Hayatımı tam düzene sokamamıştım,
kararsızlıklarım tükenmemişti ve tamamen idaresiz bir rejime girmiştim. Canım
sıkkın değildi ama çok da huzurlu olduğumu söyleyemezdim. Bu tip geziler, beni
yeisten uzaklaştırıyor, biraz kendime getiriyordu. Tabii sürekli iş ile ilgili
konuşmalar da oluyordu ve bunlardan açıkçası pek hoşlanmıyordum ama ne
yapabilirdim? Çevremdeki herkes çalışıyordu ve o an hayatlarının en büyük derdi
iş yerlerindeki sorunlardı; sorun olarak algıladıkları şeylerdi. Maaşlarının
azlığı ya da henüz zam alamamış olmaları, üstlerinin bitmek tükenmek bilmeyen
istekleri, kimseyi memnun edememeleri gibi dert sayılan konulardı. Oysa ülke
standartlarının üzerinde bir gelire sahiptiler ama nedense çok şikayetçiydiler.
Bunun için onları kınamıyordum, haklıydılar, çünkü sistemin çarklarına öyle
takılmışlardı ki başka konu düşünmeleri imkansızdı. Anlamaları mümkün değildi,
beyinlerinin bu tarafı tamamen körleşmişti. İşlerinde mutluluk kıstası sadece
aldıkları ücretleri haline gelmişti, oysa işinden zevk ve keyif almak
çalışmanın birinci koşulu değil miydi? Her ne kadar kendi örneklerimle onlara,
hayatın daha ılımlı ve sade tarafları ile ilgili söylevler versem de bir
kulaklarından giriyor öbüründen çıkıyordu. Çaresiz kabullendim ve bence çok
dertlenecek ve acı çekilecek konular olmayan ama onları yerlerde süründüren bu
lakırdıları hep dinledim.
Mehtap Kafe’de uzun oturduk, en
son olarak kahvelerimizi içtik. Ben o gün dar kot etek, haki yeşil pamuklu bir
hırka giymiştim, ayağımda ise mokasen spor ayakkabılarım vardı. Saçlarımı
boyamayalı iki buçuk ay olmuştu ve dipten çıkanlar nedeniyle halim berbattı. Bu
zamanlarda saç sorununu kalın bantlarla hallediyordum ya da renkli yazma türü
eşarpları bant gibi katlayarak saçlarımın ek yerinden arkaya doğru bağlıyordum.
O gün de bu metodu uygulamıştım. Biraz komiktim aslında ama “tarz yarattım”
ayakları ile idare ediyordum. Öte yandan tesettüre girip de fani dünya ile
ilişkilerimi kestiğim yorumuna maruz kalmamak için saçımın arkada kalan
kısımlarını açıyordum. Benim böyle bir tercihim yoktu. Çalışmıyorum diye manevi
konularda tavır değiştirmedim, akıl insanıydım, aklımın ve mantığımın
yörüngesinden asla çıkmazdım. Kendi çözümümü güzelce üretebildim, başka
şeylerden medet ummadım. Gayet iyiydim.
Kahvelerimizi içip hesabımızı da
ödedikten sonra kalktık ve yürüyüşe başladık. Denizi solumuza alıp Bebek
yönünde saatlerce yürüdük. Yürürken fotoğraflar çektik, zaman zaman durup
dinlendik. Balıkçıları izledik, güneşin sıcağını içimizde hissettik. Yürürken
de hiç susmadık hep konuştuk. Yorgunluktan nefesimiz kesilince Taksim’e gitmeye
karar verdik. Taksim’deki adresimiz yine Ara Kafe idi. Bu arkadaşlarım çılgın
bir tutkundular, asla başka yere gitmezlerdi. Neticede kafeye girdik, dışarıda bir
masanın boşalmasını bekledik ve hemen oturduk. Benim yürüyecek halim
kalmamıştı, çok yorulmuştum. Herkes dondurma istedi ben de öyle yaptım.
Hararetim vardı ve beni ancak dondurma kendime getirirdi. Sularımızla beraber
gelen dondurmalarımızı afiyetle yedikten sonra dönüşe geçtik. Ben her zaman
olduğu gibi Tünel tarafına yürüdüm, Karaköy üzerinden eve dönmek benim için en
uygunuydu. Yürürken bol bol vitrinlere baktım. Aznavur Pasajı’na girdim,
oradaki gümüşçülere uğradım. Yalnızca baktım onlara ama çok beğendiğim halde
bir şey satın almadım. Oysa kehribar bir yüzüğe feci tutulmuştum. Bana oldukça
pahalı gelmişti ve sadece bakınmakla yetindim. Sallana sallana tünele kadar
geldim. Hemen tramvaya atlayıp Karaköy’e geçtim, vapura bindim, üst kata
çıktım, dışarıda güvertede kendime bir yer buldum. Denizi ve çevremdeki yüzleri
izleye izleye Kadıköy’e vardım.
Yolculuk ve beni sersem eden
bahar havası derin düşünceleri beraberinde getirmişti. Bu ay vadeli hesabımdan
gelen faizi ayırmış, ana parayı tekrar yatırıma çevirmiştim. İyice hesap
yaptım, bu faizin bir kısmı ile tüketici kredimi kapatacaktım. Hiç değilse
aylık taksitleri 210YTL olan bu pürüzden kurtulmalıydım. Arta kalan parayı
hesapladım, bu beni bir sonraki faiz dönemim olan Ağustos ayına kadar rahatlıkla
idare ederdi. Hem tatile gidecek değildim, yazın herkes sağa sola dağıldığından
evden çıkmayacaktım. Paraya çok ihtiyaç duyacağımı sanmıyordum. Hem hiç belli
olmaz ev aniden satılabilirdi. Ay sonu, yani yeni ay tahakkuk etmeden Mayıs’ın
taksitini öderken kredimi kapatmaya karar verdim. Bu, doğru bir karardı.
28 Mayıs günü 5000 YTL.lik
tüketici kredimin kalan borcunu yani 3694 YTL.yi ödedim. Bu beladan tek celsede
kurtuldum. Sanırım bu hareket şansıma iyi geldi, çünkü Mart’tan beri emlakçıda
satılmayı bekleyen evime bir alıcı çıkmıştı.
Gerçi emlakçı olayından sonra sürekli müşteri çıkıyordu ama
neticelenemiyordu. Bir yıl öncesine kadar 130.000-140.000 YTL civarında
seyreden fiyatlar ne yazık ki bu yıl dibe vurmuş 100.000 YTL den fazla para
veren olmuyordu. Ben eve 110.000 YTL istiyordum ama artık tükenmiştim.
Müşterinin 100.000 YTL’lik önerisini kabul ettim, eğer yaz aylarını da taksit
ödeyerek geçirirsem aradaki farkı zaten harcayacaktım, değişen bir şey
olmayacaktı. Kafayı çalıştırdım ve kararımı emlakçıma bildirdim. Her şey 2 gün
içinde inanılmaz bir hızla gerçekleşmişti.
Evet, öneriyi kabul ettim ama
müşterinin yine vazgeçeceğini düşünüyordum. Evin satılması benim için gerçekten
çok güç görünüyordu. Ama tahminlerim tutmadı, para ve her türlü belge hazırdı,
bizi bekliyorlardı. Sahiden evim satılmıştı. Mutluluktan uçmaya başladım.
Mayıs ayında ayaklarımızı yerden
kesen bir başka olay daha vardı. Eski işimizden tanıdığımız, bizden çok daha
önce görevinden ayrılan ve kendi işinin başına geçen bir arkadaşımız, küçük
işletmesinde; maliyetler, süreçler ve verimlilik üzerine bizimle görüşmek
istedi. Bir nevi danışmanlık yapacaktık ona. Bu uzun bir aradan sonra
yaptığımız ilk işti, çok iyi bildiğimiz konular kapımızı çalmıştı. Ben, eski
müdürüm ve bölüm arkadaşım büyük bir keyifle öneriyi kabul ettik. Bu bizim için
de bir sınav olacaktı, bir egzersiz de diyebilirdik buna. Danışmanlık zaten
gönüllerimizde yatan aslandı ve bu işi ne güzellikte yapacağımızı ölçmek için
inanılmaz bir şans yakalamıştık.
Şirketin yeri Sultanbeyli
taraflarındaydı. İlk gidişte bizi
işletmenin bir çalışanı aldı ve oraya götürdü. Şirket çalışanları ile birlikte
büyük bir toplantı odasında, yaşadıkları her türlü sorun ve çözümleri üzerinde
konuştuk, bilgi verdik, önerilerde bulunduk. Bizden çok yararlı bilgiler
aldıklarını söylediler. Üretim sektörünün en karmaşık işlemler dizinine sahip
büyük bir şirketinde yıllar boyu kazanılan tecrübelerimiz, onlara fazlasıyla
iyi gelmişti. Yaşanan onlarca sorun ve yaratılan çözümler konusunda öyle pişmiştik
ki, en karmaşık problemi bile iki dakikada çözüyorduk. Bu çalışmalar nedeniyle
bir kere daha Sultanbeyli’ye gittik ve işi sonuçlandırdık. Karşılıklı olarak
çok memnunduk. Biz paslanmamış olduğumuzu keşfettik, onlar yüksek tecrübemizden
yararlandılar. O gün anladık ki kesinlikle danışmanlık yapabilirdik. Bu
düşünceyi değerlendirmek üzere cebimize koyduk. Uzun zaman bu düşünceyle
oyalandık ancak bir türlü hayata geçiremedik. Bireysel olarak bir şeyler
yaptık. Ayrı ayrı birkaç teşebbüslerimiz oldu ama elle tutulur, gözle görülür
bir portföy oluşturmayı beceremedik. Sadece o dönem mutlu olabildik.
1 Haziran Cuma günü babamla apar
topar Beylikdüzü’ne gittik. Müşteri bizi emlakçıda bekliyordu. Ben parayı
taşıyan genç müşterimle bankaya giderken babam da Büyükçekmece Tapu Dairesine
müşterinin babasıyla birlikte gitti. Aslında hepimiz hazırdık ama paranın
gelmesi biraz geciktiğinden ancak saat 17.00’da benim şubeme gidebilmiştik.
100.000 YTL.nin sayılması da zaman aldı. Neticede zamanı kaçırdım ve parayı hesabıma
doğrudan yatıramayıp emanete aldırdım. Bu iki günlük ciddi bir faiz kaybıydı
ama sesimi çıkartmadım. Tapu işlemleri o arada halledilmişti, para tarafını da
ben halletmiştim. Akşam yaklaşmış, işler paydos olmuştu. Emlakçıda son kez bir
araya geldik. Evin tatlısı olan bir kutu baklavayı açtık, çaylarımızın
eşliğinde hep birlikte yedik. İki taraf helalleşip, hayırlar diledikten sonra
babamla oradan ayrıldık.
Arabamıza bindik. Ben o an
yaşadığım huzuru ömrümün sonuna kadar unutmayacağım. Beynimi kemiren, cebimi yiyip bitiren her
türlü para kurutma kaynağından az önce kurtulmuştum. Bundan büyük mutluluk olur
muydu? Babam da benimle aynı durumdaydı, bu ev meselesi onu da epey yıpratmış
ve üzmüştü. O da ben de bu ağırlıktan ebediyen kurtulmuştuk. Bizi tertemiz bir
hayat bekliyordu, bundan böyle bir kuruş borcum olmayacaktı artık.
Beylikdüzü’nden eve dönüşlerimden
hep çok nefret etmiştim. Cuma akşamı yol son derece kalabalık olur ve trafikte
insan can çekişirdi. Son sekiz ay süresince bir kere daha buraya gelmiş ve bir
Cuma akşamı direksiyon sallayarak geri dönmek zorunda kalmıştım. Mutluluktan
bunlara aldırmıyordum ama bu benim Beylikdüzü denen yerden evime son dönüşüm
olacaktı. Kolay kolay buralara adım atmayacaktım. Bu sefer son seferdi.
İstediğim gibi de oldu.
Eve kuşlar gibi uçarak döndük.
Saat 20.00 civarı içeri girmiştik. Hiç üşenmedim, mutfağa girdim. Kendime
dünyanın en güzel salatasını yaptım. Buzdolabındaki bütün peynirlerden güzel
bir tabak hazırladım. Tahıllı ekmek dilimlerini sepete koyup zeytinyağ soslu
zeytinlerimi kendi özel tabağına yerleştirdim. Evdeki şaraplardan birini açtım.
Özellikle stoklardaki adakaralarından birini seçtim. Bu hazırlıkları yaparken
babama da yemek önerisinde bulunmuştum ama o açlıktan beklemeyi istememiş girer
girmez bir şeyler yemişti, çünkü tüm hevesini ertesi güne saklamıştı. Ben
bekleyemezdim. Hazırlıklarımı masada tamamladım. Diskmen’imi belime taktım,
kulaklıkları kulağıma geçirdim, “Çal” tuşuna bastım. Angela Dimitriou albümün
dokuzuncu şarkısı; Mine ston kosmo sou (stay in your world) çalmaya başladı ben
de yavaş yavaş kutlamama geçtim. Hemen belirteyim o zamanlar iPod denen
cihazlardan da bende yoktu, o kadar gerilerdeydim, diskmen ile idare ediyordum
ve mutluydum, bana yetiyordu.
Bugünü “hayatımdaki en mutlu günler”
listesine ekledim. O sıralar böyle bir liste hazırlıyordum.
Aralık ayında konuştuğumuz
medyum, Haziran’a doğru evimle ilgili bir gelişme yaşayacağımı ve her şeyin
istediğim gibi sonuçlanacağını söylemişti. O gece bu ayrıntı birden aklıma
geldi. Televizyonda belgesel kanallarında septik tiplerle ilgili gerçeğe
dayalı, hayattan alınma çok program izlemiştim ve her ne kadar onlarca kanıt
sunulsa da bu tip şeylere inanmamayı tercih ediyordum. Yalnız bu aklıma gelince
birden “eskisi kadar radikal olmamalıyım
galiba” diye de düşünmeden edemedim.
