileceğini söyleyen bu İzmir’den gelmiş gezgin medyum bayanla randevulaşıverdik. Bulunduğumuz kafe’ye gelecekti. Etrafta kimse olmadığından oldukça rahattık, iyice yayıldık.

Saat 16:60 gibi medyum ve ona refakat eden bayan geldiler. Biz sırayla medyumun tezgahından geçtik. Öyle tatlı şeyler söylüyordu ki, biz soruyorduk, O cevaplıyordu. Bir sürü şey sorduk ve cevabını aldık, hatta o cevapları hızlı hızlı bir kağıda da yazdık. Kağıt bende bir yıldan fazla durdu, arasıra çıkartıp bakıyor, söyledikleri ile gerçekleşenleri karşılaştırıyordum. Sadece evimle ilgili kısım yüzde yüz doğru çıkmıştı, ayrıntısıyla bilebilmişti. Her neyse biz ucuza mal ettiğimiz bir toplantıyı gerçekleştirdiğimiz için sevinirken medyuma adam başı 50YTL ödeyince yine ekonomik olmayı becerememenin üzüntüsünü kendi adıma yaşadım. Ama bu çok özel bir durumdu. Fal olmadan bu zor günlerde nasıl umutlanacak, nasıl söylenenlere inanıp kendimizi avutacaktık ki? Bu manevi ihtiyaçlar bir şekilde giderilmeliydi. Örtünüp hidayete erecek tipler olmadığımıza göre başka çaremiz yoktu. Hem umutlanıyor hem de laf aramızda eğleniyorduk.

O yıl “Yılbaşı” ile Kurban Bayramının “ilk günü” aynı güne denk gelmişti, üstelik bu gün “Pazar” günüydü. Üçleme bir çakışma. Zaten nedense son yıllarda bin yılın tarihsel çakışmalarına tanık oluyorduk. Şanslı bir nesil miydik neydik? İş zamanlarında tatillerin böyle üstüste binmesi nefret edilen bir durumdu, zira 3 gün tatil yerine 1 gün tatille olay geçer giderdi. Çalışanlar için ne önemliydi her yılın tatil takvimi. Ben ise eskisi kadar ilgilenmiyordum bunlarla, aklım başka işlerdeydi. O bin yılın çakışması Pazar günü bambaşka, değişik birşey yaptım. Belki de buna çılgınlık denebilir, kim bilir ama tarihe mal olmuş bir güne yakışır bir şeydi.

Internet aleminde tanıdığım İstanbul dışında yaşayan sanal arkadaşımla bir buluşma planı yapmıştık. Kendisi İstanbul aktarmalı bir yolculuk yapacaktı, ben de bu aktarmanın İstanbul kısmında buluşmayı önermiştim, daha doğrusu tam hatırlamıyorum ama sonuçta kararımız bu şekildeydi. Ben evdeki ani hastalıklar ve hastane serüvenlerim nedeniyle Cumartesi olan randevumuza gidememiştim, açıkçası çok mahcuptum. Telafi etmem gerekiyordu, bana yakışan da buydu.

Yaşasın internet dedim ve Türk Hava Yollarının web sayfasına girdim. Orada önümüzdeki 24 saatin iniş-kalkışlarını gösteren bir sayfa olduğunu biliyordum, bu yolla arkadaşımın uçak kalkış saatini öğrenebildim. Uçak sabah 10:50 de idi. 31 Aralık sabahı erkenden kalktım, sanki işe gittiğim günlerdeki kadar erkenden. Deniz Otobüsüne bindim Bakırköy’e geçtim, oradan da on dakikada havaalanına ulaştım. Genelde uçuşlara 1 saat önceden gelindiğini düşündüğümden en az yarım saat görüşebileceğimizi hesaplayarak beklemeye başladım. Sürpriz yapacaktım. Ama görünürde kimse yoktu, ben de bunun üzerine Yaşasın Cep telefonları diyerek cep mesajı yolladım, son 20 dakika birlikte bir kahve içecek kadar biraraya gelebildik neticede.

Hayatımda bir insanın bu kadar şaşırdığına hiç tanık olmamıştım. Hoş ben de hayatımda kimseye böyle bir sürpriz yapmamıştım. Benim için çok hoş bir anı oldu. Bin yılın çakışmasına da uygun oldu. 2006 dan 2007 yılına geçtiğimiz bu günü ömrümün sonuna kadar unutmam mümkün olmayacak hatta tarih de unutmayacak.