Cumartesi sabahı güne bir başka
ruhla uyandım. Bir kuş tüyü gibi hafif, bir kelebek kadar zarif ve sincap gibi
neşeliydim. Pazartesiyi iple çekiyordum çünkü sabah erkenden bankaya gidip
borcumu kapatacaktım. Şu geçen iki gün bile bana 46YTL ye mal olmuştu ancak hiç
aldırmadım. Planlarımı yapmaya başlayabilirdim. Neydi düşüncelerim oturup
gözden geçirmeliydim bu hafta sonu. Gerçi yazın ilk gününe girmiştik ve yaz
ayları bazı etkinlikler açısından son derece kısır dönemlerdir. Herkes
sahillere akar, şehirde kimse kalmaz, kurumlar çoğunlukla tatilde olurlar. Ama
ben mutlaka bir şey bulacaktım. Son zamanlarda aklıma yabancı dilimle ilgili
yaşadığım gerilemeyi takmıştım. Bu konuda çok sıkıntılıydım. İnsan
kullanmayınca anadilini bile konuşamaz hale geliyorken, bildiğim ikinci lisanı
korumak zor olmuştu. Neredeyse ortaokul seviyesine inmiştim. Bununla ilgili
yazı iyi değerlendirmeli, benim için geçmesi güç olan yaz günlerini bu şekilde
doldurabilirdim.
Yazları hiç sevmem. Heleki Temmuz ayından, nemli sıcağından
büsbütün nefret ederim. Hasta gibi olur dünya ile ilişkimi keserim. Ağustos’ta
bir nebze kendime gelir ve son gayretle mevsimi bitiririm. Hemen internete
bağlanıp pratikle ilgili isteklerimi karşılayacak bir yer bulmak amacıyla
kurslara bakmaya başladım. Birkaç yer ve telefon numarası not ettikten sonra
konuyu, üniversite sınıf arkadaşımın nikahına gitmek için çıkacağımdan akşam
üstüne bıraktım. Telefon etme işini ve koşullarını akşama hallederdim, olmadı
önümüzdeki hafta konuyu bağlardım. Şimdi hazırlanmalıydım.
Gardrobumu açtım, ne var ne yok
baktım. Pek bir şey bırakmamıştım ama lazım olur diye siyah renkte ince krepten
dikilmiş takımım gözüme çarptı. Hava aslında çok sıcaktı. Bu arada 2007 yılı
yazı tarihin en sıcak geçen yazlarından biri olarak kayıtlara geçmişti ve o gün
bize uyarısını yapmıştı ama anlamamıştık. Ben sıcağa rağmen dayanacağımı
düşünerek siyah takımlarımı giymiştik. İçimde beyaz askılı bir bluz vardı. Takı
olarak da gümüş tercih etmiştim. Saçlarımı arkadan sımsıkı bağlamış enseden at
kuyruğu şekli vermiştim. Yapacak fazla bir şey yoktu, beyazlarım 3 santim
olmuştu ve ben sadece en öndeki saç sırasını, kumral gibi bir renge boyayarak
iyi bir hile yapmış, dikkatleri
dağıtmıştım. Yüksek topuklu yazlık siyah ayakkabılarımı da giyip evden
fırladım. Allah’tan nikah, Kadıköy Evlendirme Dairesindeydi. O sıcağa ve
topuklu ayakkabılarıma rağmen yolu yürüdüm. Yürümek tiryakilik halindeydi ve
asla yürümeden rahat edemiyordum. Nikah dairesine vardığımda daha yarım saat
vardı. Yine üniversiteden diğer sınıf arkadaşım ve bir başka arkadaşımız da
peşim sıra geldiler. Nikah dairesinin
kafesinde oturup bir şeyler içtikten sonra salona girdik. Şükür ki klimalar
çalışıyordu. Biz gelin odasına geçtik, orada gevezelik ettik, resimler çektik,
şakalaştık, güldük, eğlendik ve zamanı gelince de salondaki yerimizi aldık.
Arkadaşımızı nikahladık; tebrikler, takılar vesaire hepsi olduktan sonra da
kendimizi dışarı attık.
Açıkçası ben daha fazla oyalanmak
istemiyordum, biraz daha hoş beş ettikten sonra sıcağa da fazla dayanamayıp
evimizin yolunu tuttuk. Aklım yeni yapacaklarımda idi. Gözlerimi başka
noktalara çevirmiştim. Beni donduran, uyuşturan borç sürecinden tamamen
kurtulacağım Pazartesi gününden sonra neler yapacaktım ve tamamen bunlara
yoğunlaşmaktaydım.
Pazartesi bankaya gittim. Borç
kapatma ile ilgili tüm işlemleri yerine getirdim, belgeler imzalandı, ek
ödemeler yapıldı, oradan buradan ıvır zıvır kesintiler yapıldı. Sonuçta ben
75.778 YTL vererek borcumu kapattım. Aldığım kredi 77.500 YTL idi ve o güne
kadar sadece faiz ödemiştim, borcum bir arpa boyu kadar azalmıştı, neticede bir
anlamda soyulmuştum. “Ne yapayım kısmet böyleymiş” demekten başka çarem yoktu
hem kesinlikle şikayet etmemeli, bu durumdan kurtulduğum için sevinmeliydim.
Çektiğim eziyet bitmişti, resmen işkenceden kurtulmuştum. Yıllar önce aldığım
ama bana tek kuruş yararı dokunmamış Beylikdüzü’ndeki evim sonunda ihtiyacım
olan paraya dönüşmüştü. Bu para ile 14 ay önce kredi furyasında satın aldığım
yeni evimin borcunu ödemiştim. Elimde resmi kağıtlarımla bankadan çıktım ve
evime döndüm.
Birkaç kurs seçeneği bulmuştum,
bunlarla konuşmalıydım. Bankadan döndükten sonra ilk iş telefonun başına oturup
bunlardan bilgi almak oldu. Yaz dönemi nedeniyle kurslarda inanılmaz indirimler
vardı. Bu büyük bir şanstı, zamanlamam muhteşemdi ve kendimi çok takdir
ettim. Şubelerinden biri Caddebostan’da
olan kurs aklıma pek yatmıştı. Yol açısından biraz çetrefilliydi ama benim
zaten o kadar zamanım vardı ki harcaya harcaya bitiremezdim. Hem Bağdat Caddesi
yöresi hoşuma da gidiyordu. Kursun tam karşısında MADO, iki yanında Kahve
Dünyası, biraz aşağısında ise güzel kafeler vardı. Uzun yaz günlerinde kurs
çıkışı ya da öncesinde buralara takılır biraz keyif yapabilirdim. Artık bütçe
savaşım yoktu, en azından cephe savaşından kurtulmuştum. Tek yapacağım evin
bitmesini ve kiraya verilmesini beklemekti. Buna da 16 ay vardı. Elimdeki
parayla bu 16 ayı çok rahat geçirebilirdim. Tabi ki hepsini harcamayacaktım.
Artık ucuza yaşamayı çok iyi öğrenmiştim, bu para kolay kolay bitmezdi, evim
kiraya verildiğinde üste yığınla para da rahatlıkla artardı.
Kendime bir çizelge hazırladım.
Kendime bir maaş miktarı dayattım. Bu çizelge 16 aylık dilimlerden oluşuyordu
ve her ay sabit bir miktar en başa koyuluyor, giderler gün be gün buraya
işleniyor, artılar eksiler birbirini tetikledikçe kalan para ve tehlike işareti
bana çeşitli renklerde görünüyordu. Bu çizelge son derece faydalı olmuş çok
işime yaramıştı.
Kursum harikaydı. Gece 22.00’a
kadar ders vardı, istediğim saatte gidiyor, istediğim kadar kalabiliyordum.
Konuşma, tartışma saatlerine ise mutlaka kalıyordum. Geç saatte çıksam bile eve rahatlıkla
dönebiliyordum. İlk ünitelerde seviyemin biraz gerisinden başladığım için
sıkılsam da zaman geçtikçe tadına varmaya başladım. Hem kursiyerler tahminden
çok farklı insanlardı, çoğunluk benim yaş grubumdandı, içlerinde çalışmayanlar
da vardı, akşam grubunda iş çıkışı gelenler oluyordu, onlarla ders ise başka
alemdi. Öğretmenlerimizin hepsi çok iyiydi, işlerini mükemmel yapan, her şeye
hakim, bir o kadar neşeli, eğlenceli tiplerdi. Hepsi yabancıydı. Amerikalı ve
İngiliz, birkaç tane de Avustralyalı eğitmenimiz vardı ki Türkçe’yi iyi
bildikleri halde bizimle sağır dilsizi oynuyorlar ve bülbül gibi konuşturuyorlardı.
Unuttuklarım patır patır zihnime dökülmeye başlamıştı. Bu kurs işini düşünmekle
dünyanın en doğru ve isabetli hareketini yapmıştım. Yaz boyunca kendimi sürekli
kutladım.
Sıcaklar çok fena bastırmış,
sokakta yürümek bile imkansız hale gelmişti. Bu durum insanları eve hapsetmeye
başlamıştı. Bu yaz, nasıl olduğu fazla açıklanamayan garip bir şeyler vardı ve
bunlar ilk belirtilerdi.
Annem her yıl gittiği havuza yine
üye olmuştu. Yeri Fenerbahçe’de olan bu havuza önceki yıllarda ben de giderdim.
Benim, annemin üyelik ikramı olarak daha ucuza havuzdan yararlanma olanağım
vardı. Havuz hiç tercih etmediğim ve sevmediğim bir ortam olmasına rağmen bu
sıcaklarda çare olarak görülebilirdi. Yalnız giriş ücretim 40YTL, orada yenecek
ve içilecek şeyler en az 20 YTL civarında olunca bir de otopark parası verince
bana maliyeti 70 YTL gibi oluyordu. Bu durumda havuza gitmem çok büyük bir
lükstü ve o yıl buna yeltenmedim bile. Belki bir kereliğine gidebilirdim ama o
da sokağa atılmış bir para demekti benim için. Genelde annem gitti, ben ise
evde olduğum sürece babam ve kardeşime yarenlik ettim, çoğunlukla da ders
çalışarak, internette sürekli yabancı dilde yayın dinleyerek zamanımı geçirmeye
başladım. Bu sıcak zamanlarda ya erkenden kursa gidiyor uzun zaman orada
kalıyordum ya da akşam saatlerini yeğliyordum; gündüzler bana kalıyordu. Yoğun
olarak bu işle uğraşmamın yanı sıra bir meşgalem daha vardı. O yıl 22 Temmuz’da
erken genel seçimler oldu. Seçimler öncesi parti liderlerinin konuşmaları ya da
aydınların, akademisyenlerin tartışma programları televizyonları işgal etmişti.
Biz babamla soluksuz izliyorduk bunları. O yıl müthiş bir siyaset uzmanı
kesilmiştim. Dikkatle dinliyordum insanları ve çıkarımlarda bulunuyordum.
Uzun yıllardan sonra toplumsal
bir konuda bu derece meşgul olmak hoşuma gitmişti. Ayrıca zaman da çok etkin
geçiyor, fazla sıkılmadan günlerimizi bitiriyorduk. Türkiye gibi orta gelişmiş
bir Ortadoğu ülkesinde siyasetten habersiz yaşamak hem olanaksız bir durumdu
hem de büyük eksiklikti. Bu tip ülkelerde insanlar refah toplumlarındaki gibi
olamazdı, yaşam önceliklerinin ilk sıralarında siyaset, toplum ve kurumların
etkileşimi mutlaka yer bulmalı, nedenler, sonuçlar çok dikkatli irdelenmeli ve
gerçekler bilinmeliydi.
Yine Haziran başından beri çok sevdiğim
bir genç arkadaşımın yönettiği web gazetesinde yazmaya başladım. Genelde
deneme, azıcık da makale türündeki yazılarım, haftalık periyotlarla
yayınlanıyordu. Her konuda söyleyecek onlarca lafı olan ben, ne yazmaktan
bıkıyor ne de konu sıkıntısı çekiyordum. Bu işler öyle zamanımı alıyordu ki,
vaktin nasıl geçtiğini hiç anlamıyordum. Yaza rağmen yapacak bir sürü iş
bulmuştum, kursum dışında sokağa çıkmam da gerekmiyordu.
Haziran ayının 16’ıncı günü
birlikte iş yaptığımız arkadaşımızın evine gittik. Önceki ay şirketi için
danışmanlık yaptığımız bu arkadaşımız, beni, bölüm arkadaşımı ve eski müdürümü
kısacası bizim ekibi bahçe içindeki güzel evine yemeğe çağırmıştı. Bu güzel
havalarda bundan mükemmel bir fırsat olamazdı. Ben o gün arabayı aldım ve Levent
tarafına geçtim, Levent metro durağında ise bizimkileri alacak ve yola devam
edecektik böyle anlaşmıştık. Her şey yolunda gitti, eş zamanlı olarak
anlaştığımız yerde birbirimizi bulabildik ve eğlenceli bir şekilde yola devam
ettik. Yolumuz biraz uzun ve ilk kez gittiğimiz için de biraz karışıktı. Benim
elimde tarif kağıdı, bir yandan okuyor bir yandan araba kullanıyordum. Ekip ise
kağıtta yazan ipuçlarını çevrede arıyor bana onay veriyordu.
Ev ve mutfak işlerinde büyük
beceriye sahip olan bu arkadaşımız büyük zahmete katlanmış bize muhteşem şeyler
hazırlamıştı. Güne harika bir başlangıç yaptık. Önce her birimiz aldığımız
hediyeleri kendisine verdik, hepimiz de mutfakla ilgili şeyler almıştık, eh bu
usta aşçıya da alınacak başka ne olabilirdi ki? Ardından bahçeye geçtik, etrafı
gezinip evleri tanımaya çalıştık. Çok güzel bir yerdi, bahçeli bitişik müstakil
evler, evleri birbirinden ayıran bakımlı çitler, çimenler, ağaçlar, çiçekler ve
temiz hava. İstanbul’un tüm pisliğinden sıyrılmıştık adeta. Ağzımıza layık
yemekler yedik, son derece keyifli sohbetler ettik, bahçede oturduk,
arkadaşımızın çocuklarıyla eğlendik. Bunlar; birlikte çalıştığımız yıllarda
doğumlarına tanık olduğumuz dünya tatlısı oğlanlardı, o gün ise biri 10, diğeri
8 yaşında koca çocuklardı. Bakmayı çok sevdikleri kedi yavrularını getirdiler
yanımıza ve kediler, otlar, kelebekler, temiz hava derken biz iyice kendimizi
kaybettik. Bu güzel günün sonunda her şey için teşekkür ederek vedalaşıp oradan
ayrıldık.
Benim kızgın Haziran güneşi
nedeniyle kollarım kıpkırmızı yanmıştı, yüzüm de keza aynı durumdaydı, tam
sersem olmuştum. Dönüşte de aynı yolu takip ettim ve Levent metro durağında
bizimkileri bıraktım. Oradan Boğaz Köprüsü’ne devam ettim. Sıkışık trafiğe
rağmen sıkılmadan köprüyü geçtim, evime döndüm. Ev satma işinden sonra
yaşadığım huzurla artık yaşamdan ayrı bir tat ve zevk alıyordum. O gün bana çok
eğlenceli gelmişti ve hiç sıkılmamıştım.
Temmuz ayı bütün vahşetiyle devam
ediyordu ve evde sıcaktan fenalık geçiriyorduk. Alışılmadık bir çöl havasında
bütün faaliyetlerimiz durmuştu. Çarşıya, pazara gitmek imkansızdı, doğru dürüst
yemek yapamıyorduk, yapsak da yiyemiyorduk. İştahımız azalmış, sürekli karpuz
tüketip akşamları da sokağımızın başındaki eski usul dondurma üreticisi olan
Hadi Usta’dan top top dondurmayı eve taşıyor ve onunla serinlemeye
çalışıyorduk.
Ben yıllarca işyerlerimde klima
yüzünden bütün eklemlerimi hasta ettiğim için görüntüsüne dahi tahammülüm
olmadığından eve klima takılmasına izin vermiyordum. Bu ailemizde ciddi bir tartışma
maddesiydi ama inatla direniyordum ve eve klima denen cihazı sokmuyordum. O
sıcağa razıydım ama yapay soğuğun canıma okumasına asla razı olamazdım. Bir
vantilatör evde hepimize yetişmeye çalışıyordu. Bilgisayarımı yemek masasının
üstüne yerleştirip, vantilatörü de son raddede açıyordum. Yarattığı serinlikte
bir yandan derslerime bakıyor, bir yandan internet üzerinden egzersiz yapıyor
ya da radyo dinliyordum. Tabiki yabancı dilde yayınlardı bunlar, genelde okuma
türü dinletilere takılıyordum, defalarca dinliyor ve tamamıyla anladığıma emin
olunca diğerine geçiyordum. Bu haftalarda kursa arabayla gittiğim çok oldu.
Sıcakta ne yürümeyi göze alabilirdim ne de otobüs ve minibüslerde baygınlık
geçirebilirdim. Hem kursun sokağındaki park memuru bana iki saatlik ödeme
bedeli kesiyordu, sıklıkla gittiğim için bu jesti yapmıştı, oysa iki saatten
çok daha uzun süre kalıyordum orada.
Çıkışımı akşam saatlerinde olacak
şekilde ayarladığımda çok rahat ediyordum ama bu da her istediğimde olan bir
şey değildi. Özellikle konuşma pratikleri için bu ayarlamayı seçiyordum zira
grupta çok iyi öğrenciler vardı ve onların sınıfında olmak benim için daha
yararlıydı. Bazen ara veriyor kurs binasının iki yanındaki Kahve Dünyasına
gidiyordum. Güzel bir kahve içip biraz etrafı seyrettikten sonra geri dönüyor
dersime devam ediyordum. Bu ara keyifler beni inanılmaz rahatlatıyordu. O yaz,
Kahve Dünyası’nın masalarındaki sebil çikolatalar bile sıcağa dayanamamıştı,
hepsi tabaklarında eriyorlardı. Bir süre sonra, havalar serinleyinceye kadar o
servisi kaldırdılar.
Günlerim yaza sabretmekle,
yaklaşan Ağustos’un gelmesiyle serinleyeceğini umduğum havaları düşlemekle
geçiyordu. Kuzenimle bu dönem msn.de sayfalar dolusu yazışırken benim
Antalya’ya gideceğim günü kararlaştırmaya çabalıyorduk. Açıkçası kursa ara
vermeyi hiç istemiyordum, hızımı almış büyük bir ilerleme kaydetmiştim. Bu
şekilde toplam dört ay geçmeden araya tatil sokmayı düşünmüyordum. Öte yandan
ise İstanbul’un 10cm dışına çıkmayalı tam 9 ay olmuştu. Burnumda tütüyordu seyahat,
herhangi bir yerde, bir köy evinde 3 gün geçirmeye bile razıydım.Yine de
Eylül’den önce yerimden kımıldamamalı, şehrin sağladığı olanaklar ölçüsünde
kendimi gezdirmeliydim.
Allahtan fırsatlar oluyordu.
Kuzenim zaten ay sonuna doğru İstanbul’da olacaktı ve 27 Temmuz, ortak bir
arkadaşımızın doğum günüydü. Ben bu tarihe kilitlendim. Şu geçmişte sözünü
ettiğim aylık piyango günlerimden birini daha bu tarihte yaşayacaktım. Uzun
zamandır gece dışarı çıkmamış, çılgın bir eğlenceden nasiplenmemiştim. İnsan ne
kadar değişse de geçmişinden tam olarak sıyrılamıyor. Canım çekiyordu bazen
eski günleri. Bunu kendimden saklamamalıydım.
Neyse ki bir aksilik olmadı
kuzenim o hafta buraya geldi. Antalya’nın nem ve sıcağında rahatsızlanınca
canını buraya kaçarak kurtardı bir anlamda. Alışık olmayan bünyeler için
Temmuz’da Antalya’da olmak çok güç bir işti. O da gelince hemen organizasyonu
yaptık ve 27 Temmuz Cuma gecesi için True Blue’da rezervasyonumuzu yaptırdık. O
zamanlar henüz yeniydi ve hem yemekleri çok iyi hem de programları cazipti. O
gece de Ayhan Sicimoğlu ve orkestrası program yapacaktı. Biz yemekten sonra
gecenin ilerleyen saatlerinde müzikten nasibimizi alabilecektik.
Hediye işini kuzenim halletti.
Ortak karar verdiğimiz bir hediyeyi gidip satın aldı, çünkü bir ayağı
Nişantaşı’ndaydı ve bu işi en güzel o halledebilirdi.
27 Temmuz akşamı için özel olarak
hazırlandım. Saçlarım iyice uzamıştı ve hileli boya işlemi ile beyazları
gizlenebiliyordu. Jöleleyip kıvırcık bir şekil verdiğim zaman da ne renk
farkları ne de beyaz hatlar kalmıyor, tamamen ortadan kalkıyordu. Gece
saatlerinde ortamın loşluğunda görünen ise sadece uzun ve kıvır kıvır
gölgelerdi. O yaz moda olan kapri yani dizaltı pantolonlardan benim de bir tane
vardı. Siyah kaprimin üstüne esnek kumaştan dikilmiş dar bir bluz giydim.
Kolları ve yakası volanlar içinde olan bu gri, siyah ve beyaz desenli bluz o
akşamın Latin ortamına gayet uygundu. Ayağımda parmak arası ince bantlı,
tamamen topuksuz, pırıltılı sandaletlerim vardı. Hasbelkader bir şeyler uydurabilmiştim.
Kolyeler, küpeler derken süslü bir koket oldum sonunda ya da kendime göre
öyleydim.
Kuzenimle evlerimizin arası
yürüyerek 10 dakika mesafede olduğundan birlikte taksiyle gitmeye karar
vermiştik. Ben taksiyi çağırdım, saat 20.00 gibi O’nu da aldım ve doğru
Fenerbahçe True Blue’ya gittik. Biz oraya vardığımızda doğum günü olan
arkadaşımız, kız kardeşiyle birlikte mekana gelmek üzereydi. Biraz bekledik, onlar da gelince mekana
birlikte girdik.
Güzel dört kişilik bir masa
ayrılmıştı bize ve hemen yerleştik. Menüler geldi, biz de yemekleri seçmeye
koyulduk. Açıkçası açlıktan ölüyordum, buraya geleceğim için o gün doğru dürüst
yemek yememiştim. Tok karnına sokağa çıkma prensibim o gece için yürürlükten
kalkmıştı, o akşam en güzelinden afiyetle yemek yiyecektim. Ben her türlü
çeşidi içinde barındıran, alabildiğine soslu, garnitürlü güzel bir et yemeği
seçtim. Kızlar da başka başka şeylere karar verdiler. Bunları hallettikten
sonra da bir şişe kalitelisinden şarap sipariş ettik. Şarap ve atıştırmalık
servisinden yarım saat sonra yemeklerimiz de geldi. O arada hediyelerimizi
takdim edip kutlaştık ve yemeğe koyulduk. Gece uzundu. Ağır ağır yiyor ve
içiyorduk. Hatta arkadaşımız, yakın bir tanıdığına rastladı ve o da masamıza
oturdu. Genelde Cuma veya Cumartesi akşamları dışarı çıkıp da bir tanıdığa
rastlamamak mümkün olmazdı. Bu şekilde sohbet, yemek, içki derken müzik zamanı
da geldi. Yemeklerimizi bitirip bar tarafına geçmeye karar verdik ama o sırada
etraf öyle kalabalıklaşmıştı ki vazgeçtik. Yemekler bitti biz içkilerimize
masamızda devam ettik. Bu sırada müzik hızını iyice almış, herkes dans etmeye
başlamıştı.
Gece mükemmel geçiyordu. Hava mis
gibiydi, yazın dışarıda olmanın tüm güzelliğini yaşıyorduk. Bar tarafına
geçtik, orada birer içki daha söyledik. İçmesek de elimizde bardaklarımız vardı
ve kendimize barda bir mekan açmayı başarmıştık. Bu durumda insanları daha
yakından görebiliyor, müzik ortamının tam içinde yer alabiliyorduk. Gece
yarısından sonra ortam daha da hareketlendi. Kuzenim, Ben ve mutlu doğum günü
kızları keyifli bir şekilde orada bir saat daha kaldık.
Ben hem yorulmuştum hem de uykum
gelmişti ama belli etmedim ve kendimi zorladım. Müzik grubu programını
bitirince banttan yayınlanan gürültülü müziğe kalmayıp eve dönmeye karar verdik.
Açıkçası her şey zevkle ve keyifle yapılmıştı, uzatmanın alemi yoktu.
Son kez öpüşüp koklaştıktan sonra
vedalaştık. Kuzenimle beraber yine taksiye bindik ve evlerimize döndük. Saat
sabaha karşı 03.00’ı gösteriyordu. Çok uzun zamandır bu saate kadar dışarıda
kalmamıştım. Gerçi mevsim yazdı ve o saatte bütün şehir sokaklardaydı ama ben
huzursuz olmuştum. Sanırım mazbut ev hayatı, hep belirli saatlerde uykuya
dalmak, akşam geç saatlerde yemek yemeye son vermek beni belli alışkanlıklara
mahkum etmişti. Biraz sapınca olumsuz etkileniyordum, uyku gözümden akıyordu
ama bir türlü dalamıyordum. Midem tıka basa dolu olduğundan rahatsızdım,
kafamın içinde ise hala binbir çeşit müzik uğulduyordu. Her şeye rağmen yine de
keyifliydim ve arada sırada bu tür programlara katılmam gerektiğini düşündüm.
Yazı bir şekilde bitirecektim ve hafta başı Ağustos geliyordu.
Yazın sonuna yaklaştıkça ben
neşeleniyordum ama beklenen olmadı. 2007 yılı kurak ve yüksek sıcaklıkta geçen
günlerine rekorlar kırarak devam ediyordu. İstesem de bir tatil etkinliğine
katılamayacaktım çünkü artık sıcaktan nefes alamaz hale gelmiştim. Benim gibi,
İstanbul halkı da güç durumdaydı. Bu badireyi kursa daha fazla asılarak
atlatmayı seçtim. Neredeyse her gün kursuma gidiyor, oradaki her türlü etkinliğe
katılıyordum. Akla gelecek her konuda arkadaşlarla tartışmalar yapıyorduk,
yeter ki bol bol konuşalım ve daha fazla doğru şeyi öğrenelim diye çaba
harcıyorduk. Eğitmenlerimize de iyice alışmıştık ve onlar inatla tek kelime
Türkçe konuşmuyorlardı ve anlamayan sağır adam rolünü oynuyorlardı. Hala bu
durum için onlara içimden teşekkür ediyorum. Bana ikinci dilimi sevdirmişlerdi.
Evde de bilgisayar başından
ayrılmıyordum. Yılmamıştım, ilanlara bakıyordum. O sıralar kariyer sitelerinde
bir detay dikkatimi çekti; ciddi bir tekrar ediş söz konusuydu. Bazı işler
vardı ki, düzenli olarak hep etkin hale geliyorlardı. Bu pozisyonlar nedense
bir türlü dolmuyordu, hep aynı elemanlar üç ayda bir niye aranıyordu? Bunu
çözemiyordum, çözemediğim için de ciddiye almıyordum. Galiba kariyer siteleri
ile iş aramak aptallıktı. Aptal yerine konduğumuzu düşünmeye başladım. Bu
sitelere bakmaya uzun bir süre ara verdim. Üzülmüş, hayal kırıklığına
uğramıştım çünkü. Beni bu kararımdan caydıracak pişman edecek bir deneyim ise
hiç yaşamadım.
Kuzenim Antalya’ya geri dönmüştü
ve beni bekliyordu, bense Eylül’den önce bunu hiç düşünmüyordum, resmen
sıcaktan kaçar hale gelmiştim, nemli ve 48 dereceye maruz kalmam imkansızdı.
Biz yine msn.den yazışmaya devam edecektik.