Yeni yıla nasıl girersen öyle devam edermiş. Aynen öyle oldu. Biz arkadaşımla defalarca buluşma sözleri verdik ama defalarca hep birtakım aksilikler nedeniyle buluşamadık. O gün hava günlük güneşlik idi, gerçekten de bütün yıl havalar güneşli geçti, 2007; yüzyılın en kurak yılı olarak tarihe geçti.

Yılbaşı ve bayram gününün evde geçen kısmına gelince; bayram tarafı ilk gün için hissedilmese de yılbaşı tarafı için koşturmaca içindeydik. Bir aile geleneği haline gelen yılbaşında ciğer yeme olayımız için dönüşte Kadıköy Çarşısı’ndan 1,5 kilo ciğer aldım. Kasaya gidip de 22,5 YTL.lik ciğer parasını ödeyince kendi ciğerimin yandığını hissettim. Ne kadar pahalı birşeydi bu ciğer ya da ben bu güne kadar fark etmemiştim. Yılbaşı geceleri babam rakı ben ise annemle beraber şarap içerim. Bunun için de birkaç gün öncesinden özel bir şarap alırım. Bu sene öyle bir yola başvuramazdım. Alabileceğim şaraplar benim 2 haftalık yol ya da kahve parama eşit değerdeydi ve ben evdekilerle yetinmek zorundaydım. Acaba evde şarap olarak ne vardı? Ya da hiç kalmış mıydı? Ama olsun ben yine ciğer olayını ardından da şarap şüphelerimi içime gizledim ve evime döndüm. Eve geldiğimde ilk işim şaraplığa bakmak oldu, çok şükür ki bu gece içilebilecek sevdiğim cins bir şişe şarap vardı.

Bu şarap meselesini çözmem gerektiği yılbaşı günü ortaya çıkmıştı. Artık daha ekonomik ama lezzetli çeşitlere geçiş yapmalıydım. Hem kursta öğretmişlerdi; pahalı olanı değil, damak zevkinize uyanı bulun, zira bu çok önemlidir, diye. Ben de aynısını yapacaktım. Bir zamanlar, şarap kursuna gitmek züppeliğimin bir faydası dokunmuştu çok şükür.  Hayatta en sevdiğim şarap Ada Karası üzümünden yapılandır. Avşa’da yetişen bu muhteşem üzümü nedense büyük imalatçılar hiç kullanmazlar, ben de bu şaraplardan alabilmek için heryaz bir bahane ile Avşa’ya gider ve oradaki yerel imalathanelerden taşıyabildiğim kadar şişeyi yüklenir eve getirirdim. O zaman önemli olan tutarı değil yüklenebileceğim miktar idi. Satınaldığım satış mağazasında yetkililere sorduğumda bu şaraplardan, adını burada yazmayacağım büyük marketlerden birinde olduğunu öğrenmiştim. Yeni yılın ilk günlerinde o büyük markete gittim, şarap reyonunda en alt raflarda sevdiğim o şaraptan şişeler dolusu olduğunu gördüm. Büyük şişe sadece 6,5YTL idi. İnanamadım sadece 6,5YTL. Ama yine de sadece iki şişe alabildim, eskiden olsa 10 şişe alır eve yığardım ama artık para çok önemli idi. İki şişe ise bence gayet yeterli idi. Zaman içinde gerektiğinde nerede bulacağımı biliyordum ya artık sevdiğim şarabı. Gerisi boştu. Bir problem daha ortadan kalkmış, bense parasızlık halinde dahi hayatımın zevklerinden büyük fedakarlıklar yapmak zorunda olmayacağımı bir kez daha anlamıştım.

Kısacası bazı şeylerden vazgeçmek gerekiyordu belki ama bazı şeyleri de ekonomik boyutlarda becerebilmek mümkün olabiliyordu. Zevk ve keyiflerimizi sadeleştirmek, basit ve yalın hale getirmek, bu koşullarıyla da mutlu olabilmek para ile doğrudan ilgili değildi. Çözüm vardı ve ben de yavaş yavaş çözümleri buluyordum. Bu ülkede asgari ücretle dört kişilik ailesini geçindiren kahramanlar varken ben, onca sene okumuş, onca sene çalışmış, zeki bir insan nitelemesine yıllarca maruz kalmış Zeynep, bunun çözümünü mutlaka üretmeli ve yaşamıma geçirmeliydim.

1 yorum:

  1. Havaalanında arkadaşınızla buluşma kısmına özellikle bayıldım. Kısa hikayeler yazmayı düşünmediyseniz, akıcı yazma özelliğiniz burada boşa harcanıyor demektir.
    sevgiler

    YanıtlaSil