Dil kursuma artık akşam üzerleri
gitmeye başlamıştım. Günler biraz kısalmış olduğundan sıcak havadan bu şekilde
kurtulmayı seçmiştim. Saat 17.00 gibi evden çıkıyor ve otobüse biniyor, 15
dakika sonra Kadıköy Meydanında oluyordum. O sıralar tam çarşı girişinde Simit
Sarayı açılmıştı. Bu ayaküstü simit-çay modeli tarihe geçecek bir buluştu ve
çok tutmuştu. Tam Osmanlı usulü, harika simitler yapılıyordu, çayları da bir o
kadar mükemmeldi. Burası benim durağımdı. Otobüs duraklarının oradan karşıya
geçer geçmez Simit Sarayına varıyordum, hemen elime bir tepsi alıyor gözümle
seçtiğim taze simitlerden birini servis ettiriyor ve ardından çay kuyruğuna
giriyordum. Koca su bardağı duble çayımı da aldıktan sonra kendimi en serin
masalardan birine atıveriyordum. Bu süreç, yarım saatlik cehennem sıcağındaki
yolculukla, kursa gideceğim ikinci etap sıcak dolmuş seyahatim arasında
soluklanmak için tarafımdan icat edilmişti. Böylece hem karnımı doyuruyor, hem
serinliyor hem de kurs için kafamı toplayabiliyordum. Ayrıca simit benim
hayatta en sevdiğim yiyeceklerden biriydi ve yazın bu cehennem günlerinde akşam
yemek faslını da erkenden kapatıyordum. Bu simit partileri benim bir klasiğim
olmuştu. Bu ayı böyle geçirecek selametle sonbaharın ilk günlerine kapağı
atacaktım.
Bu yıl yaz beni son derece bezgin ve sinirli
yapmıştı. Kendime dil kursu gibi bir meşguliyet yarattığım için her gün
şükrediyordum, aksi halde zamanı geçiremez delirirdim. Yapacak yığınla iş vardı
ama bunlar için parmağımı kımıldatacak enerjim asla olamayacaktı. Çöl havası
şehirdeki bitkileri kuruttuğu gibi insanları da soldurmuş, hareketsiz
bırakmıştı.
Sıcaklardan feleğimizi
şaşırdığımız bugünlerde, bölüm elemanlarımızdan biri evlendi. Halen eski
işyerimde çalışmaya devam eden ve işe girişinde özellikle benim ısrarım olan bu
genç kardeşimin mutlu gününe katılmayı borç bildim. Allahtan nikah Üsküdar’da
oldu ve ben evime çok yakın olan nikah dairesine fazla zedelenmeden gitmeyi
başardım. İşimden ayrılalı geçen süre
bir yıla yaklaşıyordu ve bu arkadaşları ne zaman görsem çok mutlu oluyordum.
Eski bölümümün neredeyse tamamı o gün nikaha gelmişti ve ben de hepsini bu
vesile görebilmiştim. Hayatımda ilk defa çok fazla özenmeden bir nikaha gittim,
bu sıcakta yapabilecek fazla şey yoktu, üstümde penye bluz altımda keten bir
etek, ayağıma da şıpıdık pabuçlarla gidebildim nikaha. Tek derdim çok sevdiğim
bu genç kardeşimin yanında olmaktı. Oldum da.
Ders, kurs, internet, çay, simit
noktaları arasındaki gel gitlerle Ağustos’un sonunu bulmuştuk. Bu arada annemin
bütün ısrarlarına rağmen ben tek gün bile havuza gitmemiştim, suya sabuna
dokunmadan kabusu atlatmıştım. Eylül kapıya dayandı ve umut dolu günler tekrar
başladı.
Öncelikle kursta, derslerimi ve
kur atlama dönemlerini çok iyi ayarlamalıydım, araya bir mola zamanı sokacak ve havalar soğumadan
tatil programı ayarlayacaktım. Bu iş için para ayırmıştım. Yaklaşık 750YTL gibi
bir bütçem vardı. Bu parayla otobüs yolculuğunu da seçersem orta halli bir
pansiyonda kalmak suretiyle rahatlıkla bir hafta geçirebilirdim. Yine kuzenimin
yanına gidebilirdim ki bu çok daha ekonomik olurdu benim için. Yer çoktu, para
da vardı ama bu sefer de zaman yoktu. Nasıl yapsam da ayın ikinci veya üçüncü
haftası, çok geç kalmadan, yazı kaçırmadan bu işi ayarlasaydım. Oldukça
karmaşık bir durumdu. Kurs için 6 ay satın almıştım ve yenilemeyi
düşünmüyordum, hiç zaman ziyan etmeden en üst düzey kur seviyesine gelmek
istiyordum. Devam ettirdiğim takdirde buraya ilaveten verecek tek kuruşum
yoktu. Zamanı etkin kullanmak adına belki de deniz derdinden vazgeçmeli, Ekim
başı tatile gitmeliydim. Düşünülmeyecek bir seçenek değildi, henüz kudurmaya
başlamamıştım. Deniz ayrıca benim vazgeçilmezim de değildi sadece manzaram
olduğunda bayıldığım, kenarında veya üzerinde olmaktan zevk aldığım bir doğa
ortamıydı. Kokusunu, rengini bir de balıklarını severdim denizin. Yüzmek kırk
yıl aklıma gelmeyen, fazla da hoşlanmadığım bir faaliyetti. Kendimi ikna
turlarım ve gerçekçi yaklaşımlarım beni tatil için Ekim ayına yönlendiriyordu.
İstanbul dışına kaçmayı bir ay daha erteledim.
Eylül’ün ilk Cumartesi sabahı
erkenden uyandım, gazeteleri kapıdan aldım. Genelde aldığım gibi sehpanın
üzerine bırakır ve mutfağa geçerdim. O gün nedense şeytan dürttü, henüz çok
erkendi ve zaman geçsin diye göz gezdirmeye koyuldum. Üçüncü sayfada kocaman
bir tam sayfa ilan gözüme çarptı. Elektronik eşya, bilgisayar satan büyük
firmalardan birinin ilanıydı bu. Bir yazıcı alana yanında dijital fotoğraf
makinesi %50 indirimle veriliyordu. Yazıcıya çok ihtiyacım vardı, ne yapıp edip
bir tane mutlaka almalıydım, bu ilandaki de gayet makul bir fiyattaydı, ayrıca
yanında alabileceğim %50 indirmli fotoğraf makinesi de benim işimi fazlasıyla
görürdü, çok gelişmiş bir şey aramıyordum. Üstelik indirimle fiyatı 110YTL
oluyordu ve bu gerçekten çok uygun bir fiyattı. Satışlar stoklarla sınırlı
olduğundan hemen oraya gitmeli, fırsatı kaçırmamalıydım. Firmanın en büyük
mağazalarından biri Altunizade’deydi. Ben apar topar kahvaltı hazırladım, iki
lokma bir şeyler atıştırdım ve evden fırladım.
Yolu yürüyerek kat ettim. Ortada
büyük bir tehlike vardı, stoklar tükenebilirdi ama ben buna rağmen inatla
yürümekten vazgeçmiyordum. Hava o kadar güzeldi ki yürümemek aptallık olurdu.
Yarım saat içinde mağazaya vardım. Kapıdan girdiğimde, gazetedeki cihazların
koli koli yığıldığını ve bir tepe oluşturduğunu gördüm. Çok şükür yeterince
stok vardı. Hemen bir yazıcı ve ilavesi dijital fotoğraf makinesini kaptım,
kasaya yönlendim. Garanti belgelerini imzalattırdım, ödememi yaptım, elimde
koca bir torba ile dışarı çıktım. Bu arada kampanya 8 taksit imkanı sağlıyordu,
neredeyse 1 yıldır bu anı bekliyordum. Beni kesinlikle yormayacak, zora
sokmayacak koşullarla bir yazıcı ve en önemlisi fotoğraf makinesi sahibi
olmuştum. Hemen eve dönmeli ve kurulumları yapmalıydım. Özellikle fotoğraf
makinesi beni çok heyecanlandırmıştı. İlk işim makinemi yanıma alarak Kadıköy’e
gitmek, vapura binmek ve resimler çekmek olacaktı.
Eve geldim. Önce yazıcıyı
kutusundan çıkarttım, bilgisayarıma bağladım, kurulumlarını yaptım ve ilk
çıktılarımı aldım. İyice kontrol ettim, hiçbir sorun yoktu, cihaz tamamdı.
Şimdi sıra fotoğraf makinesine gelmişti. İlave belleği yerleştirdim, makineyi
açtım, ayarlarını yaptım. Arada kılavuza da bakıyordum ama zaten çok basit
şeylerdi, kullanımında bir zorluk olacağını sanmıyordum, deneme çekimlerine
hemen başlamalı, tüm sırlarını çözmeliydim. Kılıfına geçirdim ve çantama
koydum. Yemeğimi yedikten sonra hemen dışarı çıkacaktım.
Aceleyle öğlen yemeğimi yedim,
kotumu giyip fırladım. Bizim sokaktan caddeye gidene kadar çiçek, ot, yaprak ve
taş ne gördüysem resmini çektim. Sonra hemen eve döndüm ve fotoğrafları
bilgisayarıma yükledim. Tabii bu iş için ek programlar yüklemem gerektiği
ortaya çıktı, makine ile birlikte verilen CD’yi taktım ve hemen yüklemeleri
tamamladım. Sonunda çektiğim fotoğraflar ekranımda göründü. Sonuç harikaydı.
Tam istediğim gibi fotoğraflar çekmiştim, alet çok pratikti, artık makinemi
çantamdan eksik etmeyecektim. Neredeyse maliyetsiz bir düzeneğe sahip olmuştum.
Bilgisayarı kapattım ve bu kez
akşama kadar dönmemek üzere evden çıktım. Önce Kadıköy’e indim, çarşı içinde
onlarca fotoğraf çektim, sonra vapura bindim. Hava parçalı bulutlu ama güneş
yoğunluklu olduğundan, rüzgar da poyrazdan estiğinden görüş alanı son derece
temiz, berrak, renkler ise pırıl
pırıldı. Haydarpaşa Garı, deniz, martılar, simitçiler, yolcular, bulutlar,
deniz ve içtiğim çayın fotoğraflarını usanmadan çektim. Vapurdan indim, artık
Eminönü civarlarındaydım. Mısır Çarşısı, Yeni Camii, yollar, Galata Köprüsü,
tramvay, Sarayburnu görüntüleri hepsi resimlendi ve kayıtlara geçti. İşte tam
bu anda pilim bitti. Demek iki kalem pil ile yaklaşık 70 adet fotoğraf
çekilebiliyormuş bunu anladım. Aslında hemen şarj edilebilir pillerden
almalıydım ama idare edecektim. İlk gördüğüm yerde pillerimi yeniledim ve bu
kez Üsküdar vapuruna binerek Üsküdar’a geçtim. Benzer şekilde dönüşte de bir
dolu resim çektikten sonra eve ulaştım. Annemi, babamı, kardeşimi bezdirene
kadar çektim. Sonunda insafa geldim ve fotoğraf çekmeyi durdurdum.
Bilgisayarımı açtım ve tüm çektiklerimi bilgisayarıma yükledim. Yeni oyuncağıma
bayılmıştım. Ben bu aletle en az iki ayımı doldururdum.
Keşke daha önce sahip olsaydım
diye hayıflandım. Onca gittiğim geziler, yurtdışında ziyaret ettiğim yerler hep
resimsiz kalmıştı. Topu topu 50 ya da 100 fotoğrafı olabilmişti, oysa şimdi
öyle mi olacaktı. En az 400 resimle dönecektim 2-3 günlük seyahatlerden.
Öykülerimi yazmak için sürekli not almak yerine fotoğraflar çekecek ve bunların
rehberliğinde en güzel yazılarımı yazabilecektim. Niye ben hayatta her şeye çok
geç sahip oluyordum ve niye hep geriden geliyordum. Şu basit olay bile beni
ciddi ciddi düşündürmeye yetmişti. İleriden gitmek için ne yapmam gerektiğini
ise bir türlü çözememiştim. Oysa küçükken böyle değildim. İki tekerlekli
bisiklete binmeyi 4 yaşımda, araba kullanmayı 16 yaşımda öğrenmiştim.
Üniversiteye başladığımda 17 yaşımdaydım ve bir evde tek başına kalabilmiştim.
Tek başına yaşayabilmiş, bütün işlerimi kendim görebilmiştim. Şimdi niye böyle
yavaşlamıştım? Hep o yalıtılmış iş hayatı yüzünden olmuştu bunlar. Bir yerde
çok uzun kalmamak gerekiyordu. Ne yazık ki bu hatayı yapmıştım. Telafi edecek
zamanım var mıydı acaba?
Yaz ayları araya mesafe sokmuş
bizim geleneksel buluşmalarımızın hızını kesmişti. Daha fazla beklemedim ve
hemen bir e-mail hazırladım. Havalar
sonbahar rengindeyken acilen buluşmalıydık çünkü. İletiyi alan herkes hemen
yanıt verdi, belli ki özlemimiz son raddedeydi. İçimizden birinin önerisi
Baltalimanı İSKİ tesisleriydi. Daha önce buraya gitmiş ve çok beğenmişlerdi.
Devlet teşebbüsü olduğu için de kar amacı gütmeyen makul bir yerdi. Hizmet
verilen binalar birer tarihi eser, bahçeler bakımlı, konum ise harikaydı.
Resimlerini de bizimle paylaşınca hepimiz bayıldık ve burada buluşmaya karar
verdik. Ancak yeri doğru dürüst bilmiyorduk, herhangi bir karışıklığa sebep
vermemek için tüm kadro Beşiktaş’ta İskele civarında buluşmayı kararlaştırdık.
Beşiktaş’ta buluşup sarılıp
öpüştükten sonra boğaz hattında seyreden otobüslerden birine atlayıverdik.
Kalabalıkta sıkış sıkış giderken hem için için kızıyor hem de birbirimize bakıp
gülüyorduk. O an tüm yolculara dikkat diye bağırmak geçti içimden.
Ey ahali bakın! İyi bakın! Bu
dört insan daha düne kadar bir işletmede önemli bir bölümün bel kemiği idi, her
biri bu kemiği oluşturan en değerli omurları iken şimdi otobüs tutmaçlarına
asılmış düşmemek için cambazlık öğreniyor. Yaşam, sürekli insanları eğiten ve
hiç bitmeyen en zorlu okul. Bunu aklınızdan çıkartmayın! diye çığlık çığlığa
bağırmak!
İçimden o insanlara bunu
söylemeyi o kadar istedim ki, aklımdan geçerken hem kaşlarım çatılıyor hem de
dudaklarım kahkahalar düzeninde kıvrılıyordu. Yüzümü görenler acaba aklımı
kaybettiğimi düşünmüş olabilirler miydi? Umurunda bile değildi, ben yaşamın her
anını eğlence haline getirmeyi ilke edinmiş bir palyaçoydum artık.
Bu binbir duygu içinde
Baltalimanı’na gelebildik. Otobüsten indik ve yeri bilen arkadaşımızın peşine
takıldık. O sırada bölüm arkadaşım bugün bir sürpriz konuğumuz olduğunu,
ayarlayabilirse bize katılacağını söylemişti. Hepimiz çok sevindik, bu
konuğumuz aynı gün aynı saatte işten çıkışı bildirilen, ilk an dostumuzdu. Hem
eğer gelirse aramızdaki tek erkek olacaktı ve güne renk katacaktı. Biz daracık
dolambaçlı yollardan oflaya puflaya İSKİ tesislerine varmayı başardık. Büyük
kapıdan içeri girdik ki ben büyülendim. Boğaz hattı gerçekten cennetti ve elde
tek tük kalmış bu tarihi yapıların bir gün başkalarının eline geçerek heba
olmaması gerektiğini bir kere daha düşündüm.
Yenilenmiş ve beyaza boyanmış
ahşap konaklar, usta bir el tarafından düzenlenmiş bakımlı bahçe, rengarenk
çiçekler, cilalanmış parke taşlar, şimşirlerin sınırladığı bahçe tretuarları,
ayıklanmış ve sağlıklı bir görünüme kavuşmuş ulu ağaçlar, masmavi İstanbul
Boğazı ile filmlerde gördüğümüz masal alemi gibi bir yere gelmiştik. Hepimiz
mekana bayılmıştık ancak ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Pazartesi olsa
kapalı olabilirdi ama günlerden de Cuma idi. Ortamdaki bu sessizlik niyeydi
diye düşünürken Ramazan’da olduğumuz aklımıza geldi. Ne de olsa devlet
teşekkülündeydik ve tüm yaşam Ramazan’a göre yeniden düzenlemiş, ayar
çekilmişti. Biz de biraz bahçede dolanıp fotoğraflar çektikten sonra mekandan
ayrıldık ve Ortaköy’e gitmeye karar verdik.
Girdiğimiz kapıdan çıktık, boğaz
yoluna inmek için yokuştan aşağıya yürümeye başladık. Niyetimiz boğaza iner
inmez bir taksiye binmekti. Dört kişiydik ve bu bize asla yük olmazdı. Bir
yandan gülüyor bir yandan da yaşadıklarımızı eleştiriyorduk ki arkamızda bir
araba durdu. Dönüp baktığımızda gözlerimize inanamadık. Konuğumuz olan arkadaşımız
bize büyük bir sürpriz yapmış, bizi orada yakalamıştı. Zaten hayal kırıklığı ve
beraberinde yorgunluk yaşarken arabayı ve arkadaşımızı görmek son derece mutlu
edici bir olaydı. Bağıra çağıra arabaya koştuk, bir güzel yerleştik. Doğruca
Ortaköy’e gittik.
Ortaköy’de bu kez hedefimiz
kumpircilerdi. Çay kazığı asla yemeyecektik. Ayrıca öğrencilik yıllarımıza
dönmeye, en az 25 yıl geriye gidip de nostalji yaşamaya ihtiyacımız vardı. Bir
de Haluk Levent elinde gitarı ile kaldırımlarda müzik yapsaydı o gün bize;
sanki yıllar öncesinden çıkıp gelmiş gibi ne güzel olurdu ama bu olanak yoktu.
Tam köşedeki kumpirciye girdik.
Tüm yarı açık alanda Anadolu’ya özgü yörük desenli pamuklu örtülerin olduğu
uzun dikdörtgen masalar ve bunların tahta, sedir tipi oturma blokları vardı.
Dekorasyon değişikti. Kendimize güzel bir masa seçtik ve yerleştik. Herkes en
sevdiği malzemelere göre kumpirlerini söyledi, yanında da kimimiz kola, kimimiz
bira sipariş etti. Açık havada, bir yandan yedik, bir yandan içtik, öte yandan
da sanki yıllardır görüşmüyormuş gibi sohbet ettik.
O zamanlar bilgiler çok tazeydi,
henüz zihinlerde detaylar, isimler ve olaylar unutulmamıştı. Hem geride
bıraktıklarımız hala çalışmaya devam ediyordu. Bu durumda bol bol dedikodu da
yapıyorduk, aldığımız tüm havadisleri naklediyorduk. Zamanla konularımız çok
farklılaştı, unutulup gidenler oldu ama henüz ilk yılın içinde olduğumuz o
günlerde, konuşacaklarımız tamamen eski iş yerimizle ilgili oluyor ve bitmek
bilmiyordu, aksi olarak da birlikteyken gün çabucak tükeniyordu. Ayrılma zamanı
gelip vedalaştıktan sonra evimizin yolunu tutmuştuk bir kez daha. Bu bir yıl
içinde görüşme geleneğimizi asla ihmal etmeden sürdürebilmiştik. Kendimizi
takdir etmiştim o gün dönerken.
Eylül’ü tüm hızıyla geçiriyordum,
kurs ise tam istediğim şekilde ilerliyordu. Sanırım Aralık sonuna yani satın
aldığım “altı aylık dönem” bitene kadar istediğim kura varacaktım. Hesaplarıma
göre rahat rahat hedefi tutturuyordum. Artık nereye gitsem mutlaka yabancılara
dikkat ediyor, bir şey arıyorlarsa ya da soruyorlarsa hemen atılıyor, onlarla
konuşuyor, anlatıyor, tüm sorularına bildiğimce yanıt vermeye çalışıyordum.
Bazen daha da ileri gidiyor, öneriler de veriyordum. Özellikle orta yaş grubu
çok fazla soru soruyorlardı ve ben de büyük bir zevkle ülkemi ve yaşadığım
şehrin özelliklerini usanmadan açıklıyordum. İçlerinde Kadıköy Çarşı’ya
yönlendirdiğim bir hayli grup da oldu, mahallenin delisi gibiydim ama halimden
memnundum. Pratik için bana çok faydalıydı bu hareketler.
Elektronik postalarımı Gmail’den
takip etmeyi tercih etmiştim. Başlarda kullanım sıkıntısı çeksem de sonradan
çok pratik bulmuş ve değiştirmeyi düşünmemiştim, hatta outlook kullanmaya bile
geçmedim, gayet güzel idare ediyordum. Bu iletişim ortam iyice yerleşince tüm
üyeliklerimi de Gmail adresime yönlendirmiştim. Bunlardan biri de benim çok
sevdiğim Cam Ocağı Vakfı’na olan e-mail üyeliğimdi.
O Cuma e-maillerime bakarken Cam
Ocağının bültenini gördüm. Aylık bültenleri düzenli olarak geliyordu. 16 Eylül
Pazar günü günübirlik vakıf gezisi vardı. Ben bu günübirlik geziye daha önce de
gitmiş ve çok memnun kalmıştım. Vakfın yeri Beykoz’un Öğümce Köyü’nde idi ve
sabah erkenden servis ile buraya gidiliyor, tüm gün boyunca cam sanatı üzerine
türlü gösteriler izleniyor, atölye çalışmaları yapılıyor ve o günkü acemi
ziyaretçiler için bazı basit denemeler yapılıyordu. İsteyen misafirler boncuk,
füzyon tekniği ile cam tablolar ya da üfleme tekniği ile basit vazo veya
kaseler yapabiliyorlardı. Yine Vakfın uçsuz bucaksız yeşillikler içindeki bahçesinde
gezinmek, içinden geçen derenin üzerine kurulmuş teras kısımlarında oturmak,
çay, kahve içmek mümkündü.
Vakfın teşhir ve satış bölümü de
harikaydı. Burada çok uygun fiyatlarla son derece sevimli ve şık hediyeler
satın alınabiliyordu. Kısacası Cam Ocağı Vakfı’nda bir gün, inanılmaz keyifli,
doyurucu ve zevkli geçirilebiliyordu. Bunu daha önce yaşadığım için hemen
gitmeye karar verdim. O gün ayın 14’ü Cuma idi, çabucak telefon ettim, yer
olduğunu öğrenir öğrenmez de paramı EFT ile gönderdim.
Pazar günü sabah 7.00 da evden
çıktım, yürüyerek Kadıköy Evlendirme Dairesi otoparkına ulaştım. Bizi götürecek
servis oradaydı. Yine geziye katılacak konuklar henüz dışarıdaydılar ve kalkış
saatini bekliyorlardı. Hava güzel olduğundan hiç kimse hemen otobüse binmemişti.
Saat 8.00’da otobüsümüz kalktı.
Yaklaşık 45 dakikalık bir
yolculuk sonrasında köye vardık. Önce küçük bir salonda toplandık, çay ve
kahveler ikram edildi, ardından grup ikiye bölündü. Benim olduğum bölüm cam
boncuk yapımını görmek üzere başka bölüme geçti. Bu bölümde bize rehberlik eden
sanatçı, boncuk dışında, saydam renksiz camdan melek ve semazenler de
yapıyordu. Gösteri nitelikli olarak önce bir semazen yaptı, on, onbeş dakikada harika bir eser
yarattı. Sonra boncuk yapımı faslına geçti. Adam bunu dünyanın en basit işi
gibi yapıyordu ve büyüleyici bir yaratıcılığa sahipti. Tabi az sonra biz
misafirler de deneyecektik boncuk yapımını. O nedenle tam üç ayrı boncuğu, son
derece yavaş ve her aşamasını dikkatle bize anlatarak yaptı.
Sıra bize geldi. Ben zaten daha
önceki gezim sırasında birazcık öğrenmiştim ama ikinciyi yapmak kısmet
olmamıştı, oysa aklımda daha iyi bir boncuk yapmak fikri hep vardı. Hemen
malzemelere sarıldım, tercihim olan renkleri seçtim. Bu sefer son derece
düzgün, renk uyumu mükemmel, eskiye göre çok daha hatasız ve düzgün bir boncuk
yapmayı becerdim. Boncuğumu kuma gömdüm, yirmi dakika sonra soğuduğunda
alabilecektim. Beklerken ustamız bir tane de melek yapıverdi. Bu atölye zevkle
sona erdi ve boncuklarımızı alarak o seanstan ayrıldık. Bundan sonra cam üfleme
tarafına geçecektik. Ancak bu aşamadan önce yemek salonuna giderek kısa
zamanda, ayaküstü yiyebileceğimiz şekilde hazırlanmış yemek paketlerini aldık.
Dışarıdaki havuzun kenarına dizilmiş masalara oturarak aceleyle yemeklerimizi
yedik ve birer kahve içtikten sonra tekrar gruplandık, bir sonraki atölyeye
gittik.
Cam üfleme tarafında, Beykoz Cam
fabrikasının eski ustaları görev yapıyorlardı. Birçok belgesele konu ve konuk
olan bu ustalar, bize büyülendiğimiz bir gösteri sundular. Çeşmibülbül tarzı
vazo, kase ve tabaklar yaptılar. Çok zahmetli ve emek isteyen bir işti cam
üfleme. Hayran hayran izledik ve bol bol fotoğraf çektik.
Son durağımız füzyon tekniği ile
cam eşya yapımı idi. Burada da renkli cam parçaları ile soyut veya gerçekçi
desenler hazırlanıyor, farklı camlar kat kat bir araya getiriliyor en sonunda
fırınlanıp bu katların birbirine kaynaşması sağlanıyor ve enfes objeler meydana
getiriliyordu. Yine misafirler de bu çalışmayı yapabiliyorlardı, hemen rehberimizin
eşliğinde masalara yerleştik. Ben ilk seferinden bildiğim üzere zaman
kaybetmeden desenimi oluşturdum. Yaptığım parçayı satın alacağımı bildirip,
parasını ödedim. Cam tablomuz iki hafta içinde elimizde olacaktı. Bundan önceki
ziyaretimde bir tabak yapmıştım, bu kez de bir duvar panosu sahibi olacaktım.
Tabii bu serüven her anıyla
fotoğraflandı. Eskisi gibi değildim, elimde yüzlerce resim çekebileceğim bir
makine vardı. Gezimin her anını kayda geçirdim. Ayrıca doğal güzellikleri de
bol bol resmettim. O gün pek mutlu oldum. Beni dünyada en çok cezbeden
şeylerden biri olan camların ülkesinde keyifli bir gün geçirdim. Gezi
kusursuzdu ve tatminkardı. İş, bu günü bir gezi yazısına dökmeye kalmıştı, o
hafta içinde bunu da hallettim ve yazımı web gazeteme yayımlamak üzere
gönderdim. Bu sefer deneme ya da makale yazmamış aslıma dönmüştüm.
Zaman çok hızlı geçmeye başlamış,
bu ayı da yarılamıştım.. Önümüzdeki ayın 11’i gibi bayramdı ve bayram turları
çoktan çıkmıştı. Ben böyle giderse kılımı kıpırdatamayacak yine evde
oturacaktım, bilgisayar karşısında tüm internet sitelerinde dolanıyor ama bir
türlü seçim yapamıyordum. Oysa mutlaka tatile gitmeli ve bu şehirden
ayrılmalıydım. Hatta turları bir kenara bırakıp hiç düşünmeden kuzenime,
Antalya’ya gitmeliydim. Kararsızlık ve bocalama yüzünden gecikiyordum ve bu
gidişle ulaşım için şart olan rezervasyonu yaptıramayacak büsbütün açıkta
kalacaktım. Bu yapılması gereken ilk şeydi ama daha elimi oynatmamıştım.
Bu karambolde yuvarlanırken
arkadaşımın telefonu imdadıma yetişti. Kuzenimle de ortak arkadaşımız olan çok
sevdiğim kız arkadaşım, Kemer’de ClubMed’in özel bir kampanya yaptığını, dört
günlük bayram paketi programı çıkarttığını, hemen rezervasyon yaptırırsak 445
YTL’ye bu geziye gidebileceğimizi söyledi ve gitmemizi de ısrarla önerdi.
Kendisi, Ben ve ayarlayabilirse kızkardeşi de aramızda olacaktı. Bu bulunmaz
bir fırsattı. ClubMed gibi sınıfının mükemmeli olan bir yerde bu fiyata bir
tatil hayal edilemezdi.
Ben hayatım boyunca tatilköyü
gibi yerlerden hep uzak durmaya çalışmış, genelde butik tarzı gezileri tercih
etmiş, alabildiğine özgür olmayı yeğlemiş, istediğim yerde, istediğim saatte,
istediğim şeyleri yiyip içmeyi sağlayan tatil organizasyonlarına gitmiştim. Bir
iki ısrar nedeniyle hayatımda iki defa da tatilköyünde tatil yapmıştım. Beni
çeken, etkileyen bir tatil türü değildi aslında bu tiptekiler ama işin içinde
arkadaşım, onun gezi yarenliği ve ClubMed olunca üçüncü deneyimimi yaşamakta
katiyen bir sakınca görmemiştim, olay adeta beni vakumla içine çekip almıştı.
Son derece heveslenmiş ve öneriye bayılmıştım. O kadar hasrettim ki bunun
muhasebesini yapacak halim yoktu. Yer çok iyiydi, Kemer’de dört gün ihtişam
yaşadıktan ve kör kütük eğlendikten sonra Antalya’ya geçebilecek, kuzenimde de
birkaç gün kalabilecektim. Bu resmen bir taşla iki kuş vurmak olacaktı ve
aylardır özlemini çektiğim kendimle baş başa kalma, İstanbul’dan uzaklaşma,
biraz dinlenme ve eğlenme fırsatını eksiksiz bulacaktım.
Tek sorunumuz ulaşımdı. Uçak
tercihimiz olamadı zira tüm seferler ve ek seferler dolmuştu, yer açılmasını
beklemek gerekiyordu. Ancak bu riski göze alırken işi sağlama bağlamak adına
otobüsle gitmek için de gereken ayarlamaları yapmalıydık. Bu işleri ben
üstlendim, nasılsa çalışmıyordum ve rahatlıkla biletlerin peşinden koşabilirdim.
Hemen büyük firmaların ofislerinde aldım soluğu. İnanılmaz bir izdiham
yaşanıyordu, birinden diğerine gidene kadar bulduğum tek tük yer de kaçıyordu.
Sonunda daha fazla uğraşmadım ve ek sefer olarak üçüncü kez açılan Kemer
seferinden üç bileti satın aldım. Eğer
uçakta yer açılırsa isteyen bunu kullanabilirdi. Ben otobüse dünden
razıydım, hem ekonomikti hem de İstanbul’dan Antalya’ya otobüsle gitmeyi hep
çok sevmiştim. Özellikle mola yerleri ve Afyon’da yiyeceğimiz sucuk, kaymak ve
bal için uçaktansa otobüsü kesinlikle yeğlerdim. Hem kaymaklı lokumlardan da
alacaktım ve eve istifleyecektim.
Her şey tam istediğim gibi
yolunda gitmişti ve zevkten dört köşeydim. Artık günleri saymaktan başka işim
kalmamıştı. O kadar sevinçliydim ki!
Bu yaz yüzyılın en sıcak geçen
yazlarından biriydi ve havalar hala Ağustos gibi devam ediyordu. Böyle giderse
Ekim’de de ılık olacak hatta belki denize bile girebilecektik. Ben açıkçası
ClubMed’de denize giremeyeceğimizi düşünmek dahi istemiyordum. Asla sonbaharın
serin günleri gelmeyecekti, buna inancım sonsuzdu. Tüm dikkatimi yapacağım bu
tatile yoğunlaştırmıştım. Ne kadar hasret birikmişti bende böyle! Hayretler
içindeydim. Benim için sonsuz konforu yaşayacağım bu dört gün çok değerliydi.
Sanki hayatımda hiç tatile gitmemiş, hiç lüks yer görmemiş gibi davranıyordum,
çocuklar gibi sevinçliydim.
Şimdi bu tatil için bazı
alışverişler de yapmalıydım. Herkesin dört dörtlük bir görünüm ve aksesuarlarla
geleceği bu yerde benim daha özenli ve dikkatli olmam gerekiyordu. Hayatım bir
şort, bir tişört ile sürekli yürüyüşlerde, dere tepe tırmanma içeriğine sahip
tatiller ve ören yerlerinde geçtiğinden pek alışkanlığım yoktu bu züppe
yerlere. Yürüyüş ayakkabıları değil de düğünlerde giyilen türden ayakkabılarımı
ortaya çıkartmalıydım. Keza kıyafetleri de büyük dikkat ve özenle seçmeliydim.
Yalnız tek şartım vardı; kesinlikle yeni giysi almayacaktım. Belki terlik, yeni
bir bikini, ufak tefek aksesuarlar alabilirdim, buna izinim vardı ama kati
surette giysi türü bir şey almayacak, olanlardan bir portföy yaratacaktım.
Mevsim tatil için riskliydi. Hem
yazı, hem kışı birlikte yaşama olasılığımız çok yüksekti. Tamamen yazlık
olanların yanında, serin havalarda giyilebilen şeyleri de götürmeli hatta
kışlık türü giysileri de mutlaka yanıma almalıydım. Gardrobumu iyiden iyiye
gözden geçirdim. Ağırlıklı olarak siyahlar ve beyazlardan seçimlerimi yaptım.
Pamuklu trikoları ayırdım, şort, kapri ve kot pantolonlarımı da tespit ettim.
Yine serin havalar için kalın bir yelek, kot ceket ve bir de hırka ayarladım.
Ayakkabı olarak bantlı, metalli, dekolteleri seçtikten sonra spor pabuçlarımı
da çıkarttım, hatta bunları yıkayıp temizledim. Kısacası yaz, sonbahar ve hatta
kışın ilk günlerinde giyilebilecek her şeyimi bir kenara yığmaya başladım.
Mayolar, havlular, aksesuarlar
derken kocaman bir yığınım oldu. Dolduğu zaman 32kg alan, beyaz Samsonite
bavulumu da bulunduğu yerden indirdim. Artık tüm iş, seyahate kadar bunları
yerleştirmeye kalmıştı. Aklıma gelen ilaveleri de yapacak, yine alışverişini
henüz tamamlamadığım losyon, krem, güneş sütü gibi şeyleri de koyduktan sonra
bavulumu tamamıyla yerleştirmiş olacaktım. Bu ara bir de Salı Pazarına
gitmeliydim.
Heyecanlar devam ederken Ekim’in
ilk günlerini yakaladım. Sürekli internette meteorolojinin sitesinde hava
tahminlerine bakıyordum. Galiba rüyalarım gerçek oluyordu, havalar son derece
ılık ve güzel gidiyordu. Bu arada Antalya’ya geleceğimi öğrenen kuzenim çok
memnun olmuş, birlikte yapacaklarımızın listesini oluşturmaya başlamıştı.
Son eksikleri tamamlamak üzere
çarşı ve Pazar işlerine birer gün ayırdım. Yaz bittiği için yazlık eşyalarda
inanılmaz indirimler vardı. Ivır zıvır deniz malzemelerini çok ucuza satın
alarak kesemi büyük bir zarardan kurtardım. Mayolar yüzde yetmişe varan
tenzilatlar görmeye başlamıştı. Her beğendiğinizin bedeninize uyanını
bulamıyordunuz ama eninde sonunda hoşunuza giden birini pek ala
alabiliyordunuz. Ben de öyle yaptım ve kendime cam göbeği üzerine turkuaz rengi
şal desenleri olan bir bikiniyi, hayal edilemez bir fiyata satın aldım. Sadece
25YTL ödediğim bu bikininin gerçek fiyatı 100 YTL idi ve yine bir zamanlar 200,
250 YTL gibi paralar ödediğim deniz kıyafetlerim aklıma gelince bu sonuç bir
hayli şaşırtıcıydı benim için. Nasıl da bu derece itidalli olabilmiştim.
Hayretler içerisindeydim.
Bu çarşı Pazar seanslarımın
birinde Bahariye Caddesi’nde işportadan bir kemer aldım. Yıllar önce çok
sevdiğim bir arkadaşımla buralardan bir kemer almıştım ve o kemeri hala
kullanıyordum. O nedenle kalitesine güvendim ve çok cüzi bir fiyata sadece
7,5YTL ye kahverengi zımbalı güzel bir kemer satın aldım. Kemere hiç ihtiyacım
yoktu ama düşük bel modası nedeniyle mevcut kemerlerimi kullanamıyordum. Daha
uzun kemerlere ihtiyaç hasıl olmuş, bu nedenle uzun bir kemer sahibi olmam da
farz olmuştu. Kot pantolonumu bu kemerle daha rahat giyebilecektim, çünkü
kemersiz hiç rahat değildi. Bilemedim sonrasında bu kemerin bana ne oyunlar
edeceğini!
Son hazırlıklarımı yaparken
kursta bir kuru daha tamamlayabilmiştim. Kur sonu sınavı için randevumu alınca
iyice rahatladım. Ekim’in 9’unda kur sınavına girecek, 10’unda da yola
çıkacaktım. Takriben 19 ya da 20’sinde İstanbul’a geri dönecektim. Tüm planlar
yapılmıştı, artık bütün enerjimle tatile gitmeye hazırdım.
Beklenen gün nihayet geldi. Dev
bavulum tıka basa dolmuştu, son kontrolları da yaptıktan sonra güzelce
kilitledim. El çantamı ve bazı ıvır zıvırı da hazırladıktan sonra akşamı
beklemeye başladım. Yolculuğumuz saat 22.00’da Küçükyalı-Ulusoy tesislerinden
başlayacaktı, oraya ise servisle gideceğimden saat 21.00’da evden çıkacaktım.
Uzun yola gideceğim zamanlarda akşam yemeği yemezdim, bu durumda zamanı
televizyona bakarak geçirmekten başka çare kalmıyordu. Arada telefonlaşıyorduk
arkadaşlarımla ve eş zamanlı olarak haberdar oluyorduk yaptıklarımızdan ama
vakit geçmek bilmiyordu. Sonunda zaman doldu ve saat 21.00 olur olmaz evden
fırladım. İçimden “savulun ben geliyorum” diye çığlık çığlığa bağırmak
geliyordu, ağzım kulaklarımda caddeye geldim, ilk bulduğum taksiyi çevirdim ve
hemen bindim. Şoföre Kadıköy-Rıhtım dedim. Sadece Kadıköy ve rıhtım.
Taksinin beni Kadıköy’e
getirmesiyle yolculuğum da başlamış oldu, bundan sonra kendimi tamamen
planların kollarına bıraktım. Az sonra, yolcuları Küçükyalı’ya götürecek servis
geldi, hemen bavulumu sürükleyerek dışarı çıktım, muavine teslim ettim, servise
binip kapı yakınında bir koltuğa yerleştim. On dakika kadar geçti ve servis
kalktı, yarım saate varmadan da
Küçükyalı’ya geldik. Otobüsün gelmesine ise yarım saat vardı. Zaman
geçsin diye oradaki büfeyi gezdim, her şeye el sürdüm, yolda gerekebilecek ufak
tefek şeyler aldım, yolcuları süzdüm, sürekli saatime baktım, bekledim,
bekledim. Sonunda bizim otobüsümüz kalkış peronuna girişi yaptı.
Kızlar içindeydi, çok konforlu
bulduğum dörtlü koltuklarda olan yerimiz ise harikaydı. Hemen yerleştim ve
muhabbete başladık. Yolculuk uzundu ve
bütünüyle gece yapılacaktı. Hasretle beklediğim tatilime sadece on iki saat
kalmıştı. Mutluydum hem de çok mutluydum. Böyle zıplayan hareketlerle
koltuğumda debelenirken birden arkamda bir gevşeme hissettim ve hafif tok bir
ses işittim. Elimi arkama götürdüm ki, benim yeni kemerim tam ortasından
kopmuştu. Seneler önce aldığım işporta kemerim hala kullanılabilir haldeyken
yeni aldığım ucuz kemer bir gün bile dayanmamış, kopmuştu. Gülmemek için
dudaklarımı ısırdım. Yaşamın ne kadar kalitesizleştiğini anladığım için de
gözlerim doldu. Zaman ve deneyim denen şey beni feci kandırmıştı.
Bu anı hayatım sonuna kadar
unutmayacağım, arkası olmayan ve pantolon biritlerimde öyle serbestçe duran bir
kemer taşıyordum. İşin daha da komiği bu uyuz nesneden kurtulmak için ilk mola
yerini beklemek zorundaydım. Allahtan Darıca’dan feribotla geçiş olacaktı, ben
de bu zalim kemerden gizlice orada kurtulmayı başaracaktım. Feribotta iken
otobüsten indim, kemeri usulca çıkarttım ve denize fırlattım. Kim gördü kim
görmedi hala bilmiyorum.
Uyuklaya uyuklaya Afyon’a geldik.
Burası benim için yolun yarısı değil, yaklaşan sabah ve burada yapılacak
sucuk-ekmek, bal-kaymak partisi ile hep yolun sonu şeklinde kabul ettiğim
yerdi. Aceleyle otobüsten indik, hepimiz bir kuyruğa dalıverdik, sucuk, bal ve
kaymaklarımızı aldık. O an düşündüğümde, neredeyse öğlenden beri açtım, koca
dilim ekmekleri kaptığım gibi yiyeceklere daldım. Bol ekmekle ballı kaymakları
mideye indirdikten sonra bir kere daha tuvalete girdim, dışarı çıkıp otobüsteki
koltuğuma yerleştim. Az sonra tan ağaracak ben de günün ilk ışıklarını görerek
sıkılmadan yolculuğuma devam edecektim. Uykusuzluğun verdiği bayat tadı
hissetsem de asla keyfim kaçmayacaktı.
Herhangi bir aksilik yaşamadan
Antalya’ya geldik ve bizi Kemer’e götürecek midibüslere geçiş yaptık, hava o
kadar sıcaktı ki, otele varır varmaz kendimi denize atmaya karar verdim. Bir
saatlik ikinci seyahatten sonra otelimize vardık. Odalarımızı öğrendikten sonra
hızla geçişimizi yaptık ve bavuldan deniz malzemelerini çıkartıp üzerimizi
değiştirdikten sonra kendimizi plaja attık. O saatten itibaren sadece yemek,
içmek ve eğlenmek üzerine odaklanmış tatil sürecine girdik.
Tatil köyümüz yüzde seksen
yabancıların bulunduğu az sayıda Türk’ün de faydalandığı çok güzel bir yerdi.
Herkesin yabancı olması o dönem çok işime gelmişti, sürekli birileri ile
konuşuyor ve en güzelinden pratik yapma imkanı buluyordum. Bu nedenle de
keyiften dört köşeydim.
Deniz şerbet gibi serin,
kıpırtısız ve masmavi idi. Sularda kulaç atmak, alabildiğine yüzmek, kumlarda
uzanmak bana son derece zevkli geliyordu. Her vakit sunulan yiyecek ve
içecekler ise cabasıydı. Ağzıma layık balık, sebze ve salataları mideme
indiriyor, meyvelerden başımı alamıyordum. Akşamları ise o geceye özel
hazırlanan gösterileri izlemek ve içinde olmak çok keyifliydi. Her gece farklı
bir mutfağın yer aldığı restoran kısmında mükellef bir sofra kuruyor,
arkasından gecenin tüm eğlencelerinde yerimizi alıyorduk. Her şey dahil
olduğundan yer gök yiyecek doluydu ama ben özellikle içkilerde çok dikkatli
davranıyordum, yıllardır bu tip toplu yemek sunulan yerlerde en alt kalitedeki
ürünlerin kullanıldığını çok iyi bildiğimden temkinli idim, yiyeceklerde de
dikkatli davranmaya çalışıyordum ama bazı ihlallerim de oluyordu.
Yürüyüşler yaparak, bol bol
yüzerek, yiyip içip, sabahlara kadar eğlenerek ve de özellikle İsrailli
turistlerle her konuda muhabbet ederek dört günü en güzel şekilde geçirdim. Bu
bana son bir yılımda yaşadığım eziyetli ve bir o kadar da eğitici, öğretici
sürecin sonunda sunulmuş bir ikramiye gibiydi. Budist rahipler gibi yaşadığım
inzivadan, materyalizmden uzaklaşma çabaları ile yorulduğum büyük perhizden,
kısacası manevi temizlik dünyamdan geri dönmüş, yalancı, kışkırtıcı, ahlaksız
ve dejenere dünyaya hızlı bir giriş yapmıştım. Kısa sürdürdüğüm bu güzel mola
yüzüme renk katmış, suratıma tatlı bir gülücük oturtmuştu. Tatilimin devamını
Antalya merkezde yapacaktım, kuzenim beni bekliyordu.
Ayın 14’ünde öğleden sonra
otelden ayrıldık. Kızlar uçakla döneceğinden otelin servisi ile havaalanına
gitmek üzere yola çıktılar. Ben de Kemer-Antalya arası işleyen minibüslerden
birine binerek kuzenime gitmek üzere yola çıktım. Hava hala mükemmeldi, buna
bir de sonbaharın gözleri kamaştıran renkleri, kırmızı gün batımları da
eklenmişti ki, yaşam tadından yenmiyordu. Güneşin iyice indiği, akşamınsa artık
hissedildiği bir vakitte, bana söylenen durakta indim ve cep telefonumdan
kuzenime geldiğimi bildirdim. Beş dakika geçmemişti ki arabayla önümde
bitiverdi. Meğer evine yürüme mesafesindeymişim.
O akşamı tamamıyla sohbet ederek
geçirdik. Tatilköyü maceraları anlatmakla bitmiyordu, ayrıca ben de fena halde
yorgundum, kolumu kıpırdatacak halim yoktu. Biraz pembe şaraptan çoklukla da
yorgunluktan iyice mayışınca her şeye ertesi gün başlamaya karar verdik ve
yattık.
Antalya günleri bu son dönemde
hayatımın en güzel zamanları olarak anılarıma geçti. Şehir merkezinde
yaşananlar da harikaydı, Kemer’dekiler de. Tam beş gün kuzenimle beraber
Konyaaltı sahilinde uzun yürüyüşler yaptık, akşam üzerleri yine sahildeki
kafelerde denize karşı oturup biralarımızı yudumladık, ufka ve maviliğin
sonsuzluğuna daldık. Buralarda denizin kokusunu ve temiz havayı içime çekerken
İstanbul’da ne denli zor ve kirli koşullarda yaşadığımın ayırdına vardım.
Çalışmayacaksam büyük şehirde ne diye yaşayacaktım. Bir karar vermeli ve
yurdumun temiz, sakin ama bir o kadar da modern şehirlerinden ya da
ilçelerinden birine gitmeliydim. Evet gitmeliydim ama gerçekten çalışmayacak
mıydım? Bu sorunun cevabı çok net değildi kafamda.
Düzenli bir gelire kavuşacağım
emekliliğime tam altı yıl vardı. Yine yeni evimin bitmesine ise on iki ay yani
bir sene kalmıştı. Kiraya vermem de ayrı bir süre olduğundan bu hayat tarzı ve
hazır parayı yemekle bir buçuk yıl geçirmem olanaksızdı. Öte yandan iş
bulamıyordum, İstanbul’da yaşamak istemiyordum, hazır param katiyen yeterli
değildi, eve ve aileme yönelik sorumluluklarım da ayrı bir yüktü. Mağlubiyet
belirtileri suratımda yumruklar halinde patlamaya başlamıştı.
Ne kadar eğlensem, uzaklaşsam ve
keyiflensem de hayatımın gerçekleri hep aynı idi, hiçbir surette değişmiyor,
aynı sertlik ve zorlukla devam ediyordu. Anladım ki hayatın çatısı yani
iskeleti hep sabitti, doğduğumuz an bedenimiz nasıl teşekkül etmişse o da aynı
şekilde yapılanmıştı. Katiyen değişmiyordu. Bunları yeni çözümlemiştim.
Yaşadıklarımız ve değişiklik sandığımız şeyler ise bu iskelet üzerindeki
dokular, alınan kilolar, bronzlaşan tenler gibi bir beliren bir yok olup giden
geçici unsurlardı. Üzülüyordum için için bu hale. Biliyordum ki bir çok insan
da aynı durumdaydı. Çözümü üretememiş olmaktan ötürü aynı durumu paylaştığım
benzer insanlar için de ayrıca üzülüyordum. Bir çözüm bulsam bütün dünya ile
paylaşabilirdim ama ortada cevabı olmayan ciddi bir soru vardı.
Belki de yapamadığım şeyleri bir
gün gerçekleştireceğimi düşünmek yeterli olmalıydı. Galiba bu insanı mutlu eden
bir durumdu. Hayal etmek ve ümitle yaşamak. Bu felsefenin yakasını katiyen
bırakmamalıydım. Peki çalışmalı mıydım? Yeniden başlamalı mıydım? Galiba buna
maddi açıdan ciddi ihtiyacım vardı?
Güzel günler çabuk geçmiş, artık
dönüş vakti gelmişti. Dönüş biletime tarih atamasını henüz yapmamıştım, bir gün
Antalya merkezde dolaşırken firmanın ofisine girip 18 Ekim Perşembe akşamı için
dönüş tarihimi kesinleştirdim. Kuzenim daha fazla kalmam için ısrar ediyordu
ama artık kışa yaklaşmıştık. Havalar iyice soğumadan İstanbul’a dönmeli ve evde
bazı işlerimi tamamlamalıydım.
O Perşembe akşamı beni terminale
kuzenim götürdü, zaten kendisi de bir hafta ya da on gün sonra İstanbul’a
gelecekti. Terminalde gece vakti fazla beklemesine gönlüm razı olmadı, kısaca
vedalaştık ve ben içeri girdim. Akabinde otobüsüm de geldi. Bu sefer yolculuğu
tek başına yapacaktım. Geliş güzergahımız üzerinden geri dönüş macerası
başladı, Afyon’daki molada bu kez yalnızdım ama yine gerekeni yaptım. Fark
olarak kaymaklı Afyon lokumlarından iki kutu aldım. Sonrasında ise uykuya
daldım. Gözümü feribotta açabildim. Her şey bitmişti, İstanbul’a giriş yapmak
üzereydik. Onca gün bekledikten sonra gördüğüm kısa rüya sona ermişti. İşin
kötüsü İstanbul’a soğuk, rüzgarlı bir havada, uyuz uyuz çiseleyen, sinir bozucu
bir yağmur eşliğinde dönmüştüm. Üzerimdekiler bile bana ince gelmiş, indiğimde soğuktan
donmuştum. Etrafa bakındım, manzara berbattı. Bu havada daha fazla beklemeye
tahammülüm olmadı. Zaten Cuma sabahıydı ve iş günüydü, trafik ise yağmurdan
dolayı çok kötüydü. Hemen bir taksi buldum, doğruca Acıbadem’e evime geldim.
Tilki gibi kürkçü dükkanına geri
dönmüştüm. Bir bavul dolusu kirli, satın alınan hediyelikler, lokum, sucuk gibi
yiyeceklerle eve girdim. Yolculuklar güzeldi de dönüşler hiç çekilmiyordu.
Şimdi bütün hafta çamaşır yıkayacak, ütü yapacak, bu arada da gelen kış
nedeniyle yazlık-kışlık yerleşimi de yapacaktım. On gün kadar dinlenmenin
ardından deliler gibi yorulmaya çok bozuluyordum ama çare yoktu hayat,
bıraktığım yerden devam ediyordu, sanki buradan hiç ayrılmamıştım.
Bir haftayı nasıl olduğunu
anlamadan geçiriverdim, arayı fazla açmak istemediğim için her akşam kuruma da
mutlaka gittim. Kurstaki arkadaşlar bayram nedeniyle uzun uzun tatiller
yapmıştı ve derslerimizin baş konusu bu tatiller olmuştu, konuşma gruplarımızda
nedense hepimiz birer bülbül kesilmiştik. Anlatırken bir kere daha yaşamış
oldum o anları. Gerçekten çok güzel ve nitelikli zaman geçirmiştim Antalya’da.
O hafta sonu 29 Ekim idi. Tam bir
yıldır sokaklardaydım ve içimde uhde olan hemen hemen her şeyi bu süre zarfında
gerçekleştirmeyi başarmıştım. Bu uhdelerden biri de Cumhuriyet Bayramı’nda
sokakta olmak, fener alayına katılmak, boğazdaki ışıklı gösterilerin tam içinde
yer alabilmekti. İşte şimdi bu hayalim de gerçek olacaktı. 29 Ekim günü kendimi
boğaz kıyısına atacak, kutlamaları en güzel yerinden izleyecek, coşkuya tüm
gücümle katılacaktım.
Bir eksikliği daha tamamlayacak
olmanın gururu ile 29 Ekim Pazartesi gününe hasıl oldum. Gazetelerden tüm
kutlama programlarına baktım, detayları okudum ve zaman planımı yaptım. Saat
18.00 civarında Üsküdar’da olacaktım oradaki duruma göre gerekirse motorla
karşıya geçecektim.
Saat 17.30’da evden çıktım,
dolmuşla Üsküdar’a gittim. Tüm sahil hattında dolaştım ama bir türlü istediğim
gibi yer bulamadım. MADO’nun terasına çıktım, iskelelerin olduğu tarafta deniz
kenarına geldim, parklara bakındım, hiç biri içime sinmedi. Sanırım en doğru
olan karşı sahile geçmekti ve öyle yaptım. Az sonra boğaz trafiğe
kapanacağından oyalanmadan bir motora atladım ve Beşiktaş’a geldim. Motor
iskelesinin yan tarafındaki alan çok uygundu. Kendime tam denizin kenarında
güzel bir yer edindim. Katiyen ayrılmıyor, sağıma soluma bakmıyor, adeta
bulunduğum yere çivilenmiş gibi sabit ayakta duruyordum. Daha gösterilere bir
saat vardı ama nefesimi tutmuştum.
Az öteden kestane kebap kokuları
genzimi yakarcasına geliyor, aç olan karnımı iyice kudurtuyordu. Kestaneciye
işaret ettim ve yamağı ile bana 150 gr kestane getirmesini söyledim. Yamak
koşarak paketi bana getirdi, parasını ödedim ve keyifle kestanelerimi yedim.
Meydan gittikçe kalabalıklaşıyordu, bir yandan da marşlar, şarkılar çalınıyor,
boğaz üzerinde mavnalar mevzileniyordu. Ben ise bel ağrısından ölecek hale
gelmiştim ama inatla direniyordum.
Sonunda zaman geldi, o muhteşem
ışık ve havai fişek gösterisi başladı. Elimde fotoğraf makinem, durmaksızın
resim çekiyordum, ayrıca video özelliğini kullanarak gördüklerimi filme de
alıyordum. Biraz sonra bu saçma gaileyi bıraktım. Göz kamaştırıcı şöleni ve
coşkuyu izlemek dururken filme çekmek de neydi. Gördüklerim televizyonlarda
izlediklerime benzemiyordu, resimlerle de alakası yoktu. Bu güzelliğin
tamamıyla yansıtılmasının teknik bir olanağı henüz yoktu, keşfedilmemişti. Eş
zamanlı patlayan havai fişekler, rengarenk ışıklar, parıldayan gökyüzü ve
bağıran insanların gülen yüzleri. Harika anlardı bunlar. Yıllardır özlemle
beklediğim ve bir türlü katılamadığım bu görsel şölenin, muazzam törenin tam
içindeydim ve çok mutluydum. Gösterinin sonundaki muhteşem final ise herkesi
olduğu gibi beni de hayran bırakmıştı ortama. Hayat güzeldi hem de çok güzeldi.
Bayram sona erince artık
yorgunluktan tutmayan belimi kendine getirmek için bir süre oradaki banklarda
dinlendim. Az sonra motor seferleri başladı, ilk izdihamdan sonra yerimden
kalktım ve birine atladım. Üsküdar’a geçtim oradan da minibüse binerek evime döndüm.
Eve girer girmez kendimi kanepeye attım, yaşadıklarımı anlattıktan sonra
mutfağa geçtim, koyu bir kahve yaptım. İki üç kurabiye ile kahvemi içtim ve
televizyona daldım gittim. İstediğim gibi bir gün geçirmiştim ve keyifliydim.
Bakalım yeni günler neye gebeydi?
Kasım doğduğum aydı ama bu sene
biraz hüzünlüydü. Artık 370 gün geçmişti ve benim için tüm kapılar kapanmıştı.
Ne kadar çabalarsam çabalayayım doğal yöntemlerle bir iş sahibi olmam
imkansızdı. Bir mucize gerekliydi. Kışın vaktimi kolay geçiriyordum, eş dost
ziyaretleri, evde yapılan işler, örgü, nakış gibi kadınsı şeylerle zaman
geçiriyordum ve bunlar güzel oyalanmalardı ama tek kuruş faydası yoktu. Hobi
kurslarını deneyebilirdim ama bir sürü döküntüsü vardı, evde bunları koyacak
yer olmadığı gibi yaptığım şeyleri nerede saklayacaktım? Bu da ayrı bir dertti
ve hobi kursu kesinlikle çözüm değildi, bu sadece öyle bir fikirdi ve hiç cazip
gelmemişti.
Yabancı dil kursum bitiyordu, son
kurumu rehavet içinde geçirebilecek avansım vardı, kemerleri artık
gevşetmiştim, eskisi kadar yoğun çalışıp hızlı ilerlemem gerekmiyordu. Belki
bir üst modüle geçip iyice pişebilirdim ama verecek 3600 YTL param yoktu. Bu
ücreti ödeyemezdim.
Doğum günüm 2 Kasım’daydı ve bu
yıl özel bir şey yapmayı içten içten istiyordum. Dışarıda küçük bir arkadaş
grubu ile güzel bir yemek yenebilirdi. İmdadıma kuzenim ve ortak arkadaşımız
yetişti. Ne zamandır benden duydukları üzere Asmalımescit Sofyalı’ya gitmek
istiyorlardı. Benim yaş günüm bahanesiyle oraya gitmemizi önerdiler. Bu çok
hoşuma gitti. Hemen arayıp rezervasyonu yaptırdım. Nedense Asmalımescit,
Galata, Balıkpazarı oldum olası beni cezbederdi. Genelde buraları için yapılan
önerileri de hiçbir zaman red etmezdim, öyle de yaptım.
O akşam, üç kız arkadaş olarak
kuzenimin Nişantaşı’ndaki ofisinde buluştuk, biraz muhabbetten sonra çıktık ve
bir taksiyle Sofyalı’ya gittik. Bize ayrılan küçük masaya yerleştik. Harika
mezeler, peynir tabağı ve sevdiğimiz sıcak yemeklerden sipariş ettik. Ortak
konumuz Antalya, tatil ve orada yaşadığımız gülünçlükler, hikayeleştirdiğimiz
ilginç olaylardı. Bol kahkahalı, pek neşeli bir gece geçiriyorduk. Halimiz yan
masada oturan Alman grubun dikkatini çekmiş olacak ki bir süre sonra nasıl
olduysa onlar da sohbetimizin içine daldılar. İçlerinde birinin de o gün doğum
günü olduğunu öğrendik. O andan itibaren bu orta yaşlı Alman grupla aramızda
çok sıcak bir ilişki başladı. Geceyi tümüyle birlikte geçirdik, onlar bize bira
ısmarladı biz onlara kahve söyledik. Türkiye üzerine bol bol konuştuk, burayı nasıl
da sevdiklerini bizlerle paylaştılar. Gayet dostane ve samimi bir gecenin
sonunda iletişim bilgilerimizi paylaştık, birlikte resimler çektik ve en
sonunda kutlaşarak vedalaştık. Benim için değişik bir doğum günü olmuştu. Sıra
dışı, eğlenceli ve komikti. Sevmiştim yeni yaşımı, ilk girdiğim andan beri. Bu
beni bir yıl idare etmeliydi.
Havalar iyice soğumuştu. Daha dün
denizde sularla oynaşan ben, üst üste giyiniyor sokağa öyle çıkıyordum. Tenim
bronzdu sanki güneş açacak da kolsuz bluzlarımı hemen giyecek gibi bir havada
geziniyordum ama gerçek farklıydı. Bu dönemde çok uzun yürüyüşler yapmayı
tercih ettim. Rotam, Validebağ Koruluğunu kapsayan ve yaklaşık 7km olan bir
çemberden ibaretti. Ürperten soğukta hızlı hızlı yürümek gerçekten çok keyifli
oluyordu. Beş on dakika içinde soğuğu hissetmiyor hatta terliyordum. Koruluğun
içindeyken derin derin nefes alıp, temiz havayı ciğerlerime çekiyor, doğanın
artık öldüğü bu günlerde yok oluşu hüzünle izliyordum. At kestaneleri çoktan
yapraklarını dökmüş, çınarlar iyice kelleşmiş, söğütler ise tamamen çıplak
kalmıştı. Sadece taflanlar, mazılar, çam ve defneler yeşildi. Onlar da koyu bir
renge bürünmüşlerdi ve bahar tazelikleri kaybolmuştu. Her gün böyle an be an
bunları izleyerek yürüyorken bir yandan da kışa doğru yol alıyordum. Eve ise
tatlı bir yorgunlukla geri dönüyor, aceleyle duş aldıktan sonra babamla
kahvelerimizi içiyorduk. Sabah yayımlanan eski Türk filmleri ise bizim en büyük
zevkimiz olmuştu. Zaten öğlene kadar zaman jet hızıyla ilerliyordu.
Haftada en az iki kere balık
pişiriyordum. Çalıştığım dönemlerde sadece hafta sonları yiyebildiğim onu da
her hafta sonuna denk getiremediğim için balığa hasrettim. Şimdi artık doya doya hafta araları yiyebiliyordum.
Ailecek hepimizi mutlu etmişti bu balık seansları. Mevsimin taze balıklarını
çarşıdan alıyor ve o gün canımızın çektiği şekilde pişiriyorduk. Yanında güzel
bir beyaz şarap açıyor, annem, babam ve ben birlikte alem yapıyorduk. Bir arada
olmaktan mutluyduk. Mutluyduk ama çalışmak da gerekiyordu.
Bu düşünceler, ikilemler,
vazgeçemeyişler ve bocalamalar içinde ciddi olarak yıpranmıştım. Ne yapacağımı
bilmiyordum. Hayatımdan çok memnundum ama zorunluluk, daha on iki ay gelirsiz
yaşamanın bana vereceği maddi zararı düşündükçe fenalık basıyor, kendimi iknaya
zorluyor, sürekli mücadele ediyordum. Zihnimle yaptığım bu iğrenç savaş beni
çok mutsuz ediyordu.
Yaşam çok zorlu yarıştı, rekabet
ve mücadele için büyük güç gerekiyordu. Param varken zamanım yoktu,
istediklerimin hiç birini yapamıyordum. Zamana sahip olduğumda da param yoktu
ve yine istediklerimin uzağında kalıyordum. Her durumda da kayıptaydım.
Pes etmek asla katlanamayacağım
bir zafiyet olduğundan inatla koşullarıma direniyordum. Dört koldan
kıstırılmış, baskı altına alınmıştım. İçinde yaşadığımız toplum ve
yakınımızdaki insanlar nedense başkalarının hayatından burnunu
çıkartmıyorlardı. Kendilerinden çok başkalarının ne yapması gerektiğine karar
veren ve bunlarla uğraşmayı zevk haline getiren tiplerden bana gına gelmişti.
Benim yapmadıklarım, yapamadıklarım milleti niye ilgilendiriyordu anlamıyordum.
Yapacak başka uğraşları yok muydu bu güruhun? Herkese ağzının payını verip
susturmanın yolunu bulamadığımdan bunları çekiyordum. Ama hepsi bana
müstahaktı.
Müstahaktı çünkü ben de bir
baltaya sap olamamıştım. Koca bir yıl sorumsuzca gezinmiş, sevdiğim, zevk
alacağım hem de para kazanacağım bir ortamı kendime yaratamamış, yolumu
bulamamıştım. Bir tek kartvizit yeterliydi ama becerememiştim işte. Aptal aptal bekliyordum. Çaresizdim,
duygusuzlaşmıştım, kararsızdım.
Özgürlük anlamında olayı
irdelediğimde ise paranın köleleştirdiğini, parasız ama özgür olmanın çok tatlı
olduğunu düşünüyordum. Sabah sırf kendim istediğim için 6.30’da uyanmak bir
özgürlüktü. Başkaları üzerinden geçinsin,
puan toplasın diye değil, kendimi mutlu etmek için çalışmak daha büyük bir
özgürlüktü. Yemek pişirmek, ütü yapmak, o gün üstüme ne bulursam geçirmek hatta
yıkanmamak bile özgürlüktü. Saçımı uzatmak, haftalarca boyasını geciktirmek,
hiç taramamak, tüm bunlar sınırsız özgürlüklerdi. Sadece oje sürmek için bir
saat zaman harcamak da keza öyleydi. Hastalanınca gün boyu yatmak, telefonlara
cevap vermemek, üstelik bunun yalan olmadığına birilerini ikna etmek zorunda
kalmamak gibi rahatlıklar, son bir yıldır yaşamıma eklediğim ve şimdi ise vazgeçmemin
mümkün olmadığı ihtişamlı güzelliklerdi. Özgürlük her şeydi, vazgeçilmezdi.
Bedelsiz, ödünsüz, yetinerek, kanaat ederek yaşamak ve bunun paralelinde hür
olmak. Mutluluk buydu. İyi de kimse bunu anlamıyordu. Niye anlamıyordu, ne
olmuştu da kafalar böyle sabitlenmişti? Katiyen çözemiyordum. Yorgun ve
bezgindim.
Ve telefonum çaldı.
Karşımdaki, eski şirketimden iş
arkadaşımdı, yöneticiydi. Yine aynı Holdinge bağlı kardeş şirketlerden birine
daha üst düzeyde bir unvanla transfer olmuştu. Şimdi koordinatör olarak görev
yapacaktı ve kendi ekibini oluşturmaya çalışıyordu. Defalarca birlikte
çalıştığım, iyi tanıdığım ve sevdiğim bir insandı. Yılların verdiği tecrübe ve
güvenle bana bir teklifte bulundu. Bu inanılmaz bir gelişmeydi, durup dururken
iş teklifi almıştım. Hem de hiç beklemediğim bir anda. Görüşme ise hemen oldu.
İşyeri evime sadece 2,5km
uzaklıktaydı. Ofis ortamı gayet şık, çalışanlar ise düzgün insanlardı. Ayrıca
burası eski işimden yeni ayrıldığım zamanlarda, tamamen başka niyetlerle beni iş
görüşmesine çağıran firmaydı. Bu kadar ilginç bir tesadüfe ancak filmlerde
rastlanırdı. İş hayatım boyunca hep böyle renkli olaylar yaşamışlığımın verdiği
deneyimle bu sürprizi soğukkanlılıkla karşıladım. O sıralar bu tesadüfün,
ilerleyen zamanlarda bana karşı yapılan bilinçli yıldırma tavırlarının bir
nedeni olduğunu hiç düşünmemiştim.
Mesai sabah 8.30’da başlıyor,
akşam 18.00’da bitiyordu. Öğlenleri bir saat tatil vardı. Ben saat 8.15’de
evden çıksam 10 dakika sonra işimde olabiliyordum. Hayatımda böyle bir yerde ne
çalışmıştım ne de okullarım evime bu kadar yakın olmuştu. 1974 yılından beri
yollarda sürünüyordum.
Yine maaş beni fazlasıyla idare
edecek boyuttaydı. Gerçi eski maaşımdan yüzde otuz civarında azdı ama bana
artık öyle çok paralar lazım değildi. Paranın ne demek olduğunu ya da
olmadığını çok iyi öğrenmiştim. Teklife olumlu yanıt vermek için tüm şartlar
mevcuttu. Sanki dünya birleşmiş ve yeniden çalışmam için yollarıma çiçekler
sermişti. Tüm evren beni arkamdan itekliyor adeta sürüklüyordu. İşe başlama
tarihim ise aybaşı yani Aralık başı olarak öngörülüyordu. Biz ise Kasım’ın
henüz 15’i ya da 16’sındaydık. Önümde sadece on beş güzel günüm kalmıştı.
O kısacık on beş gün.
Bir an düşündüm. Tam 385 gün
hayallerimdeki şeyleri yapacak zamanım olmuştu ve ben de bunlar için sürekli
koşturmuş, zamanla yarışmıştım. Ancak yarışı ne yazık ki tamamlayamamıştım,
zira bitiş çizgisi sürekli öteye taşınıyor bense yetişmeye çalışıyordum. Bu
aslında kazanılmayan bir yarıştı ve göğüslenecek ip, sadece bir seraptan
ibaretti.
Bu gidişin sonu yoktu. Hayallerim
azalmış hatta kalmamıştı, ümitlerim tükenmiş, hedeflerim ise küçülmüş,
basitleşmişti. Açıkçası bunları yenilemeye, özlemeye ve biriktirmeye ihtiyacım
vardı. Gücümü tekrar toplamalıydım; biraz daha para biriktirmeli, sağlık
sigortası sahibi olmalıydım. Hem ayrıca işime beş dakikada gidip aynı sürede
evime dönmek gibi büyük bir keyfi mutlaka yaşamalıydım; özellikle bunu çok
istiyordum. Bir süre daha çalışmam şarttı. Tüm şıkları yazmaya, muhasebesini
yapmaya ve mantıklı sonuca ulaşıp ona göre hareket etmeye karar verdim. Bu beş
dakika bile sürmedi. Cevabımı ilgililere ilettim.
30 Kasım Cuma günü saat 15.30’da
evden çıktım. Hava bulutlu ve karanlıktı. Üsküdar’dan motorla Beşiktaş’a gelip
İstinye minibüsüne bindim, Levent Metro durağında indikten sonra alt geçitten
karşıya geçtim. Kanyon’un girişindeydim. Tam bir yıl önce ilk kez geldiğim bu
alışveriş merkezine, son günümün şerefine bir ziyaret daha yapacaktım. Kanyon’u
gezdim, iki tur attım, bir yerde mola verip kahve içtim. Dışarı çıktığımda hava
kararmıştı. Yürüyerek Metrocity’nin olduğu yere geldim. Bir tur da Metrocity’de
attım. Sonra çıktım. Yağmur çiseliyordu ama hava güzeldi. Buralara uzun zaman
gelme olanağı bulamayacaktım. Kaldırımlarla vedalaştım ve geliş yolumu takip
ederek evime geri döndüm.
3 Aralık 2007 Pazartesi sabahı
arabama bindim, motoru çalıştırdım. Debriyaja basıp vitesi bire attım ve
gazladım. Sokağımın sonundaki ışıklardan sola dönüp yola devam ettim.
O gün üzerime bordo güderi
ceketimi, lacivert gabardin pantolonumu giymiştim. İçimde ise beyaz üzerine
mavi ve pembe puanları olan poplin gömleğim vardı. Saçlarım fönlü değildi.
Karışmadım onlara özgür bıraktım.
Hayatımın arka kapısını sıkıca
kapattım kimse açıp bakmasın diye de kilitledim, anahtarı yüreğime attım.
Zamanını o an bilmiyordum ama geri dönecektim. Mutlaka dönecektim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder