Tam Metin (50-son)

Hayatımı tam düzene sokamamıştım, kararsızlıklarım tükenmemişti ve tamamen idaresiz bir rejime girmiştim. Canım sıkkın değildi ama çok da huzurlu olduğumu söyleyemezdim. Bu tip geziler, beni yeisten uzaklaştırıyor, biraz kendime getiriyordu. Tabii sürekli iş ile ilgili konuşmalar da oluyordu ve bunlardan açıkçası pek hoşlanmıyordum ama ne yapabilirdim? Çevremdeki herkes çalışıyordu ve o an hayatlarının en büyük derdi iş yerlerindeki sorunlardı; sorun olarak algıladıkları şeylerdi. Maaşlarının azlığı ya da henüz zam alamamış olmaları, üstlerinin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri, kimseyi memnun edememeleri gibi dert sayılan konulardı. Oysa ülke standartlarının üzerinde bir gelire sahiptiler ama nedense çok şikayetçiydiler. Bunun için onları kınamıyordum, haklıydılar, çünkü sistemin çarklarına öyle takılmışlardı ki başka konu düşünmeleri imkansızdı. Anlamaları mümkün değildi, beyinlerinin bu tarafı tamamen körleşmişti. İşlerinde mutluluk kıstası sadece aldıkları ücretleri haline gelmişti, oysa işinden zevk ve keyif almak çalışmanın birinci koşulu değil miydi? Her ne kadar kendi örneklerimle onlara, hayatın daha ılımlı ve sade tarafları ile ilgili söylevler versem de bir kulaklarından giriyor öbüründen çıkıyordu. Çaresiz kabullendim ve bence çok dertlenecek ve acı çekilecek konular olmayan ama onları yerlerde süründüren bu lakırdıları hep dinledim.

Mehtap Kafe’de uzun oturduk, en son olarak kahvelerimizi içtik. Ben o gün dar kot etek, haki yeşil pamuklu bir hırka giymiştim, ayağımda ise mokasen spor ayakkabılarım vardı. Saçlarımı boyamayalı iki buçuk ay olmuştu ve dipten çıkanlar nedeniyle halim berbattı. Bu zamanlarda saç sorununu kalın bantlarla hallediyordum ya da renkli yazma türü eşarpları bant gibi katlayarak saçlarımın ek yerinden arkaya doğru bağlıyordum. O gün de bu metodu uygulamıştım. Biraz komiktim aslında ama “tarz yarattım” ayakları ile idare ediyordum. Öte yandan tesettüre girip de fani dünya ile ilişkilerimi kestiğim yorumuna maruz kalmamak için saçımın arkada kalan kısımlarını açıyordum. Benim böyle bir tercihim yoktu. Çalışmıyorum diye manevi konularda tavır değiştirmedim, akıl insanıydım, aklımın ve mantığımın yörüngesinden asla çıkmazdım. Kendi çözümümü güzelce üretebildim, başka şeylerden medet ummadım. Gayet iyiydim.

Kahvelerimizi içip hesabımızı da ödedikten sonra kalktık ve yürüyüşe başladık. Denizi solumuza alıp Bebek yönünde saatlerce yürüdük. Yürürken fotoğraflar çektik, zaman zaman durup dinlendik. Balıkçıları izledik, güneşin sıcağını içimizde hissettik. Yürürken de hiç susmadık hep konuştuk. Yorgunluktan nefesimiz kesilince Taksim’e gitmeye karar verdik. Taksim’deki adresimiz yine Ara Kafe idi. Bu arkadaşlarım çılgın bir tutkundular, asla başka yere gitmezlerdi. Neticede kafeye girdik, dışarıda bir masanın boşalmasını bekledik ve hemen oturduk. Benim yürüyecek halim kalmamıştı, çok yorulmuştum. Herkes dondurma istedi ben de öyle yaptım. Hararetim vardı ve beni ancak dondurma kendime getirirdi. Sularımızla beraber gelen dondurmalarımızı afiyetle yedikten sonra dönüşe geçtik. Ben her zaman olduğu gibi Tünel tarafına yürüdüm, Karaköy üzerinden eve dönmek benim için en uygunuydu. Yürürken bol bol vitrinlere baktım. Aznavur Pasajı’na girdim, oradaki gümüşçülere uğradım. Yalnızca baktım onlara ama çok beğendiğim halde bir şey satın almadım. Oysa kehribar bir yüzüğe feci tutulmuştum. Bana oldukça pahalı gelmişti ve sadece bakınmakla yetindim. Sallana sallana tünele kadar geldim. Hemen tramvaya atlayıp Karaköy’e geçtim, vapura bindim, üst kata çıktım, dışarıda güvertede kendime bir yer buldum. Denizi ve çevremdeki yüzleri izleye izleye Kadıköy’e vardım.

Yolculuk ve beni sersem eden bahar havası derin düşünceleri beraberinde getirmişti. Bu ay vadeli hesabımdan gelen faizi ayırmış, ana parayı tekrar yatırıma çevirmiştim. İyice hesap yaptım, bu faizin bir kısmı ile tüketici kredimi kapatacaktım. Hiç değilse aylık taksitleri 210YTL olan bu pürüzden kurtulmalıydım. Arta kalan parayı hesapladım, bu beni bir sonraki faiz dönemim olan Ağustos ayına kadar rahatlıkla idare ederdi. Hem tatile gidecek değildim, yazın herkes sağa sola dağıldığından evden çıkmayacaktım. Paraya çok ihtiyaç duyacağımı sanmıyordum. Hem hiç belli olmaz ev aniden satılabilirdi. Ay sonu, yani yeni ay tahakkuk etmeden Mayıs’ın taksitini öderken kredimi kapatmaya karar verdim. Bu, doğru bir karardı.

28 Mayıs günü 5000 YTL.lik tüketici kredimin kalan borcunu yani 3694 YTL.yi ödedim. Bu beladan tek celsede kurtuldum. Sanırım bu hareket şansıma iyi geldi, çünkü Mart’tan beri emlakçıda satılmayı bekleyen evime bir alıcı çıkmıştı.  Gerçi emlakçı olayından sonra sürekli müşteri çıkıyordu ama neticelenemiyordu. Bir yıl öncesine kadar 130.000-140.000 YTL civarında seyreden fiyatlar ne yazık ki bu yıl dibe vurmuş 100.000 YTL den fazla para veren olmuyordu. Ben eve 110.000 YTL istiyordum ama artık tükenmiştim. Müşterinin 100.000 YTL’lik önerisini kabul ettim, eğer yaz aylarını da taksit ödeyerek geçirirsem aradaki farkı zaten harcayacaktım, değişen bir şey olmayacaktı. Kafayı çalıştırdım ve kararımı emlakçıma bildirdim. Her şey 2 gün içinde inanılmaz bir hızla gerçekleşmişti.

Evet, öneriyi kabul ettim ama müşterinin yine vazgeçeceğini düşünüyordum. Evin satılması benim için gerçekten çok güç görünüyordu. Ama tahminlerim tutmadı, para ve her türlü belge hazırdı, bizi bekliyorlardı. Sahiden evim satılmıştı. Mutluluktan uçmaya başladım.

Mayıs ayında ayaklarımızı yerden kesen bir başka olay daha vardı. Eski işimizden tanıdığımız, bizden çok daha önce görevinden ayrılan ve kendi işinin başına geçen bir arkadaşımız, küçük işletmesinde; maliyetler, süreçler ve verimlilik üzerine bizimle görüşmek istedi. Bir nevi danışmanlık yapacaktık ona. Bu uzun bir aradan sonra yaptığımız ilk işti, çok iyi bildiğimiz konular kapımızı çalmıştı. Ben, eski müdürüm ve bölüm arkadaşım büyük bir keyifle öneriyi kabul ettik. Bu bizim için de bir sınav olacaktı, bir egzersiz de diyebilirdik buna. Danışmanlık zaten gönüllerimizde yatan aslandı ve bu işi ne güzellikte yapacağımızı ölçmek için inanılmaz bir şans yakalamıştık.

Şirketin yeri Sultanbeyli taraflarındaydı.  İlk gidişte bizi işletmenin bir çalışanı aldı ve oraya götürdü. Şirket çalışanları ile birlikte büyük bir toplantı odasında, yaşadıkları her türlü sorun ve çözümleri üzerinde konuştuk, bilgi verdik, önerilerde bulunduk. Bizden çok yararlı bilgiler aldıklarını söylediler. Üretim sektörünün en karmaşık işlemler dizinine sahip büyük bir şirketinde yıllar boyu kazanılan tecrübelerimiz, onlara fazlasıyla iyi gelmişti. Yaşanan onlarca sorun ve yaratılan çözümler konusunda öyle pişmiştik ki, en karmaşık problemi bile iki dakikada çözüyorduk. Bu çalışmalar nedeniyle bir kere daha Sultanbeyli’ye gittik ve işi sonuçlandırdık. Karşılıklı olarak çok memnunduk. Biz paslanmamış olduğumuzu keşfettik, onlar yüksek tecrübemizden yararlandılar. O gün anladık ki kesinlikle danışmanlık yapabilirdik. Bu düşünceyi değerlendirmek üzere cebimize koyduk. Uzun zaman bu düşünceyle oyalandık ancak bir türlü hayata geçiremedik. Bireysel olarak bir şeyler yaptık. Ayrı ayrı birkaç teşebbüslerimiz oldu ama elle tutulur, gözle görülür bir portföy oluşturmayı beceremedik. Sadece o dönem mutlu olabildik.

1 Haziran Cuma günü babamla apar topar Beylikdüzü’ne gittik. Müşteri bizi emlakçıda bekliyordu. Ben parayı taşıyan genç müşterimle bankaya giderken babam da Büyükçekmece Tapu Dairesine müşterinin babasıyla birlikte gitti. Aslında hepimiz hazırdık ama paranın gelmesi biraz geciktiğinden ancak saat 17.00’da benim şubeme gidebilmiştik. 100.000 YTL.nin sayılması da zaman aldı. Neticede zamanı kaçırdım ve parayı hesabıma doğrudan yatıramayıp emanete aldırdım. Bu iki günlük ciddi bir faiz kaybıydı ama sesimi çıkartmadım. Tapu işlemleri o arada halledilmişti, para tarafını da ben halletmiştim. Akşam yaklaşmış, işler paydos olmuştu. Emlakçıda son kez bir araya geldik. Evin tatlısı olan bir kutu baklavayı açtık, çaylarımızın eşliğinde hep birlikte yedik. İki taraf helalleşip, hayırlar diledikten sonra babamla oradan ayrıldık.

Arabamıza bindik. Ben o an yaşadığım huzuru ömrümün sonuna kadar unutmayacağım.  Beynimi kemiren, cebimi yiyip bitiren her türlü para kurutma kaynağından az önce kurtulmuştum. Bundan büyük mutluluk olur muydu? Babam da benimle aynı durumdaydı, bu ev meselesi onu da epey yıpratmış ve üzmüştü. O da ben de bu ağırlıktan ebediyen kurtulmuştuk. Bizi tertemiz bir hayat bekliyordu, bundan böyle bir kuruş borcum olmayacaktı artık.

Beylikdüzü’nden eve dönüşlerimden hep çok nefret etmiştim. Cuma akşamı yol son derece kalabalık olur ve trafikte insan can çekişirdi. Son sekiz ay süresince bir kere daha buraya gelmiş ve bir Cuma akşamı direksiyon sallayarak geri dönmek zorunda kalmıştım. Mutluluktan bunlara aldırmıyordum ama bu benim Beylikdüzü denen yerden evime son dönüşüm olacaktı. Kolay kolay buralara adım atmayacaktım. Bu sefer son seferdi. İstediğim gibi de oldu.

Eve kuşlar gibi uçarak döndük. Saat 20.00 civarı içeri girmiştik. Hiç üşenmedim, mutfağa girdim. Kendime dünyanın en güzel salatasını yaptım. Buzdolabındaki bütün peynirlerden güzel bir tabak hazırladım. Tahıllı ekmek dilimlerini sepete koyup zeytinyağ soslu zeytinlerimi kendi özel tabağına yerleştirdim. Evdeki şaraplardan birini açtım. Özellikle stoklardaki adakaralarından birini seçtim. Bu hazırlıkları yaparken babama da yemek önerisinde bulunmuştum ama o açlıktan beklemeyi istememiş girer girmez bir şeyler yemişti, çünkü tüm hevesini ertesi güne saklamıştı. Ben bekleyemezdim. Hazırlıklarımı masada tamamladım. Diskmen’imi belime taktım, kulaklıkları kulağıma geçirdim, “Çal” tuşuna bastım. Angela Dimitriou albümün dokuzuncu şarkısı; Mine ston kosmo sou (stay in your world) çalmaya başladı ben de yavaş yavaş kutlamama geçtim. Hemen belirteyim o zamanlar iPod denen cihazlardan da bende yoktu, o kadar gerilerdeydim, diskmen ile idare ediyordum ve mutluydum, bana yetiyordu.

Bugünü “hayatımdaki en mutlu günler” listesine ekledim. O sıralar böyle bir liste hazırlıyordum.

Aralık ayında konuştuğumuz medyum, Haziran’a doğru evimle ilgili bir gelişme yaşayacağımı ve her şeyin istediğim gibi sonuçlanacağını söylemişti. O gece bu ayrıntı birden aklıma geldi. Televizyonda belgesel kanallarında septik tiplerle ilgili gerçeğe dayalı, hayattan alınma çok program izlemiştim ve her ne kadar onlarca kanıt sunulsa da bu tip şeylere inanmamayı tercih ediyordum. Yalnız bu aklıma gelince birden  “eskisi kadar radikal olmamalıyım galiba” diye de düşünmeden edemedim.

Cumartesi sabahı güne bir başka ruhla uyandım. Bir kuş tüyü gibi hafif, bir kelebek kadar zarif ve sincap gibi neşeliydim. Pazartesiyi iple çekiyordum çünkü sabah erkenden bankaya gidip borcumu kapatacaktım. Şu geçen iki gün bile bana 46YTL ye mal olmuştu ancak hiç aldırmadım. Planlarımı yapmaya başlayabilirdim. Neydi düşüncelerim oturup gözden geçirmeliydim bu hafta sonu. Gerçi yazın ilk gününe girmiştik ve yaz ayları bazı etkinlikler açısından son derece kısır dönemlerdir. Herkes sahillere akar, şehirde kimse kalmaz, kurumlar çoğunlukla tatilde olurlar. Ama ben mutlaka bir şey bulacaktım. Son zamanlarda aklıma yabancı dilimle ilgili yaşadığım gerilemeyi takmıştım. Bu konuda çok sıkıntılıydım. İnsan kullanmayınca anadilini bile konuşamaz hale geliyorken, bildiğim ikinci lisanı korumak zor olmuştu. Neredeyse ortaokul seviyesine inmiştim. Bununla ilgili yazı iyi değerlendirmeli, benim için geçmesi güç olan yaz günlerini bu şekilde doldurabilirdim.

Yazları hiç sevmem.  Heleki Temmuz ayından, nemli sıcağından büsbütün nefret ederim. Hasta gibi olur dünya ile ilişkimi keserim. Ağustos’ta bir nebze kendime gelir ve son gayretle mevsimi bitiririm. Hemen internete bağlanıp pratikle ilgili isteklerimi karşılayacak bir yer bulmak amacıyla kurslara bakmaya başladım. Birkaç yer ve telefon numarası not ettikten sonra konuyu, üniversite sınıf arkadaşımın nikahına gitmek için çıkacağımdan akşam üstüne bıraktım. Telefon etme işini ve koşullarını akşama hallederdim, olmadı önümüzdeki hafta konuyu bağlardım. Şimdi hazırlanmalıydım.

Gardrobumu açtım, ne var ne yok baktım. Pek bir şey bırakmamıştım ama lazım olur diye siyah renkte ince krepten dikilmiş takımım gözüme çarptı. Hava aslında çok sıcaktı. Bu arada 2007 yılı yazı tarihin en sıcak geçen yazlarından biri olarak kayıtlara geçmişti ve o gün bize uyarısını yapmıştı ama anlamamıştık. Ben sıcağa rağmen dayanacağımı düşünerek siyah takımlarımı giymiştik. İçimde beyaz askılı bir bluz vardı. Takı olarak da gümüş tercih etmiştim. Saçlarımı arkadan sımsıkı bağlamış enseden at kuyruğu şekli vermiştim. Yapacak fazla bir şey yoktu, beyazlarım 3 santim olmuştu ve ben sadece en öndeki saç sırasını, kumral gibi bir renge boyayarak iyi bir hile yapmış, dikkatleri  dağıtmıştım. Yüksek topuklu yazlık siyah ayakkabılarımı da giyip evden fırladım. Allah’tan nikah, Kadıköy Evlendirme Dairesindeydi. O sıcağa ve topuklu ayakkabılarıma rağmen yolu yürüdüm. Yürümek tiryakilik halindeydi ve asla yürümeden rahat edemiyordum. Nikah dairesine vardığımda daha yarım saat vardı. Yine üniversiteden diğer sınıf arkadaşım ve bir başka arkadaşımız da peşim sıra geldiler.  Nikah dairesinin kafesinde oturup bir şeyler içtikten sonra salona girdik. Şükür ki klimalar çalışıyordu. Biz gelin odasına geçtik, orada gevezelik ettik, resimler çektik, şakalaştık, güldük, eğlendik ve zamanı gelince de salondaki yerimizi aldık. Arkadaşımızı nikahladık; tebrikler, takılar vesaire hepsi olduktan sonra da kendimizi dışarı attık.

Açıkçası ben daha fazla oyalanmak istemiyordum, biraz daha hoş beş ettikten sonra sıcağa da fazla dayanamayıp evimizin yolunu tuttuk. Aklım yeni yapacaklarımda idi. Gözlerimi başka noktalara çevirmiştim. Beni donduran, uyuşturan borç sürecinden tamamen kurtulacağım Pazartesi gününden sonra neler yapacaktım ve tamamen bunlara yoğunlaşmaktaydım.

Pazartesi bankaya gittim. Borç kapatma ile ilgili tüm işlemleri yerine getirdim, belgeler imzalandı, ek ödemeler yapıldı, oradan buradan ıvır zıvır kesintiler yapıldı. Sonuçta ben 75.778 YTL vererek borcumu kapattım. Aldığım kredi 77.500 YTL idi ve o güne kadar sadece faiz ödemiştim, borcum bir arpa boyu kadar azalmıştı, neticede bir anlamda soyulmuştum. “Ne yapayım kısmet böyleymiş” demekten başka çarem yoktu hem kesinlikle şikayet etmemeli, bu durumdan kurtulduğum için sevinmeliydim. Çektiğim eziyet bitmişti, resmen işkenceden kurtulmuştum. Yıllar önce aldığım ama bana tek kuruş yararı dokunmamış Beylikdüzü’ndeki evim sonunda ihtiyacım olan paraya dönüşmüştü. Bu para ile 14 ay önce kredi furyasında satın aldığım yeni evimin borcunu ödemiştim. Elimde resmi kağıtlarımla bankadan çıktım ve evime döndüm.

Birkaç kurs seçeneği bulmuştum, bunlarla konuşmalıydım. Bankadan döndükten sonra ilk iş telefonun başına oturup bunlardan bilgi almak oldu. Yaz dönemi nedeniyle kurslarda inanılmaz indirimler vardı. Bu büyük bir şanstı, zamanlamam muhteşemdi ve kendimi çok takdir ettim.  Şubelerinden biri Caddebostan’da olan kurs aklıma pek yatmıştı. Yol açısından biraz çetrefilliydi ama benim zaten o kadar zamanım vardı ki harcaya harcaya bitiremezdim. Hem Bağdat Caddesi yöresi hoşuma da gidiyordu. Kursun tam karşısında MADO, iki yanında Kahve Dünyası, biraz aşağısında ise güzel kafeler vardı. Uzun yaz günlerinde kurs çıkışı ya da öncesinde buralara takılır biraz keyif yapabilirdim. Artık bütçe savaşım yoktu, en azından cephe savaşından kurtulmuştum. Tek yapacağım evin bitmesini ve kiraya verilmesini beklemekti. Buna da 16 ay vardı. Elimdeki parayla bu 16 ayı çok rahat geçirebilirdim. Tabi ki hepsini harcamayacaktım. Artık ucuza yaşamayı çok iyi öğrenmiştim, bu para kolay kolay bitmezdi, evim kiraya verildiğinde üste yığınla para da rahatlıkla artardı.
Kendime bir çizelge hazırladım. Kendime bir maaş miktarı dayattım. Bu çizelge 16 aylık dilimlerden oluşuyordu ve her ay sabit bir miktar en başa koyuluyor, giderler gün be gün buraya işleniyor, artılar eksiler birbirini tetikledikçe kalan para ve tehlike işareti bana çeşitli renklerde görünüyordu. Bu çizelge son derece faydalı olmuş çok işime yaramıştı.

Kursum harikaydı. Gece 22.00’a kadar ders vardı, istediğim saatte gidiyor, istediğim kadar kalabiliyordum. Konuşma, tartışma saatlerine ise mutlaka kalıyordum.  Geç saatte çıksam bile eve rahatlıkla dönebiliyordum. İlk ünitelerde seviyemin biraz gerisinden başladığım için sıkılsam da zaman geçtikçe tadına varmaya başladım. Hem kursiyerler tahminden çok farklı insanlardı, çoğunluk benim yaş grubumdandı, içlerinde çalışmayanlar da vardı, akşam grubunda iş çıkışı gelenler oluyordu, onlarla ders ise başka alemdi. Öğretmenlerimizin hepsi çok iyiydi, işlerini mükemmel yapan, her şeye hakim, bir o kadar neşeli, eğlenceli tiplerdi. Hepsi yabancıydı. Amerikalı ve İngiliz, birkaç tane de Avustralyalı eğitmenimiz vardı ki Türkçe’yi iyi bildikleri halde bizimle sağır dilsizi oynuyorlar ve bülbül gibi konuşturuyorlardı. Unuttuklarım patır patır zihnime dökülmeye başlamıştı. Bu kurs işini düşünmekle dünyanın en doğru ve isabetli hareketini yapmıştım. Yaz boyunca kendimi sürekli kutladım.

Sıcaklar çok fena bastırmış, sokakta yürümek bile imkansız hale gelmişti. Bu durum insanları eve hapsetmeye başlamıştı. Bu yaz, nasıl olduğu fazla açıklanamayan garip bir şeyler vardı ve bunlar ilk belirtilerdi.

Annem her yıl gittiği havuza yine üye olmuştu. Yeri Fenerbahçe’de olan bu havuza önceki yıllarda ben de giderdim. Benim, annemin üyelik ikramı olarak daha ucuza havuzdan yararlanma olanağım vardı. Havuz hiç tercih etmediğim ve sevmediğim bir ortam olmasına rağmen bu sıcaklarda çare olarak görülebilirdi. Yalnız giriş ücretim 40YTL, orada yenecek ve içilecek şeyler en az 20 YTL civarında olunca bir de otopark parası verince bana maliyeti 70 YTL gibi oluyordu. Bu durumda havuza gitmem çok büyük bir lükstü ve o yıl buna yeltenmedim bile. Belki bir kereliğine gidebilirdim ama o da sokağa atılmış bir para demekti benim için. Genelde annem gitti, ben ise evde olduğum sürece babam ve kardeşime yarenlik ettim, çoğunlukla da ders çalışarak, internette sürekli yabancı dilde yayın dinleyerek zamanımı geçirmeye başladım. Bu sıcak zamanlarda ya erkenden kursa gidiyor uzun zaman orada kalıyordum ya da akşam saatlerini yeğliyordum; gündüzler bana kalıyordu. Yoğun olarak bu işle uğraşmamın yanı sıra bir meşgalem daha vardı. O yıl 22 Temmuz’da erken genel seçimler oldu. Seçimler öncesi parti liderlerinin konuşmaları ya da aydınların, akademisyenlerin tartışma programları televizyonları işgal etmişti. Biz babamla soluksuz izliyorduk bunları. O yıl müthiş bir siyaset uzmanı kesilmiştim. Dikkatle dinliyordum insanları ve çıkarımlarda bulunuyordum.

Uzun yıllardan sonra toplumsal bir konuda bu derece meşgul olmak hoşuma gitmişti. Ayrıca zaman da çok etkin geçiyor, fazla sıkılmadan günlerimizi bitiriyorduk. Türkiye gibi orta gelişmiş bir Ortadoğu ülkesinde siyasetten habersiz yaşamak hem olanaksız bir durumdu hem de büyük eksiklikti. Bu tip ülkelerde insanlar refah toplumlarındaki gibi olamazdı, yaşam önceliklerinin ilk sıralarında siyaset, toplum ve kurumların etkileşimi mutlaka yer bulmalı, nedenler, sonuçlar çok dikkatli irdelenmeli ve gerçekler bilinmeliydi.

Yine Haziran başından beri çok sevdiğim bir genç arkadaşımın yönettiği web gazetesinde yazmaya başladım. Genelde deneme, azıcık da makale türündeki yazılarım, haftalık periyotlarla yayınlanıyordu. Her konuda söyleyecek onlarca lafı olan ben, ne yazmaktan bıkıyor ne de konu sıkıntısı çekiyordum. Bu işler öyle zamanımı alıyordu ki, vaktin nasıl geçtiğini hiç anlamıyordum. Yaza rağmen yapacak bir sürü iş bulmuştum, kursum dışında sokağa çıkmam da gerekmiyordu.

Haziran ayının 16’ıncı günü birlikte iş yaptığımız arkadaşımızın evine gittik. Önceki ay şirketi için danışmanlık yaptığımız bu arkadaşımız, beni, bölüm arkadaşımı ve eski müdürümü kısacası bizim ekibi bahçe içindeki güzel evine yemeğe çağırmıştı. Bu güzel havalarda bundan mükemmel bir fırsat olamazdı. Ben o gün arabayı aldım ve Levent tarafına geçtim, Levent metro durağında ise bizimkileri alacak ve yola devam edecektik böyle anlaşmıştık. Her şey yolunda gitti, eş zamanlı olarak anlaştığımız yerde birbirimizi bulabildik ve eğlenceli bir şekilde yola devam ettik. Yolumuz biraz uzun ve ilk kez gittiğimiz için de biraz karışıktı. Benim elimde tarif kağıdı, bir yandan okuyor bir yandan araba kullanıyordum. Ekip ise kağıtta yazan ipuçlarını çevrede arıyor bana onay veriyordu.

Ev ve mutfak işlerinde büyük beceriye sahip olan bu arkadaşımız büyük zahmete katlanmış bize muhteşem şeyler hazırlamıştı. Güne harika bir başlangıç yaptık. Önce her birimiz aldığımız hediyeleri kendisine verdik, hepimiz de mutfakla ilgili şeyler almıştık, eh bu usta aşçıya da alınacak başka ne olabilirdi ki? Ardından bahçeye geçtik, etrafı gezinip evleri tanımaya çalıştık. Çok güzel bir yerdi, bahçeli bitişik müstakil evler, evleri birbirinden ayıran bakımlı çitler, çimenler, ağaçlar, çiçekler ve temiz hava. İstanbul’un tüm pisliğinden sıyrılmıştık adeta. Ağzımıza layık yemekler yedik, son derece keyifli sohbetler ettik, bahçede oturduk, arkadaşımızın çocuklarıyla eğlendik. Bunlar; birlikte çalıştığımız yıllarda doğumlarına tanık olduğumuz dünya tatlısı oğlanlardı, o gün ise biri 10, diğeri 8 yaşında koca çocuklardı. Bakmayı çok sevdikleri kedi yavrularını getirdiler yanımıza ve kediler, otlar, kelebekler, temiz hava derken biz iyice kendimizi kaybettik. Bu güzel günün sonunda her şey için teşekkür ederek vedalaşıp oradan ayrıldık.

Benim kızgın Haziran güneşi nedeniyle kollarım kıpkırmızı yanmıştı, yüzüm de keza aynı durumdaydı, tam sersem olmuştum. Dönüşte de aynı yolu takip ettim ve Levent metro durağında bizimkileri bıraktım. Oradan Boğaz Köprüsü’ne devam ettim. Sıkışık trafiğe rağmen sıkılmadan köprüyü geçtim, evime döndüm. Ev satma işinden sonra yaşadığım huzurla artık yaşamdan ayrı bir tat ve zevk alıyordum. O gün bana çok eğlenceli gelmişti ve hiç sıkılmamıştım.

Temmuz ayı bütün vahşetiyle devam ediyordu ve evde sıcaktan fenalık geçiriyorduk. Alışılmadık bir çöl havasında bütün faaliyetlerimiz durmuştu. Çarşıya, pazara gitmek imkansızdı, doğru dürüst yemek yapamıyorduk, yapsak da yiyemiyorduk. İştahımız azalmış, sürekli karpuz tüketip akşamları da sokağımızın başındaki eski usul dondurma üreticisi olan Hadi Usta’dan top top dondurmayı eve taşıyor ve onunla serinlemeye çalışıyorduk.

Ben yıllarca işyerlerimde klima yüzünden bütün eklemlerimi hasta ettiğim için görüntüsüne dahi tahammülüm olmadığından eve klima takılmasına izin vermiyordum. Bu ailemizde ciddi bir tartışma maddesiydi ama inatla direniyordum ve eve klima denen cihazı sokmuyordum. O sıcağa razıydım ama yapay soğuğun canıma okumasına asla razı olamazdım. Bir vantilatör evde hepimize yetişmeye çalışıyordu. Bilgisayarımı yemek masasının üstüne yerleştirip, vantilatörü de son raddede açıyordum. Yarattığı serinlikte bir yandan derslerime bakıyor, bir yandan internet üzerinden egzersiz yapıyor ya da radyo dinliyordum. Tabiki yabancı dilde yayınlardı bunlar, genelde okuma türü dinletilere takılıyordum, defalarca dinliyor ve tamamıyla anladığıma emin olunca diğerine geçiyordum. Bu haftalarda kursa arabayla gittiğim çok oldu. Sıcakta ne yürümeyi göze alabilirdim ne de otobüs ve minibüslerde baygınlık geçirebilirdim. Hem kursun sokağındaki park memuru bana iki saatlik ödeme bedeli kesiyordu, sıklıkla gittiğim için bu jesti yapmıştı, oysa iki saatten çok daha uzun süre kalıyordum orada.

Çıkışımı akşam saatlerinde olacak şekilde ayarladığımda çok rahat ediyordum ama bu da her istediğimde olan bir şey değildi. Özellikle konuşma pratikleri için bu ayarlamayı seçiyordum zira grupta çok iyi öğrenciler vardı ve onların sınıfında olmak benim için daha yararlıydı. Bazen ara veriyor kurs binasının iki yanındaki Kahve Dünyasına gidiyordum. Güzel bir kahve içip biraz etrafı seyrettikten sonra geri dönüyor dersime devam ediyordum. Bu ara keyifler beni inanılmaz rahatlatıyordu. O yaz, Kahve Dünyası’nın masalarındaki sebil çikolatalar bile sıcağa dayanamamıştı, hepsi tabaklarında eriyorlardı. Bir süre sonra, havalar serinleyinceye kadar o servisi kaldırdılar.

Günlerim yaza sabretmekle, yaklaşan Ağustos’un gelmesiyle serinleyeceğini umduğum havaları düşlemekle geçiyordu. Kuzenimle bu dönem msn.de sayfalar dolusu yazışırken benim Antalya’ya gideceğim günü kararlaştırmaya çabalıyorduk. Açıkçası kursa ara vermeyi hiç istemiyordum, hızımı almış büyük bir ilerleme kaydetmiştim. Bu şekilde toplam dört ay geçmeden araya tatil sokmayı düşünmüyordum. Öte yandan ise İstanbul’un 10cm dışına çıkmayalı tam 9 ay olmuştu. Burnumda tütüyordu seyahat, herhangi bir yerde, bir köy evinde 3 gün geçirmeye bile razıydım.Yine de Eylül’den önce yerimden kımıldamamalı, şehrin sağladığı olanaklar ölçüsünde kendimi gezdirmeliydim.

Allahtan fırsatlar oluyordu. Kuzenim zaten ay sonuna doğru İstanbul’da olacaktı ve 27 Temmuz, ortak bir arkadaşımızın doğum günüydü. Ben bu tarihe kilitlendim. Şu geçmişte sözünü ettiğim aylık piyango günlerimden birini daha bu tarihte yaşayacaktım. Uzun zamandır gece dışarı çıkmamış, çılgın bir eğlenceden nasiplenmemiştim. İnsan ne kadar değişse de geçmişinden tam olarak sıyrılamıyor. Canım çekiyordu bazen eski günleri. Bunu kendimden saklamamalıydım.
Neyse ki bir aksilik olmadı kuzenim o hafta buraya geldi. Antalya’nın nem ve sıcağında rahatsızlanınca canını buraya kaçarak kurtardı bir anlamda. Alışık olmayan bünyeler için Temmuz’da Antalya’da olmak çok güç bir işti. O da gelince hemen organizasyonu yaptık ve 27 Temmuz Cuma gecesi için True Blue’da rezervasyonumuzu yaptırdık. O zamanlar henüz yeniydi ve hem yemekleri çok iyi hem de programları cazipti. O gece de Ayhan Sicimoğlu ve orkestrası program yapacaktı. Biz yemekten sonra gecenin ilerleyen saatlerinde müzikten nasibimizi alabilecektik.

Hediye işini kuzenim halletti. Ortak karar verdiğimiz bir hediyeyi gidip satın aldı, çünkü bir ayağı Nişantaşı’ndaydı ve bu işi en güzel o halledebilirdi.

27 Temmuz akşamı için özel olarak hazırlandım. Saçlarım iyice uzamıştı ve hileli boya işlemi ile beyazları gizlenebiliyordu. Jöleleyip kıvırcık bir şekil verdiğim zaman da ne renk farkları ne de beyaz hatlar kalmıyor, tamamen ortadan kalkıyordu. Gece saatlerinde ortamın loşluğunda görünen ise sadece uzun ve kıvır kıvır gölgelerdi. O yaz moda olan kapri yani dizaltı pantolonlardan benim de bir tane vardı. Siyah kaprimin üstüne esnek kumaştan dikilmiş dar bir bluz giydim. Kolları ve yakası volanlar içinde olan bu gri, siyah ve beyaz desenli bluz o akşamın Latin ortamına gayet uygundu. Ayağımda parmak arası ince bantlı, tamamen topuksuz, pırıltılı sandaletlerim vardı. Hasbelkader bir şeyler uydurabilmiştim. Kolyeler, küpeler derken süslü bir koket oldum sonunda ya da kendime göre öyleydim.

Kuzenimle evlerimizin arası yürüyerek 10 dakika mesafede olduğundan birlikte taksiyle gitmeye karar vermiştik. Ben taksiyi çağırdım, saat 20.00 gibi O’nu da aldım ve doğru Fenerbahçe True Blue’ya gittik. Biz oraya vardığımızda doğum günü olan arkadaşımız, kız kardeşiyle birlikte mekana gelmek üzereydi.  Biraz bekledik, onlar da gelince mekana birlikte girdik.

Güzel dört kişilik bir masa ayrılmıştı bize ve hemen yerleştik. Menüler geldi, biz de yemekleri seçmeye koyulduk. Açıkçası açlıktan ölüyordum, buraya geleceğim için o gün doğru dürüst yemek yememiştim. Tok karnına sokağa çıkma prensibim o gece için yürürlükten kalkmıştı, o akşam en güzelinden afiyetle yemek yiyecektim. Ben her türlü çeşidi içinde barındıran, alabildiğine soslu, garnitürlü güzel bir et yemeği seçtim. Kızlar da başka başka şeylere karar verdiler. Bunları hallettikten sonra da bir şişe kalitelisinden şarap sipariş ettik. Şarap ve atıştırmalık servisinden yarım saat sonra yemeklerimiz de geldi. O arada hediyelerimizi takdim edip kutlaştık ve yemeğe koyulduk. Gece uzundu. Ağır ağır yiyor ve içiyorduk. Hatta arkadaşımız, yakın bir tanıdığına rastladı ve o da masamıza oturdu. Genelde Cuma veya Cumartesi akşamları dışarı çıkıp da bir tanıdığa rastlamamak mümkün olmazdı. Bu şekilde sohbet, yemek, içki derken müzik zamanı da geldi. Yemeklerimizi bitirip bar tarafına geçmeye karar verdik ama o sırada etraf öyle kalabalıklaşmıştı ki vazgeçtik. Yemekler bitti biz içkilerimize masamızda devam ettik. Bu sırada müzik hızını iyice almış, herkes dans etmeye başlamıştı.

Gece mükemmel geçiyordu. Hava mis gibiydi, yazın dışarıda olmanın tüm güzelliğini yaşıyorduk. Bar tarafına geçtik, orada birer içki daha söyledik. İçmesek de elimizde bardaklarımız vardı ve kendimize barda bir mekan açmayı başarmıştık. Bu durumda insanları daha yakından görebiliyor, müzik ortamının tam içinde yer alabiliyorduk. Gece yarısından sonra ortam daha da hareketlendi. Kuzenim, Ben ve mutlu doğum günü kızları keyifli bir şekilde orada bir saat daha kaldık.

Ben hem yorulmuştum hem de uykum gelmişti ama belli etmedim ve kendimi zorladım. Müzik grubu programını bitirince banttan yayınlanan gürültülü müziğe kalmayıp eve dönmeye karar verdik. Açıkçası her şey zevkle ve keyifle yapılmıştı, uzatmanın alemi yoktu.

Son kez öpüşüp koklaştıktan sonra vedalaştık. Kuzenimle beraber yine taksiye bindik ve evlerimize döndük. Saat sabaha karşı 03.00’ı gösteriyordu. Çok uzun zamandır bu saate kadar dışarıda kalmamıştım. Gerçi mevsim yazdı ve o saatte bütün şehir sokaklardaydı ama ben huzursuz olmuştum. Sanırım mazbut ev hayatı, hep belirli saatlerde uykuya dalmak, akşam geç saatlerde yemek yemeye son vermek beni belli alışkanlıklara mahkum etmişti. Biraz sapınca olumsuz etkileniyordum, uyku gözümden akıyordu ama bir türlü dalamıyordum. Midem tıka basa dolu olduğundan rahatsızdım, kafamın içinde ise hala binbir çeşit müzik uğulduyordu. Her şeye rağmen yine de keyifliydim ve arada sırada bu tür programlara katılmam gerektiğini düşündüm. Yazı bir şekilde bitirecektim ve hafta başı Ağustos geliyordu.

Yazın sonuna yaklaştıkça ben neşeleniyordum ama beklenen olmadı. 2007 yılı kurak ve yüksek sıcaklıkta geçen günlerine rekorlar kırarak devam ediyordu. İstesem de bir tatil etkinliğine katılamayacaktım çünkü artık sıcaktan nefes alamaz hale gelmiştim. Benim gibi, İstanbul halkı da güç durumdaydı. Bu badireyi kursa daha fazla asılarak atlatmayı seçtim. Neredeyse her gün kursuma gidiyor, oradaki her türlü etkinliğe katılıyordum. Akla gelecek her konuda arkadaşlarla tartışmalar yapıyorduk, yeter ki bol bol konuşalım ve daha fazla doğru şeyi öğrenelim diye çaba harcıyorduk. Eğitmenlerimize de iyice alışmıştık ve onlar inatla tek kelime Türkçe konuşmuyorlardı ve anlamayan sağır adam rolünü oynuyorlardı. Hala bu durum için onlara içimden teşekkür ediyorum. Bana ikinci dilimi sevdirmişlerdi.

Evde de bilgisayar başından ayrılmıyordum. Yılmamıştım, ilanlara bakıyordum. O sıralar kariyer sitelerinde bir detay dikkatimi çekti; ciddi bir tekrar ediş söz konusuydu. Bazı işler vardı ki, düzenli olarak hep etkin hale geliyorlardı. Bu pozisyonlar nedense bir türlü dolmuyordu, hep aynı elemanlar üç ayda bir niye aranıyordu? Bunu çözemiyordum, çözemediğim için de ciddiye almıyordum. Galiba kariyer siteleri ile iş aramak aptallıktı. Aptal yerine konduğumuzu düşünmeye başladım. Bu sitelere bakmaya uzun bir süre ara verdim. Üzülmüş, hayal kırıklığına uğramıştım çünkü. Beni bu kararımdan caydıracak pişman edecek bir deneyim ise hiç yaşamadım.

Kuzenim Antalya’ya geri dönmüştü ve beni bekliyordu, bense Eylül’den önce bunu hiç düşünmüyordum, resmen sıcaktan kaçar hale gelmiştim, nemli ve 48 dereceye maruz kalmam imkansızdı. Biz yine msn.den yazışmaya devam edecektik.

Dil kursuma artık akşam üzerleri gitmeye başlamıştım. Günler biraz kısalmış olduğundan sıcak havadan bu şekilde kurtulmayı seçmiştim. Saat 17.00 gibi evden çıkıyor ve otobüse biniyor, 15 dakika sonra Kadıköy Meydanında oluyordum. O sıralar tam çarşı girişinde Simit Sarayı açılmıştı. Bu ayaküstü simit-çay modeli tarihe geçecek bir buluştu ve çok tutmuştu. Tam Osmanlı usulü, harika simitler yapılıyordu, çayları da bir o kadar mükemmeldi. Burası benim durağımdı. Otobüs duraklarının oradan karşıya geçer geçmez Simit Sarayına varıyordum, hemen elime bir tepsi alıyor gözümle seçtiğim taze simitlerden birini servis ettiriyor ve ardından çay kuyruğuna giriyordum. Koca su bardağı duble çayımı da aldıktan sonra kendimi en serin masalardan birine atıveriyordum. Bu süreç, yarım saatlik cehennem sıcağındaki yolculukla, kursa gideceğim ikinci etap sıcak dolmuş seyahatim arasında soluklanmak için tarafımdan icat edilmişti. Böylece hem karnımı doyuruyor, hem serinliyor hem de kurs için kafamı toplayabiliyordum. Ayrıca simit benim hayatta en sevdiğim yiyeceklerden biriydi ve yazın bu cehennem günlerinde akşam yemek faslını da erkenden kapatıyordum. Bu simit partileri benim bir klasiğim olmuştu. Bu ayı böyle geçirecek selametle sonbaharın ilk günlerine kapağı atacaktım.

 Bu yıl yaz beni son derece bezgin ve sinirli yapmıştı. Kendime dil kursu gibi bir meşguliyet yarattığım için her gün şükrediyordum, aksi halde zamanı geçiremez delirirdim. Yapacak yığınla iş vardı ama bunlar için parmağımı kımıldatacak enerjim asla olamayacaktı. Çöl havası şehirdeki bitkileri kuruttuğu gibi insanları da soldurmuş, hareketsiz bırakmıştı.

Sıcaklardan feleğimizi şaşırdığımız bugünlerde, bölüm elemanlarımızdan biri evlendi. Halen eski işyerimde çalışmaya devam eden ve işe girişinde özellikle benim ısrarım olan bu genç kardeşimin mutlu gününe katılmayı borç bildim. Allahtan nikah Üsküdar’da oldu ve ben evime çok yakın olan nikah dairesine fazla zedelenmeden gitmeyi başardım. İşimden  ayrılalı geçen süre bir yıla yaklaşıyordu ve bu arkadaşları ne zaman görsem çok mutlu oluyordum. Eski bölümümün neredeyse tamamı o gün nikaha gelmişti ve ben de hepsini bu vesile görebilmiştim. Hayatımda ilk defa çok fazla özenmeden bir nikaha gittim, bu sıcakta yapabilecek fazla şey yoktu, üstümde penye bluz altımda keten bir etek, ayağıma da şıpıdık pabuçlarla gidebildim nikaha. Tek derdim çok sevdiğim bu genç kardeşimin yanında olmaktı. Oldum da.

Ders, kurs, internet, çay, simit noktaları arasındaki gel gitlerle Ağustos’un sonunu bulmuştuk. Bu arada annemin bütün ısrarlarına rağmen ben tek gün bile havuza gitmemiştim, suya sabuna dokunmadan kabusu atlatmıştım. Eylül kapıya dayandı ve umut dolu günler tekrar başladı.

Öncelikle kursta, derslerimi ve kur atlama dönemlerini çok iyi ayarlamalıydım, araya bir  mola zamanı sokacak ve havalar soğumadan tatil programı ayarlayacaktım. Bu iş için para ayırmıştım. Yaklaşık 750YTL gibi bir bütçem vardı. Bu parayla otobüs yolculuğunu da seçersem orta halli bir pansiyonda kalmak suretiyle rahatlıkla bir hafta geçirebilirdim. Yine kuzenimin yanına gidebilirdim ki bu çok daha ekonomik olurdu benim için. Yer çoktu, para da vardı ama bu sefer de zaman yoktu. Nasıl yapsam da ayın ikinci veya üçüncü haftası, çok geç kalmadan, yazı kaçırmadan bu işi ayarlasaydım. Oldukça karmaşık bir durumdu. Kurs için 6 ay satın almıştım ve yenilemeyi düşünmüyordum, hiç zaman ziyan etmeden en üst düzey kur seviyesine gelmek istiyordum. Devam ettirdiğim takdirde buraya ilaveten verecek tek kuruşum yoktu. Zamanı etkin kullanmak adına belki de deniz derdinden vazgeçmeli, Ekim başı tatile gitmeliydim. Düşünülmeyecek bir seçenek değildi, henüz kudurmaya başlamamıştım. Deniz ayrıca benim vazgeçilmezim de değildi sadece manzaram olduğunda bayıldığım, kenarında veya üzerinde olmaktan zevk aldığım bir doğa ortamıydı. Kokusunu, rengini bir de balıklarını severdim denizin. Yüzmek kırk yıl aklıma gelmeyen, fazla da hoşlanmadığım bir faaliyetti. Kendimi ikna turlarım ve gerçekçi yaklaşımlarım beni tatil için Ekim ayına yönlendiriyordu. İstanbul dışına kaçmayı bir ay daha erteledim.

Eylül’ün ilk Cumartesi sabahı erkenden uyandım, gazeteleri kapıdan aldım. Genelde aldığım gibi sehpanın üzerine bırakır ve mutfağa geçerdim. O gün nedense şeytan dürttü, henüz çok erkendi ve zaman geçsin diye göz gezdirmeye koyuldum. Üçüncü sayfada kocaman bir tam sayfa ilan gözüme çarptı. Elektronik eşya, bilgisayar satan büyük firmalardan birinin ilanıydı bu. Bir yazıcı alana yanında dijital fotoğraf makinesi %50 indirimle veriliyordu. Yazıcıya çok ihtiyacım vardı, ne yapıp edip bir tane mutlaka almalıydım, bu ilandaki de gayet makul bir fiyattaydı, ayrıca yanında alabileceğim %50 indirmli fotoğraf makinesi de benim işimi fazlasıyla görürdü, çok gelişmiş bir şey aramıyordum. Üstelik indirimle fiyatı 110YTL oluyordu ve bu gerçekten çok uygun bir fiyattı. Satışlar stoklarla sınırlı olduğundan hemen oraya gitmeli, fırsatı kaçırmamalıydım. Firmanın en büyük mağazalarından biri Altunizade’deydi. Ben apar topar kahvaltı hazırladım, iki lokma bir şeyler atıştırdım ve evden fırladım.

Yolu yürüyerek kat ettim. Ortada büyük bir tehlike vardı, stoklar tükenebilirdi ama ben buna rağmen inatla yürümekten vazgeçmiyordum. Hava o kadar güzeldi ki yürümemek aptallık olurdu. Yarım saat içinde mağazaya vardım. Kapıdan girdiğimde, gazetedeki cihazların koli koli yığıldığını ve bir tepe oluşturduğunu gördüm. Çok şükür yeterince stok vardı. Hemen bir yazıcı ve ilavesi dijital fotoğraf makinesini kaptım, kasaya yönlendim. Garanti belgelerini imzalattırdım, ödememi yaptım, elimde koca bir torba ile dışarı çıktım. Bu arada kampanya 8 taksit imkanı sağlıyordu, neredeyse 1 yıldır bu anı bekliyordum. Beni kesinlikle yormayacak, zora sokmayacak koşullarla bir yazıcı ve en önemlisi fotoğraf makinesi sahibi olmuştum. Hemen eve dönmeli ve kurulumları yapmalıydım. Özellikle fotoğraf makinesi beni çok heyecanlandırmıştı. İlk işim makinemi yanıma alarak Kadıköy’e gitmek, vapura binmek ve resimler çekmek olacaktı.

Eve geldim. Önce yazıcıyı kutusundan çıkarttım, bilgisayarıma bağladım, kurulumlarını yaptım ve ilk çıktılarımı aldım. İyice kontrol ettim, hiçbir sorun yoktu, cihaz tamamdı. Şimdi sıra fotoğraf makinesine gelmişti. İlave belleği yerleştirdim, makineyi açtım, ayarlarını yaptım. Arada kılavuza da bakıyordum ama zaten çok basit şeylerdi, kullanımında bir zorluk olacağını sanmıyordum, deneme çekimlerine hemen başlamalı, tüm sırlarını çözmeliydim. Kılıfına geçirdim ve çantama koydum. Yemeğimi yedikten sonra hemen dışarı çıkacaktım.

Aceleyle öğlen yemeğimi yedim, kotumu giyip fırladım. Bizim sokaktan caddeye gidene kadar çiçek, ot, yaprak ve taş ne gördüysem resmini çektim. Sonra hemen eve döndüm ve fotoğrafları bilgisayarıma yükledim. Tabii bu iş için ek programlar yüklemem gerektiği ortaya çıktı, makine ile birlikte verilen CD’yi taktım ve hemen yüklemeleri tamamladım. Sonunda çektiğim fotoğraflar ekranımda göründü. Sonuç harikaydı. Tam istediğim gibi fotoğraflar çekmiştim, alet çok pratikti, artık makinemi çantamdan eksik etmeyecektim. Neredeyse maliyetsiz bir düzeneğe sahip olmuştum.

Bilgisayarı kapattım ve bu kez akşama kadar dönmemek üzere evden çıktım. Önce Kadıköy’e indim, çarşı içinde onlarca fotoğraf çektim, sonra vapura bindim. Hava parçalı bulutlu ama güneş yoğunluklu olduğundan, rüzgar da poyrazdan estiğinden görüş alanı son derece temiz, berrak,  renkler ise pırıl pırıldı. Haydarpaşa Garı, deniz, martılar, simitçiler, yolcular, bulutlar, deniz ve içtiğim çayın fotoğraflarını usanmadan çektim. Vapurdan indim, artık Eminönü civarlarındaydım. Mısır Çarşısı, Yeni Camii, yollar, Galata Köprüsü, tramvay, Sarayburnu görüntüleri hepsi resimlendi ve kayıtlara geçti. İşte tam bu anda pilim bitti. Demek iki kalem pil ile yaklaşık 70 adet fotoğraf çekilebiliyormuş bunu anladım. Aslında hemen şarj edilebilir pillerden almalıydım ama idare edecektim. İlk gördüğüm yerde pillerimi yeniledim ve bu kez Üsküdar vapuruna binerek Üsküdar’a geçtim. Benzer şekilde dönüşte de bir dolu resim çektikten sonra eve ulaştım. Annemi, babamı, kardeşimi bezdirene kadar çektim. Sonunda insafa geldim ve fotoğraf çekmeyi durdurdum. Bilgisayarımı açtım ve tüm çektiklerimi bilgisayarıma yükledim. Yeni oyuncağıma bayılmıştım. Ben bu aletle en az iki ayımı doldururdum.

Keşke daha önce sahip olsaydım diye hayıflandım. Onca gittiğim geziler, yurtdışında ziyaret ettiğim yerler hep resimsiz kalmıştı. Topu topu 50 ya da 100 fotoğrafı olabilmişti, oysa şimdi öyle mi olacaktı. En az 400 resimle dönecektim 2-3 günlük seyahatlerden. Öykülerimi yazmak için sürekli not almak yerine fotoğraflar çekecek ve bunların rehberliğinde en güzel yazılarımı yazabilecektim. Niye ben hayatta her şeye çok geç sahip oluyordum ve niye hep geriden geliyordum. Şu basit olay bile beni ciddi ciddi düşündürmeye yetmişti. İleriden gitmek için ne yapmam gerektiğini ise bir türlü çözememiştim. Oysa küçükken böyle değildim. İki tekerlekli bisiklete binmeyi 4 yaşımda, araba kullanmayı 16 yaşımda öğrenmiştim. Üniversiteye başladığımda 17 yaşımdaydım ve bir evde tek başına kalabilmiştim. Tek başına yaşayabilmiş, bütün işlerimi kendim görebilmiştim. Şimdi niye böyle yavaşlamıştım? Hep o yalıtılmış iş hayatı yüzünden olmuştu bunlar. Bir yerde çok uzun kalmamak gerekiyordu. Ne yazık ki bu hatayı yapmıştım. Telafi edecek zamanım var mıydı acaba?

Yaz ayları araya mesafe sokmuş bizim geleneksel buluşmalarımızın hızını kesmişti. Daha fazla beklemedim ve hemen bir e-mail hazırladım.  Havalar sonbahar rengindeyken acilen buluşmalıydık çünkü. İletiyi alan herkes hemen yanıt verdi, belli ki özlemimiz son raddedeydi. İçimizden birinin önerisi Baltalimanı İSKİ tesisleriydi. Daha önce buraya gitmiş ve çok beğenmişlerdi. Devlet teşebbüsü olduğu için de kar amacı gütmeyen makul bir yerdi. Hizmet verilen binalar birer tarihi eser, bahçeler bakımlı, konum ise harikaydı. Resimlerini de bizimle paylaşınca hepimiz bayıldık ve burada buluşmaya karar verdik. Ancak yeri doğru dürüst bilmiyorduk, herhangi bir karışıklığa sebep vermemek için tüm kadro Beşiktaş’ta İskele civarında buluşmayı kararlaştırdık.

Beşiktaş’ta buluşup sarılıp öpüştükten sonra boğaz hattında seyreden otobüslerden birine atlayıverdik. Kalabalıkta sıkış sıkış giderken hem için için kızıyor hem de birbirimize bakıp gülüyorduk. O an tüm yolculara dikkat diye bağırmak geçti içimden.

Ey ahali bakın! İyi bakın! Bu dört insan daha düne kadar bir işletmede önemli bir bölümün bel kemiği idi, her biri bu kemiği oluşturan en değerli omurları iken şimdi otobüs tutmaçlarına asılmış düşmemek için cambazlık öğreniyor. Yaşam, sürekli insanları eğiten ve hiç bitmeyen en zorlu okul. Bunu aklınızdan çıkartmayın! diye çığlık çığlığa bağırmak!

İçimden o insanlara bunu söylemeyi o kadar istedim ki, aklımdan geçerken hem kaşlarım çatılıyor hem de dudaklarım kahkahalar düzeninde kıvrılıyordu. Yüzümü görenler acaba aklımı kaybettiğimi düşünmüş olabilirler miydi? Umurunda bile değildi, ben yaşamın her anını eğlence haline getirmeyi ilke edinmiş bir palyaçoydum artık.

Bu binbir duygu içinde Baltalimanı’na gelebildik. Otobüsten indik ve yeri bilen arkadaşımızın peşine takıldık. O sırada bölüm arkadaşım bugün bir sürpriz konuğumuz olduğunu, ayarlayabilirse bize katılacağını söylemişti. Hepimiz çok sevindik, bu konuğumuz aynı gün aynı saatte işten çıkışı bildirilen, ilk an dostumuzdu. Hem eğer gelirse aramızdaki tek erkek olacaktı ve güne renk katacaktı. Biz daracık dolambaçlı yollardan oflaya puflaya İSKİ tesislerine varmayı başardık. Büyük kapıdan içeri girdik ki ben büyülendim. Boğaz hattı gerçekten cennetti ve elde tek tük kalmış bu tarihi yapıların bir gün başkalarının eline geçerek heba olmaması gerektiğini bir kere daha düşündüm.

Yenilenmiş ve beyaza boyanmış ahşap konaklar, usta bir el tarafından düzenlenmiş bakımlı bahçe, rengarenk çiçekler, cilalanmış parke taşlar, şimşirlerin sınırladığı bahçe tretuarları, ayıklanmış ve sağlıklı bir görünüme kavuşmuş ulu ağaçlar, masmavi İstanbul Boğazı ile filmlerde gördüğümüz masal alemi gibi bir yere gelmiştik. Hepimiz mekana bayılmıştık ancak ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Pazartesi olsa kapalı olabilirdi ama günlerden de Cuma idi. Ortamdaki bu sessizlik niyeydi diye düşünürken Ramazan’da olduğumuz aklımıza geldi. Ne de olsa devlet teşekkülündeydik ve tüm yaşam Ramazan’a göre yeniden düzenlemiş, ayar çekilmişti. Biz de biraz bahçede dolanıp fotoğraflar çektikten sonra mekandan ayrıldık ve Ortaköy’e gitmeye karar verdik.

Girdiğimiz kapıdan çıktık, boğaz yoluna inmek için yokuştan aşağıya yürümeye başladık. Niyetimiz boğaza iner inmez bir taksiye binmekti. Dört kişiydik ve bu bize asla yük olmazdı. Bir yandan gülüyor bir yandan da yaşadıklarımızı eleştiriyorduk ki arkamızda bir araba durdu. Dönüp baktığımızda gözlerimize inanamadık. Konuğumuz olan arkadaşımız bize büyük bir sürpriz yapmış, bizi orada yakalamıştı. Zaten hayal kırıklığı ve beraberinde yorgunluk yaşarken arabayı ve arkadaşımızı görmek son derece mutlu edici bir olaydı. Bağıra çağıra arabaya koştuk, bir güzel yerleştik. Doğruca Ortaköy’e gittik.

Ortaköy’de bu kez hedefimiz kumpircilerdi. Çay kazığı asla yemeyecektik. Ayrıca öğrencilik yıllarımıza dönmeye, en az 25 yıl geriye gidip de nostalji yaşamaya ihtiyacımız vardı. Bir de Haluk Levent elinde gitarı ile kaldırımlarda müzik yapsaydı o gün bize; sanki yıllar öncesinden çıkıp gelmiş gibi ne güzel olurdu ama bu olanak yoktu.

Tam köşedeki kumpirciye girdik. Tüm yarı açık alanda Anadolu’ya özgü yörük desenli pamuklu örtülerin olduğu uzun dikdörtgen masalar ve bunların tahta, sedir tipi oturma blokları vardı. Dekorasyon değişikti. Kendimize güzel bir masa seçtik ve yerleştik. Herkes en sevdiği malzemelere göre kumpirlerini söyledi, yanında da kimimiz kola, kimimiz bira sipariş etti. Açık havada, bir yandan yedik, bir yandan içtik, öte yandan da sanki yıllardır görüşmüyormuş gibi sohbet ettik.

O zamanlar bilgiler çok tazeydi, henüz zihinlerde detaylar, isimler ve olaylar unutulmamıştı. Hem geride bıraktıklarımız hala çalışmaya devam ediyordu. Bu durumda bol bol dedikodu da yapıyorduk, aldığımız tüm havadisleri naklediyorduk. Zamanla konularımız çok farklılaştı, unutulup gidenler oldu ama henüz ilk yılın içinde olduğumuz o günlerde, konuşacaklarımız tamamen eski iş yerimizle ilgili oluyor ve bitmek bilmiyordu, aksi olarak da birlikteyken gün çabucak tükeniyordu. Ayrılma zamanı gelip vedalaştıktan sonra evimizin yolunu tutmuştuk bir kez daha. Bu bir yıl içinde görüşme geleneğimizi asla ihmal etmeden sürdürebilmiştik. Kendimizi takdir etmiştim o gün dönerken.

Eylül’ü tüm hızıyla geçiriyordum, kurs ise tam istediğim şekilde ilerliyordu. Sanırım Aralık sonuna yani satın aldığım “altı aylık dönem” bitene kadar istediğim kura varacaktım. Hesaplarıma göre rahat rahat hedefi tutturuyordum. Artık nereye gitsem mutlaka yabancılara dikkat ediyor, bir şey arıyorlarsa ya da soruyorlarsa hemen atılıyor, onlarla konuşuyor, anlatıyor, tüm sorularına bildiğimce yanıt vermeye çalışıyordum. Bazen daha da ileri gidiyor, öneriler de veriyordum. Özellikle orta yaş grubu çok fazla soru soruyorlardı ve ben de büyük bir zevkle ülkemi ve yaşadığım şehrin özelliklerini usanmadan açıklıyordum. İçlerinde Kadıköy Çarşı’ya yönlendirdiğim bir hayli grup da oldu, mahallenin delisi gibiydim ama halimden memnundum. Pratik için bana çok faydalıydı bu hareketler.

Elektronik postalarımı Gmail’den takip etmeyi tercih etmiştim. Başlarda kullanım sıkıntısı çeksem de sonradan çok pratik bulmuş ve değiştirmeyi düşünmemiştim, hatta outlook kullanmaya bile geçmedim, gayet güzel idare ediyordum. Bu iletişim ortam iyice yerleşince tüm üyeliklerimi de Gmail adresime yönlendirmiştim. Bunlardan biri de benim çok sevdiğim Cam Ocağı Vakfı’na olan e-mail üyeliğimdi.

O Cuma e-maillerime bakarken Cam Ocağının bültenini gördüm. Aylık bültenleri düzenli olarak geliyordu. 16 Eylül Pazar günü günübirlik vakıf gezisi vardı. Ben bu günübirlik geziye daha önce de gitmiş ve çok memnun kalmıştım. Vakfın yeri Beykoz’un Öğümce Köyü’nde idi ve sabah erkenden servis ile buraya gidiliyor, tüm gün boyunca cam sanatı üzerine türlü gösteriler izleniyor, atölye çalışmaları yapılıyor ve o günkü acemi ziyaretçiler için bazı basit denemeler yapılıyordu. İsteyen misafirler boncuk, füzyon tekniği ile cam tablolar ya da üfleme tekniği ile basit vazo veya kaseler yapabiliyorlardı. Yine Vakfın uçsuz bucaksız yeşillikler içindeki bahçesinde gezinmek, içinden geçen derenin üzerine kurulmuş teras kısımlarında oturmak, çay, kahve içmek mümkündü.

Vakfın teşhir ve satış bölümü de harikaydı. Burada çok uygun fiyatlarla son derece sevimli ve şık hediyeler satın alınabiliyordu. Kısacası Cam Ocağı Vakfı’nda bir gün, inanılmaz keyifli, doyurucu ve zevkli geçirilebiliyordu. Bunu daha önce yaşadığım için hemen gitmeye karar verdim. O gün ayın 14’ü Cuma idi, çabucak telefon ettim, yer olduğunu öğrenir öğrenmez de paramı EFT ile gönderdim.

Pazar günü sabah 7.00 da evden çıktım, yürüyerek Kadıköy Evlendirme Dairesi otoparkına ulaştım. Bizi götürecek servis oradaydı. Yine geziye katılacak konuklar henüz dışarıdaydılar ve kalkış saatini bekliyorlardı. Hava güzel olduğundan hiç kimse hemen otobüse binmemişti. Saat 8.00’da otobüsümüz kalktı.

Yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuk sonrasında köye vardık. Önce küçük bir salonda toplandık, çay ve kahveler ikram edildi, ardından grup ikiye bölündü. Benim olduğum bölüm cam boncuk yapımını görmek üzere başka bölüme geçti. Bu bölümde bize rehberlik eden sanatçı, boncuk dışında, saydam renksiz camdan melek ve semazenler de yapıyordu. Gösteri nitelikli olarak önce bir semazen  yaptı, on, onbeş dakikada harika bir eser yarattı. Sonra boncuk yapımı faslına geçti. Adam bunu dünyanın en basit işi gibi yapıyordu ve büyüleyici bir yaratıcılığa sahipti. Tabi az sonra biz misafirler de deneyecektik boncuk yapımını. O nedenle tam üç ayrı boncuğu, son derece yavaş ve her aşamasını dikkatle bize anlatarak yaptı.

Sıra bize geldi. Ben zaten daha önceki gezim sırasında birazcık öğrenmiştim ama ikinciyi yapmak kısmet olmamıştı, oysa aklımda daha iyi bir boncuk yapmak fikri hep vardı. Hemen malzemelere sarıldım, tercihim olan renkleri seçtim. Bu sefer son derece düzgün, renk uyumu mükemmel, eskiye göre çok daha hatasız ve düzgün bir boncuk yapmayı becerdim. Boncuğumu kuma gömdüm, yirmi dakika sonra soğuduğunda alabilecektim. Beklerken ustamız bir tane de melek yapıverdi. Bu atölye zevkle sona erdi ve boncuklarımızı alarak o seanstan ayrıldık. Bundan sonra cam üfleme tarafına geçecektik. Ancak bu aşamadan önce yemek salonuna giderek kısa zamanda, ayaküstü yiyebileceğimiz şekilde hazırlanmış yemek paketlerini aldık. Dışarıdaki havuzun kenarına dizilmiş masalara oturarak aceleyle yemeklerimizi yedik ve birer kahve içtikten sonra tekrar gruplandık, bir sonraki atölyeye gittik.

Cam üfleme tarafında, Beykoz Cam fabrikasının eski ustaları görev yapıyorlardı. Birçok belgesele konu ve konuk olan bu ustalar, bize büyülendiğimiz bir gösteri sundular. Çeşmibülbül tarzı vazo, kase ve tabaklar yaptılar. Çok zahmetli ve emek isteyen bir işti cam üfleme. Hayran hayran izledik ve bol bol fotoğraf çektik.

Son durağımız füzyon tekniği ile cam eşya yapımı idi. Burada da renkli cam parçaları ile soyut veya gerçekçi desenler hazırlanıyor, farklı camlar kat kat bir araya getiriliyor en sonunda fırınlanıp bu katların birbirine kaynaşması sağlanıyor ve enfes objeler meydana getiriliyordu. Yine misafirler de bu çalışmayı yapabiliyorlardı, hemen rehberimizin eşliğinde masalara yerleştik. Ben ilk seferinden bildiğim üzere zaman kaybetmeden desenimi oluşturdum. Yaptığım parçayı satın alacağımı bildirip, parasını ödedim. Cam tablomuz iki hafta içinde elimizde olacaktı. Bundan önceki ziyaretimde bir tabak yapmıştım, bu kez de bir duvar panosu sahibi olacaktım.

Tabii bu serüven her anıyla fotoğraflandı. Eskisi gibi değildim, elimde yüzlerce resim çekebileceğim bir makine vardı. Gezimin her anını kayda geçirdim. Ayrıca doğal güzellikleri de bol bol resmettim. O gün pek mutlu oldum. Beni dünyada en çok cezbeden şeylerden biri olan camların ülkesinde keyifli bir gün geçirdim. Gezi kusursuzdu ve tatminkardı. İş, bu günü bir gezi yazısına dökmeye kalmıştı, o hafta içinde bunu da hallettim ve yazımı web gazeteme yayımlamak üzere gönderdim. Bu sefer deneme ya da makale yazmamış aslıma dönmüştüm.

Zaman çok hızlı geçmeye başlamış, bu ayı da yarılamıştım.. Önümüzdeki ayın 11’i gibi bayramdı ve bayram turları çoktan çıkmıştı. Ben böyle giderse kılımı kıpırdatamayacak yine evde oturacaktım, bilgisayar karşısında tüm internet sitelerinde dolanıyor ama bir türlü seçim yapamıyordum. Oysa mutlaka tatile gitmeli ve bu şehirden ayrılmalıydım. Hatta turları bir kenara bırakıp hiç düşünmeden kuzenime, Antalya’ya gitmeliydim. Kararsızlık ve bocalama yüzünden gecikiyordum ve bu gidişle ulaşım için şart olan rezervasyonu yaptıramayacak büsbütün açıkta kalacaktım. Bu yapılması gereken ilk şeydi ama daha elimi oynatmamıştım.

Bu karambolde yuvarlanırken arkadaşımın telefonu imdadıma yetişti. Kuzenimle de ortak arkadaşımız olan çok sevdiğim kız arkadaşım, Kemer’de ClubMed’in özel bir kampanya yaptığını, dört günlük bayram paketi programı çıkarttığını, hemen rezervasyon yaptırırsak 445 YTL’ye bu geziye gidebileceğimizi söyledi ve gitmemizi de ısrarla önerdi. Kendisi, Ben ve ayarlayabilirse kızkardeşi de aramızda olacaktı. Bu bulunmaz bir fırsattı. ClubMed gibi sınıfının mükemmeli olan bir yerde bu fiyata bir tatil hayal edilemezdi.

Ben hayatım boyunca tatilköyü gibi yerlerden hep uzak durmaya çalışmış, genelde butik tarzı gezileri tercih etmiş, alabildiğine özgür olmayı yeğlemiş, istediğim yerde, istediğim saatte, istediğim şeyleri yiyip içmeyi sağlayan tatil organizasyonlarına gitmiştim. Bir iki ısrar nedeniyle hayatımda iki defa da tatilköyünde tatil yapmıştım. Beni çeken, etkileyen bir tatil türü değildi aslında bu tiptekiler ama işin içinde arkadaşım, onun gezi yarenliği ve ClubMed olunca üçüncü deneyimimi yaşamakta katiyen bir sakınca görmemiştim, olay adeta beni vakumla içine çekip almıştı. Son derece heveslenmiş ve öneriye bayılmıştım. O kadar hasrettim ki bunun muhasebesini yapacak halim yoktu. Yer çok iyiydi, Kemer’de dört gün ihtişam yaşadıktan ve kör kütük eğlendikten sonra Antalya’ya geçebilecek, kuzenimde de birkaç gün kalabilecektim. Bu resmen bir taşla iki kuş vurmak olacaktı ve aylardır özlemini çektiğim kendimle baş başa kalma, İstanbul’dan uzaklaşma, biraz dinlenme ve eğlenme fırsatını eksiksiz bulacaktım.

Tek sorunumuz ulaşımdı. Uçak tercihimiz olamadı zira tüm seferler ve ek seferler dolmuştu, yer açılmasını beklemek gerekiyordu. Ancak bu riski göze alırken işi sağlama bağlamak adına otobüsle gitmek için de gereken ayarlamaları yapmalıydık. Bu işleri ben üstlendim, nasılsa çalışmıyordum ve rahatlıkla biletlerin peşinden koşabilirdim. Hemen büyük firmaların ofislerinde aldım soluğu. İnanılmaz bir izdiham yaşanıyordu, birinden diğerine gidene kadar bulduğum tek tük yer de kaçıyordu. Sonunda daha fazla uğraşmadım ve ek sefer olarak üçüncü kez açılan Kemer seferinden üç bileti satın aldım. Eğer  uçakta yer açılırsa isteyen bunu kullanabilirdi. Ben otobüse dünden razıydım, hem ekonomikti hem de İstanbul’dan Antalya’ya otobüsle gitmeyi hep çok sevmiştim. Özellikle mola yerleri ve Afyon’da yiyeceğimiz sucuk, kaymak ve bal için uçaktansa otobüsü kesinlikle yeğlerdim. Hem kaymaklı lokumlardan da alacaktım ve eve istifleyecektim.

Her şey tam istediğim gibi yolunda gitmişti ve zevkten dört köşeydim. Artık günleri saymaktan başka işim kalmamıştı. O kadar sevinçliydim ki!

Bu yaz yüzyılın en sıcak geçen yazlarından biriydi ve havalar hala Ağustos gibi devam ediyordu. Böyle giderse Ekim’de de ılık olacak hatta belki denize bile girebilecektik. Ben açıkçası ClubMed’de denize giremeyeceğimizi düşünmek dahi istemiyordum. Asla sonbaharın serin günleri gelmeyecekti, buna inancım sonsuzdu. Tüm dikkatimi yapacağım bu tatile yoğunlaştırmıştım. Ne kadar hasret birikmişti bende böyle! Hayretler içindeydim. Benim için sonsuz konforu yaşayacağım bu dört gün çok değerliydi. Sanki hayatımda hiç tatile gitmemiş, hiç lüks yer görmemiş gibi davranıyordum, çocuklar gibi sevinçliydim.

Şimdi bu tatil için bazı alışverişler de yapmalıydım. Herkesin dört dörtlük bir görünüm ve aksesuarlarla geleceği bu yerde benim daha özenli ve dikkatli olmam gerekiyordu. Hayatım bir şort, bir tişört ile sürekli yürüyüşlerde, dere tepe tırmanma içeriğine sahip tatiller ve ören yerlerinde geçtiğinden pek alışkanlığım yoktu bu züppe yerlere. Yürüyüş ayakkabıları değil de düğünlerde giyilen türden ayakkabılarımı ortaya çıkartmalıydım. Keza kıyafetleri de büyük dikkat ve özenle seçmeliydim. Yalnız tek şartım vardı; kesinlikle yeni giysi almayacaktım. Belki terlik, yeni bir bikini, ufak tefek aksesuarlar alabilirdim, buna izinim vardı ama kati surette giysi türü bir şey almayacak, olanlardan bir portföy yaratacaktım.

Mevsim tatil için riskliydi. Hem yazı, hem kışı birlikte yaşama olasılığımız çok yüksekti. Tamamen yazlık olanların yanında, serin havalarda giyilebilen şeyleri de götürmeli hatta kışlık türü giysileri de mutlaka yanıma almalıydım. Gardrobumu iyiden iyiye gözden geçirdim. Ağırlıklı olarak siyahlar ve beyazlardan seçimlerimi yaptım. Pamuklu trikoları ayırdım, şort, kapri ve kot pantolonlarımı da tespit ettim. Yine serin havalar için kalın bir yelek, kot ceket ve bir de hırka ayarladım. Ayakkabı olarak bantlı, metalli, dekolteleri seçtikten sonra spor pabuçlarımı da çıkarttım, hatta bunları yıkayıp temizledim. Kısacası yaz, sonbahar ve hatta kışın ilk günlerinde giyilebilecek her şeyimi bir kenara yığmaya başladım.

Mayolar, havlular, aksesuarlar derken kocaman bir yığınım oldu. Dolduğu zaman 32kg alan, beyaz Samsonite bavulumu da bulunduğu yerden indirdim. Artık tüm iş, seyahate kadar bunları yerleştirmeye kalmıştı. Aklıma gelen ilaveleri de yapacak, yine alışverişini henüz tamamlamadığım losyon, krem, güneş sütü gibi şeyleri de koyduktan sonra bavulumu tamamıyla yerleştirmiş olacaktım. Bu ara bir de Salı Pazarına gitmeliydim.

Heyecanlar devam ederken Ekim’in ilk günlerini yakaladım. Sürekli internette meteorolojinin sitesinde hava tahminlerine bakıyordum. Galiba rüyalarım gerçek oluyordu, havalar son derece ılık ve güzel gidiyordu. Bu arada Antalya’ya geleceğimi öğrenen kuzenim çok memnun olmuş, birlikte yapacaklarımızın listesini oluşturmaya başlamıştı.

Son eksikleri tamamlamak üzere çarşı ve Pazar işlerine birer gün ayırdım. Yaz bittiği için yazlık eşyalarda inanılmaz indirimler vardı. Ivır zıvır deniz malzemelerini çok ucuza satın alarak kesemi büyük bir zarardan kurtardım. Mayolar yüzde yetmişe varan tenzilatlar görmeye başlamıştı. Her beğendiğinizin bedeninize uyanını bulamıyordunuz ama eninde sonunda hoşunuza giden birini pek ala alabiliyordunuz. Ben de öyle yaptım ve kendime cam göbeği üzerine turkuaz rengi şal desenleri olan bir bikiniyi, hayal edilemez bir fiyata satın aldım. Sadece 25YTL ödediğim bu bikininin gerçek fiyatı 100 YTL idi ve yine bir zamanlar 200, 250 YTL gibi paralar ödediğim deniz kıyafetlerim aklıma gelince bu sonuç bir hayli şaşırtıcıydı benim için. Nasıl da bu derece itidalli olabilmiştim. Hayretler içerisindeydim. 

Bu çarşı Pazar seanslarımın birinde Bahariye Caddesi’nde işportadan bir kemer aldım. Yıllar önce çok sevdiğim bir arkadaşımla buralardan bir kemer almıştım ve o kemeri hala kullanıyordum. O nedenle kalitesine güvendim ve çok cüzi bir fiyata sadece 7,5YTL ye kahverengi zımbalı güzel bir kemer satın aldım. Kemere hiç ihtiyacım yoktu ama düşük bel modası nedeniyle mevcut kemerlerimi kullanamıyordum. Daha uzun kemerlere ihtiyaç hasıl olmuş, bu nedenle uzun bir kemer sahibi olmam da farz olmuştu. Kot pantolonumu bu kemerle daha rahat giyebilecektim, çünkü kemersiz hiç rahat değildi. Bilemedim sonrasında bu kemerin bana ne oyunlar edeceğini!

Son hazırlıklarımı yaparken kursta bir kuru daha tamamlayabilmiştim. Kur sonu sınavı için randevumu alınca iyice rahatladım. Ekim’in 9’unda kur sınavına girecek, 10’unda da yola çıkacaktım. Takriben 19 ya da 20’sinde İstanbul’a geri dönecektim. Tüm planlar yapılmıştı, artık bütün enerjimle tatile gitmeye hazırdım.

Beklenen gün nihayet geldi. Dev bavulum tıka basa dolmuştu, son kontrolları da yaptıktan sonra güzelce kilitledim. El çantamı ve bazı ıvır zıvırı da hazırladıktan sonra akşamı beklemeye başladım. Yolculuğumuz saat 22.00’da Küçükyalı-Ulusoy tesislerinden başlayacaktı, oraya ise servisle gideceğimden saat 21.00’da evden çıkacaktım. Uzun yola gideceğim zamanlarda akşam yemeği yemezdim, bu durumda zamanı televizyona bakarak geçirmekten başka çare kalmıyordu. Arada telefonlaşıyorduk arkadaşlarımla ve eş zamanlı olarak haberdar oluyorduk yaptıklarımızdan ama vakit geçmek bilmiyordu. Sonunda zaman doldu ve saat 21.00 olur olmaz evden fırladım. İçimden “savulun ben geliyorum” diye çığlık çığlığa bağırmak geliyordu, ağzım kulaklarımda caddeye geldim, ilk bulduğum taksiyi çevirdim ve hemen bindim. Şoföre Kadıköy-Rıhtım dedim. Sadece Kadıköy ve rıhtım.

Taksinin beni Kadıköy’e getirmesiyle yolculuğum da başlamış oldu, bundan sonra kendimi tamamen planların kollarına bıraktım. Az sonra, yolcuları Küçükyalı’ya götürecek servis geldi, hemen bavulumu sürükleyerek dışarı çıktım, muavine teslim ettim, servise binip kapı yakınında bir koltuğa yerleştim. On dakika kadar geçti ve servis kalktı, yarım saate varmadan da  Küçükyalı’ya geldik. Otobüsün gelmesine ise yarım saat vardı. Zaman geçsin diye oradaki büfeyi gezdim, her şeye el sürdüm, yolda gerekebilecek ufak tefek şeyler aldım, yolcuları süzdüm, sürekli saatime baktım, bekledim, bekledim. Sonunda bizim otobüsümüz kalkış peronuna girişi yaptı.

Kızlar içindeydi, çok konforlu bulduğum dörtlü koltuklarda olan yerimiz ise harikaydı. Hemen yerleştim ve muhabbete  başladık. Yolculuk uzundu ve bütünüyle gece yapılacaktı. Hasretle beklediğim tatilime sadece on iki saat kalmıştı. Mutluydum hem de çok mutluydum. Böyle zıplayan hareketlerle koltuğumda debelenirken birden arkamda bir gevşeme hissettim ve hafif tok bir ses işittim. Elimi arkama götürdüm ki, benim yeni kemerim tam ortasından kopmuştu. Seneler önce aldığım işporta kemerim hala kullanılabilir haldeyken yeni aldığım ucuz kemer bir gün bile dayanmamış, kopmuştu. Gülmemek için dudaklarımı ısırdım. Yaşamın ne kadar kalitesizleştiğini anladığım için de gözlerim doldu. Zaman ve deneyim denen şey beni feci kandırmıştı.

Bu anı hayatım sonuna kadar unutmayacağım, arkası olmayan ve pantolon biritlerimde öyle serbestçe duran bir kemer taşıyordum. İşin daha da komiği bu uyuz nesneden kurtulmak için ilk mola yerini beklemek zorundaydım. Allahtan Darıca’dan feribotla geçiş olacaktı, ben de bu zalim kemerden gizlice orada kurtulmayı başaracaktım. Feribotta iken otobüsten indim, kemeri usulca çıkarttım ve denize fırlattım. Kim gördü kim görmedi hala bilmiyorum.

Uyuklaya uyuklaya Afyon’a geldik. Burası benim için yolun yarısı değil, yaklaşan sabah ve burada yapılacak sucuk-ekmek, bal-kaymak partisi ile hep yolun sonu şeklinde kabul ettiğim yerdi. Aceleyle otobüsten indik, hepimiz bir kuyruğa dalıverdik, sucuk, bal ve kaymaklarımızı aldık. O an düşündüğümde, neredeyse öğlenden beri açtım, koca dilim ekmekleri kaptığım gibi yiyeceklere daldım. Bol ekmekle ballı kaymakları mideye indirdikten sonra bir kere daha tuvalete girdim, dışarı çıkıp otobüsteki koltuğuma yerleştim. Az sonra tan ağaracak ben de günün ilk ışıklarını görerek sıkılmadan yolculuğuma devam edecektim. Uykusuzluğun verdiği bayat tadı hissetsem de asla keyfim kaçmayacaktı.

Herhangi bir aksilik yaşamadan Antalya’ya geldik ve bizi Kemer’e götürecek midibüslere geçiş yaptık, hava o kadar sıcaktı ki, otele varır varmaz kendimi denize atmaya karar verdim. Bir saatlik ikinci seyahatten sonra otelimize vardık. Odalarımızı öğrendikten sonra hızla geçişimizi yaptık ve bavuldan deniz malzemelerini çıkartıp üzerimizi değiştirdikten sonra kendimizi plaja attık. O saatten itibaren sadece yemek, içmek ve eğlenmek üzerine odaklanmış tatil sürecine girdik.

Tatil köyümüz yüzde seksen yabancıların bulunduğu az sayıda Türk’ün de faydalandığı çok güzel bir yerdi. Herkesin yabancı olması o dönem çok işime gelmişti, sürekli birileri ile konuşuyor ve en güzelinden pratik yapma imkanı buluyordum. Bu nedenle de keyiften dört köşeydim.

Deniz şerbet gibi serin, kıpırtısız ve masmavi idi. Sularda kulaç atmak, alabildiğine yüzmek, kumlarda uzanmak bana son derece zevkli geliyordu. Her vakit sunulan yiyecek ve içecekler ise cabasıydı. Ağzıma layık balık, sebze ve salataları mideme indiriyor, meyvelerden başımı alamıyordum. Akşamları ise o geceye özel hazırlanan gösterileri izlemek ve içinde olmak çok keyifliydi. Her gece farklı bir mutfağın yer aldığı restoran kısmında mükellef bir sofra kuruyor, arkasından gecenin tüm eğlencelerinde yerimizi alıyorduk. Her şey dahil olduğundan yer gök yiyecek doluydu ama ben özellikle içkilerde çok dikkatli davranıyordum, yıllardır bu tip toplu yemek sunulan yerlerde en alt kalitedeki ürünlerin kullanıldığını çok iyi bildiğimden temkinli idim, yiyeceklerde de dikkatli davranmaya çalışıyordum ama bazı ihlallerim de oluyordu.

Yürüyüşler yaparak, bol bol yüzerek, yiyip içip, sabahlara kadar eğlenerek ve de özellikle İsrailli turistlerle her konuda muhabbet ederek dört günü en güzel şekilde geçirdim. Bu bana son bir yılımda yaşadığım eziyetli ve bir o kadar da eğitici, öğretici sürecin sonunda sunulmuş bir ikramiye gibiydi. Budist rahipler gibi yaşadığım inzivadan, materyalizmden uzaklaşma çabaları ile yorulduğum büyük perhizden, kısacası manevi temizlik dünyamdan geri dönmüş, yalancı, kışkırtıcı, ahlaksız ve dejenere dünyaya hızlı bir giriş yapmıştım. Kısa sürdürdüğüm bu güzel mola yüzüme renk katmış, suratıma tatlı bir gülücük oturtmuştu. Tatilimin devamını Antalya merkezde yapacaktım, kuzenim beni bekliyordu.

Ayın 14’ünde öğleden sonra otelden ayrıldık. Kızlar uçakla döneceğinden otelin servisi ile havaalanına gitmek üzere yola çıktılar. Ben de Kemer-Antalya arası işleyen minibüslerden birine binerek kuzenime gitmek üzere yola çıktım. Hava hala mükemmeldi, buna bir de sonbaharın gözleri kamaştıran renkleri, kırmızı gün batımları da eklenmişti ki, yaşam tadından yenmiyordu. Güneşin iyice indiği, akşamınsa artık hissedildiği bir vakitte, bana söylenen durakta indim ve cep telefonumdan kuzenime geldiğimi bildirdim. Beş dakika geçmemişti ki arabayla önümde bitiverdi. Meğer evine yürüme mesafesindeymişim.

O akşamı tamamıyla sohbet ederek geçirdik. Tatilköyü maceraları anlatmakla bitmiyordu, ayrıca ben de fena halde yorgundum, kolumu kıpırdatacak halim yoktu. Biraz pembe şaraptan çoklukla da yorgunluktan iyice mayışınca her şeye ertesi gün başlamaya karar verdik ve yattık.

Antalya günleri bu son dönemde hayatımın en güzel zamanları olarak anılarıma geçti. Şehir merkezinde yaşananlar da harikaydı, Kemer’dekiler de. Tam beş gün kuzenimle beraber Konyaaltı sahilinde uzun yürüyüşler yaptık, akşam üzerleri yine sahildeki kafelerde denize karşı oturup biralarımızı yudumladık, ufka ve maviliğin sonsuzluğuna daldık. Buralarda denizin kokusunu ve temiz havayı içime çekerken İstanbul’da ne denli zor ve kirli koşullarda yaşadığımın ayırdına vardım. Çalışmayacaksam büyük şehirde ne diye yaşayacaktım. Bir karar vermeli ve yurdumun temiz, sakin ama bir o kadar da modern şehirlerinden ya da ilçelerinden birine gitmeliydim. Evet gitmeliydim ama gerçekten çalışmayacak mıydım? Bu sorunun cevabı çok net değildi kafamda.

Düzenli bir gelire kavuşacağım emekliliğime tam altı yıl vardı. Yine yeni evimin bitmesine ise on iki ay yani bir sene kalmıştı. Kiraya vermem de ayrı bir süre olduğundan bu hayat tarzı ve hazır parayı yemekle bir buçuk yıl geçirmem olanaksızdı. Öte yandan iş bulamıyordum, İstanbul’da yaşamak istemiyordum, hazır param katiyen yeterli değildi, eve ve aileme yönelik sorumluluklarım da ayrı bir yüktü. Mağlubiyet belirtileri suratımda yumruklar halinde patlamaya başlamıştı.

Ne kadar eğlensem, uzaklaşsam ve keyiflensem de hayatımın gerçekleri hep aynı idi, hiçbir surette değişmiyor, aynı sertlik ve zorlukla devam ediyordu. Anladım ki hayatın çatısı yani iskeleti hep sabitti, doğduğumuz an bedenimiz nasıl teşekkül etmişse o da aynı şekilde yapılanmıştı. Katiyen değişmiyordu. Bunları yeni çözümlemiştim. Yaşadıklarımız ve değişiklik sandığımız şeyler ise bu iskelet üzerindeki dokular, alınan kilolar, bronzlaşan tenler gibi bir beliren bir yok olup giden geçici unsurlardı. Üzülüyordum için için bu hale. Biliyordum ki bir çok insan da aynı durumdaydı. Çözümü üretememiş olmaktan ötürü aynı durumu paylaştığım benzer insanlar için de ayrıca üzülüyordum. Bir çözüm bulsam bütün dünya ile paylaşabilirdim ama ortada cevabı olmayan ciddi bir soru vardı.

Belki de yapamadığım şeyleri bir gün gerçekleştireceğimi düşünmek yeterli olmalıydı. Galiba bu insanı mutlu eden bir durumdu. Hayal etmek ve ümitle yaşamak. Bu felsefenin yakasını katiyen bırakmamalıydım. Peki çalışmalı mıydım? Yeniden başlamalı mıydım? Galiba buna maddi açıdan ciddi ihtiyacım vardı?

Güzel günler çabuk geçmiş, artık dönüş vakti gelmişti. Dönüş biletime tarih atamasını henüz yapmamıştım, bir gün Antalya merkezde dolaşırken firmanın ofisine girip 18 Ekim Perşembe akşamı için dönüş tarihimi kesinleştirdim. Kuzenim daha fazla kalmam için ısrar ediyordu ama artık kışa yaklaşmıştık. Havalar iyice soğumadan İstanbul’a dönmeli ve evde bazı işlerimi tamamlamalıydım.

O Perşembe akşamı beni terminale kuzenim götürdü, zaten kendisi de bir hafta ya da on gün sonra İstanbul’a gelecekti. Terminalde gece vakti fazla beklemesine gönlüm razı olmadı, kısaca vedalaştık ve ben içeri girdim. Akabinde otobüsüm de geldi. Bu sefer yolculuğu tek başına yapacaktım. Geliş güzergahımız üzerinden geri dönüş macerası başladı, Afyon’daki molada bu kez yalnızdım ama yine gerekeni yaptım. Fark olarak kaymaklı Afyon lokumlarından iki kutu aldım. Sonrasında ise uykuya daldım. Gözümü feribotta açabildim. Her şey bitmişti, İstanbul’a giriş yapmak üzereydik. Onca gün bekledikten sonra gördüğüm kısa rüya sona ermişti. İşin kötüsü İstanbul’a soğuk, rüzgarlı bir havada, uyuz uyuz çiseleyen, sinir bozucu bir yağmur eşliğinde dönmüştüm. Üzerimdekiler bile bana ince gelmiş, indiğimde soğuktan donmuştum. Etrafa bakındım, manzara berbattı. Bu havada daha fazla beklemeye tahammülüm olmadı. Zaten Cuma sabahıydı ve iş günüydü, trafik ise yağmurdan dolayı çok kötüydü. Hemen bir taksi buldum, doğruca Acıbadem’e evime geldim.

Tilki gibi kürkçü dükkanına geri dönmüştüm. Bir bavul dolusu kirli, satın alınan hediyelikler, lokum, sucuk gibi yiyeceklerle eve girdim. Yolculuklar güzeldi de dönüşler hiç çekilmiyordu. Şimdi bütün hafta çamaşır yıkayacak, ütü yapacak, bu arada da gelen kış nedeniyle yazlık-kışlık yerleşimi de yapacaktım. On gün kadar dinlenmenin ardından deliler gibi yorulmaya çok bozuluyordum ama çare yoktu hayat, bıraktığım yerden devam ediyordu, sanki buradan hiç ayrılmamıştım.

Bir haftayı nasıl olduğunu anlamadan geçiriverdim, arayı fazla açmak istemediğim için her akşam kuruma da mutlaka gittim. Kurstaki arkadaşlar bayram nedeniyle uzun uzun tatiller yapmıştı ve derslerimizin baş konusu bu tatiller olmuştu, konuşma gruplarımızda nedense hepimiz birer bülbül kesilmiştik. Anlatırken bir kere daha yaşamış oldum o anları. Gerçekten çok güzel ve nitelikli zaman geçirmiştim Antalya’da.

O hafta sonu 29 Ekim idi. Tam bir yıldır sokaklardaydım ve içimde uhde olan hemen hemen her şeyi bu süre zarfında gerçekleştirmeyi başarmıştım. Bu uhdelerden biri de Cumhuriyet Bayramı’nda sokakta olmak, fener alayına katılmak, boğazdaki ışıklı gösterilerin tam içinde yer alabilmekti. İşte şimdi bu hayalim de gerçek olacaktı. 29 Ekim günü kendimi boğaz kıyısına atacak, kutlamaları en güzel yerinden izleyecek, coşkuya tüm gücümle katılacaktım.

Bir eksikliği daha tamamlayacak olmanın gururu ile 29 Ekim Pazartesi gününe hasıl oldum. Gazetelerden tüm kutlama programlarına baktım, detayları okudum ve zaman planımı yaptım. Saat 18.00 civarında Üsküdar’da olacaktım oradaki duruma göre gerekirse motorla karşıya geçecektim.

Saat 17.30’da evden çıktım, dolmuşla Üsküdar’a gittim. Tüm sahil hattında dolaştım ama bir türlü istediğim gibi yer bulamadım. MADO’nun terasına çıktım, iskelelerin olduğu tarafta deniz kenarına geldim, parklara bakındım, hiç biri içime sinmedi. Sanırım en doğru olan karşı sahile geçmekti ve öyle yaptım. Az sonra boğaz trafiğe kapanacağından oyalanmadan bir motora atladım ve Beşiktaş’a geldim. Motor iskelesinin yan tarafındaki alan çok uygundu. Kendime tam denizin kenarında güzel bir yer edindim. Katiyen ayrılmıyor, sağıma soluma bakmıyor, adeta bulunduğum yere çivilenmiş gibi sabit ayakta duruyordum. Daha gösterilere bir saat vardı ama nefesimi tutmuştum.

Az öteden kestane kebap kokuları genzimi yakarcasına geliyor, aç olan karnımı iyice kudurtuyordu. Kestaneciye işaret ettim ve yamağı ile bana 150 gr kestane getirmesini söyledim. Yamak koşarak paketi bana getirdi, parasını ödedim ve keyifle kestanelerimi yedim. Meydan gittikçe kalabalıklaşıyordu, bir yandan da marşlar, şarkılar çalınıyor, boğaz üzerinde mavnalar mevzileniyordu. Ben ise bel ağrısından ölecek hale gelmiştim ama inatla direniyordum.

Sonunda zaman geldi, o muhteşem ışık ve havai fişek gösterisi başladı. Elimde fotoğraf makinem, durmaksızın resim çekiyordum, ayrıca video özelliğini kullanarak gördüklerimi filme de alıyordum. Biraz sonra bu saçma gaileyi bıraktım. Göz kamaştırıcı şöleni ve coşkuyu izlemek dururken filme çekmek de neydi. Gördüklerim televizyonlarda izlediklerime benzemiyordu, resimlerle de alakası yoktu. Bu güzelliğin tamamıyla yansıtılmasının teknik bir olanağı henüz yoktu, keşfedilmemişti. Eş zamanlı patlayan havai fişekler, rengarenk ışıklar, parıldayan gökyüzü ve bağıran insanların gülen yüzleri. Harika anlardı bunlar. Yıllardır özlemle beklediğim ve bir türlü katılamadığım bu görsel şölenin, muazzam törenin tam içindeydim ve çok mutluydum. Gösterinin sonundaki muhteşem final ise herkesi olduğu gibi beni de hayran bırakmıştı ortama. Hayat güzeldi hem de çok güzeldi.

Bayram sona erince artık yorgunluktan tutmayan belimi kendine getirmek için bir süre oradaki banklarda dinlendim. Az sonra motor seferleri başladı, ilk izdihamdan sonra yerimden kalktım ve birine atladım. Üsküdar’a geçtim oradan da minibüse binerek evime döndüm. Eve girer girmez kendimi kanepeye attım, yaşadıklarımı anlattıktan sonra mutfağa geçtim, koyu bir kahve yaptım. İki üç kurabiye ile kahvemi içtim ve televizyona daldım gittim. İstediğim gibi bir gün geçirmiştim ve keyifliydim. Bakalım yeni günler neye gebeydi?

Kasım doğduğum aydı ama bu sene biraz hüzünlüydü. Artık 370 gün geçmişti ve benim için tüm kapılar kapanmıştı. Ne kadar çabalarsam çabalayayım doğal yöntemlerle bir iş sahibi olmam imkansızdı. Bir mucize gerekliydi. Kışın vaktimi kolay geçiriyordum, eş dost ziyaretleri, evde yapılan işler, örgü, nakış gibi kadınsı şeylerle zaman geçiriyordum ve bunlar güzel oyalanmalardı ama tek kuruş faydası yoktu. Hobi kurslarını deneyebilirdim ama bir sürü döküntüsü vardı, evde bunları koyacak yer olmadığı gibi yaptığım şeyleri nerede saklayacaktım? Bu da ayrı bir dertti ve hobi kursu kesinlikle çözüm değildi, bu sadece öyle bir fikirdi ve hiç cazip gelmemişti.

Yabancı dil kursum bitiyordu, son kurumu rehavet içinde geçirebilecek avansım vardı, kemerleri artık gevşetmiştim, eskisi kadar yoğun çalışıp hızlı ilerlemem gerekmiyordu. Belki bir üst modüle geçip iyice pişebilirdim ama verecek 3600 YTL param yoktu. Bu ücreti ödeyemezdim.

Doğum günüm 2 Kasım’daydı ve bu yıl özel bir şey yapmayı içten içten istiyordum. Dışarıda küçük bir arkadaş grubu ile güzel bir yemek yenebilirdi. İmdadıma kuzenim ve ortak arkadaşımız yetişti. Ne zamandır benden duydukları üzere Asmalımescit Sofyalı’ya gitmek istiyorlardı. Benim yaş günüm bahanesiyle oraya gitmemizi önerdiler. Bu çok hoşuma gitti. Hemen arayıp rezervasyonu yaptırdım. Nedense Asmalımescit, Galata, Balıkpazarı oldum olası beni cezbederdi. Genelde buraları için yapılan önerileri de hiçbir zaman red etmezdim, öyle de yaptım.

O akşam, üç kız arkadaş olarak kuzenimin Nişantaşı’ndaki ofisinde buluştuk, biraz muhabbetten sonra çıktık ve bir taksiyle Sofyalı’ya gittik. Bize ayrılan küçük masaya yerleştik. Harika mezeler, peynir tabağı ve sevdiğimiz sıcak yemeklerden sipariş ettik. Ortak konumuz Antalya, tatil ve orada yaşadığımız gülünçlükler, hikayeleştirdiğimiz ilginç olaylardı. Bol kahkahalı, pek neşeli bir gece geçiriyorduk. Halimiz yan masada oturan Alman grubun dikkatini çekmiş olacak ki bir süre sonra nasıl olduysa onlar da sohbetimizin içine daldılar. İçlerinde birinin de o gün doğum günü olduğunu öğrendik. O andan itibaren bu orta yaşlı Alman grupla aramızda çok sıcak bir ilişki başladı. Geceyi tümüyle birlikte geçirdik, onlar bize bira ısmarladı biz onlara kahve söyledik. Türkiye üzerine bol bol konuştuk, burayı nasıl da sevdiklerini bizlerle paylaştılar. Gayet dostane ve samimi bir gecenin sonunda iletişim bilgilerimizi paylaştık, birlikte resimler çektik ve en sonunda kutlaşarak vedalaştık. Benim için değişik bir doğum günü olmuştu. Sıra dışı, eğlenceli ve komikti. Sevmiştim yeni yaşımı, ilk girdiğim andan beri. Bu beni bir yıl idare etmeliydi.

Havalar iyice soğumuştu. Daha dün denizde sularla oynaşan ben, üst üste giyiniyor sokağa öyle çıkıyordum. Tenim bronzdu sanki güneş açacak da kolsuz bluzlarımı hemen giyecek gibi bir havada geziniyordum ama gerçek farklıydı. Bu dönemde çok uzun yürüyüşler yapmayı tercih ettim. Rotam, Validebağ Koruluğunu kapsayan ve yaklaşık 7km olan bir çemberden ibaretti. Ürperten soğukta hızlı hızlı yürümek gerçekten çok keyifli oluyordu. Beş on dakika içinde soğuğu hissetmiyor hatta terliyordum. Koruluğun içindeyken derin derin nefes alıp, temiz havayı ciğerlerime çekiyor, doğanın artık öldüğü bu günlerde yok oluşu hüzünle izliyordum. At kestaneleri çoktan yapraklarını dökmüş, çınarlar iyice kelleşmiş, söğütler ise tamamen çıplak kalmıştı. Sadece taflanlar, mazılar, çam ve defneler yeşildi. Onlar da koyu bir renge bürünmüşlerdi ve bahar tazelikleri kaybolmuştu. Her gün böyle an be an bunları izleyerek yürüyorken bir yandan da kışa doğru yol alıyordum. Eve ise tatlı bir yorgunlukla geri dönüyor, aceleyle duş aldıktan sonra babamla kahvelerimizi içiyorduk. Sabah yayımlanan eski Türk filmleri ise bizim en büyük zevkimiz olmuştu. Zaten öğlene kadar zaman jet hızıyla ilerliyordu.

Haftada en az iki kere balık pişiriyordum. Çalıştığım dönemlerde sadece hafta sonları yiyebildiğim onu da her hafta sonuna denk getiremediğim için balığa hasrettim. Şimdi artık  doya doya hafta araları yiyebiliyordum. Ailecek hepimizi mutlu etmişti bu balık seansları. Mevsimin taze balıklarını çarşıdan alıyor ve o gün canımızın çektiği şekilde pişiriyorduk. Yanında güzel bir beyaz şarap açıyor, annem, babam ve ben birlikte alem yapıyorduk. Bir arada olmaktan mutluyduk. Mutluyduk ama çalışmak da gerekiyordu.

Bu düşünceler, ikilemler, vazgeçemeyişler ve bocalamalar içinde ciddi olarak yıpranmıştım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hayatımdan çok memnundum ama zorunluluk, daha on iki ay gelirsiz yaşamanın bana vereceği maddi zararı düşündükçe fenalık basıyor, kendimi iknaya zorluyor, sürekli mücadele ediyordum. Zihnimle yaptığım bu iğrenç savaş beni çok mutsuz ediyordu.

Yaşam çok zorlu yarıştı, rekabet ve mücadele için büyük güç gerekiyordu. Param varken zamanım yoktu, istediklerimin hiç birini yapamıyordum. Zamana sahip olduğumda da param yoktu ve yine istediklerimin uzağında kalıyordum. Her durumda da kayıptaydım.

Pes etmek asla katlanamayacağım bir zafiyet olduğundan inatla koşullarıma direniyordum. Dört koldan kıstırılmış, baskı altına alınmıştım. İçinde yaşadığımız toplum ve yakınımızdaki insanlar nedense başkalarının hayatından burnunu çıkartmıyorlardı. Kendilerinden çok başkalarının ne yapması gerektiğine karar veren ve bunlarla uğraşmayı zevk haline getiren tiplerden bana gına gelmişti. Benim yapmadıklarım, yapamadıklarım milleti niye ilgilendiriyordu anlamıyordum. Yapacak başka uğraşları yok muydu bu güruhun? Herkese ağzının payını verip susturmanın yolunu bulamadığımdan bunları çekiyordum. Ama hepsi bana müstahaktı.

Müstahaktı çünkü ben de bir baltaya sap olamamıştım. Koca bir yıl sorumsuzca gezinmiş, sevdiğim, zevk alacağım hem de para kazanacağım bir ortamı kendime yaratamamış, yolumu bulamamıştım. Bir tek kartvizit yeterliydi ama becerememiştim işte.  Aptal aptal bekliyordum. Çaresizdim, duygusuzlaşmıştım, kararsızdım.

Özgürlük anlamında olayı irdelediğimde ise paranın köleleştirdiğini, parasız ama özgür olmanın çok tatlı olduğunu düşünüyordum. Sabah sırf kendim istediğim için 6.30’da uyanmak bir özgürlüktü. Başkaları  üzerinden geçinsin, puan toplasın diye değil, kendimi mutlu etmek için çalışmak daha büyük bir özgürlüktü. Yemek pişirmek, ütü yapmak, o gün üstüme ne bulursam geçirmek hatta yıkanmamak bile özgürlüktü. Saçımı uzatmak, haftalarca boyasını geciktirmek, hiç taramamak, tüm bunlar sınırsız özgürlüklerdi. Sadece oje sürmek için bir saat zaman harcamak da keza öyleydi. Hastalanınca gün boyu yatmak, telefonlara cevap vermemek, üstelik bunun yalan olmadığına birilerini ikna etmek zorunda kalmamak gibi rahatlıklar, son bir yıldır yaşamıma eklediğim ve şimdi ise vazgeçmemin mümkün olmadığı ihtişamlı güzelliklerdi. Özgürlük her şeydi, vazgeçilmezdi. Bedelsiz, ödünsüz, yetinerek, kanaat ederek yaşamak ve bunun paralelinde hür olmak. Mutluluk buydu. İyi de kimse bunu anlamıyordu. Niye anlamıyordu, ne olmuştu da kafalar böyle sabitlenmişti? Katiyen çözemiyordum. Yorgun ve bezgindim.

Ve telefonum çaldı.

Karşımdaki, eski şirketimden iş arkadaşımdı, yöneticiydi. Yine aynı Holdinge bağlı kardeş şirketlerden birine daha üst düzeyde bir unvanla transfer olmuştu. Şimdi koordinatör olarak görev yapacaktı ve kendi ekibini oluşturmaya çalışıyordu. Defalarca birlikte çalıştığım, iyi tanıdığım ve sevdiğim bir insandı. Yılların verdiği tecrübe ve güvenle bana bir teklifte bulundu. Bu inanılmaz bir gelişmeydi, durup dururken iş teklifi almıştım. Hem de hiç beklemediğim bir anda. Görüşme ise hemen oldu.

İşyeri evime sadece 2,5km uzaklıktaydı. Ofis ortamı gayet şık, çalışanlar ise düzgün insanlardı. Ayrıca burası eski işimden yeni ayrıldığım zamanlarda, tamamen başka niyetlerle beni iş görüşmesine çağıran firmaydı. Bu kadar ilginç bir tesadüfe ancak filmlerde rastlanırdı. İş hayatım boyunca hep böyle renkli olaylar yaşamışlığımın verdiği deneyimle bu sürprizi soğukkanlılıkla karşıladım. O sıralar bu tesadüfün, ilerleyen zamanlarda bana karşı yapılan bilinçli yıldırma tavırlarının bir nedeni olduğunu hiç düşünmemiştim.

Mesai sabah 8.30’da başlıyor, akşam 18.00’da bitiyordu. Öğlenleri bir saat tatil vardı. Ben saat 8.15’de evden çıksam 10 dakika sonra işimde olabiliyordum. Hayatımda böyle bir yerde ne çalışmıştım ne de okullarım evime bu kadar yakın olmuştu. 1974 yılından beri yollarda sürünüyordum.

Yine maaş beni fazlasıyla idare edecek boyuttaydı. Gerçi eski maaşımdan yüzde otuz civarında azdı ama bana artık öyle çok paralar lazım değildi. Paranın ne demek olduğunu ya da olmadığını çok iyi öğrenmiştim. Teklife olumlu yanıt vermek için tüm şartlar mevcuttu. Sanki dünya birleşmiş ve yeniden çalışmam için yollarıma çiçekler sermişti. Tüm evren beni arkamdan itekliyor adeta sürüklüyordu. İşe başlama tarihim ise aybaşı yani Aralık başı olarak öngörülüyordu. Biz ise Kasım’ın henüz 15’i ya da 16’sındaydık. Önümde sadece on beş güzel günüm kalmıştı.

O kısacık on beş gün.

Bir an düşündüm. Tam 385 gün hayallerimdeki şeyleri yapacak zamanım olmuştu ve ben de bunlar için sürekli koşturmuş, zamanla yarışmıştım. Ancak yarışı ne yazık ki tamamlayamamıştım, zira bitiş çizgisi sürekli öteye taşınıyor bense yetişmeye çalışıyordum. Bu aslında kazanılmayan bir yarıştı ve göğüslenecek ip, sadece bir seraptan ibaretti.

Bu gidişin sonu yoktu. Hayallerim azalmış hatta kalmamıştı, ümitlerim tükenmiş, hedeflerim ise küçülmüş, basitleşmişti. Açıkçası bunları yenilemeye, özlemeye ve biriktirmeye ihtiyacım vardı. Gücümü tekrar toplamalıydım; biraz daha para biriktirmeli, sağlık sigortası sahibi olmalıydım. Hem ayrıca işime beş dakikada gidip aynı sürede evime dönmek gibi büyük bir keyfi mutlaka yaşamalıydım; özellikle bunu çok istiyordum. Bir süre daha çalışmam şarttı. Tüm şıkları yazmaya, muhasebesini yapmaya ve mantıklı sonuca ulaşıp ona göre hareket etmeye karar verdim. Bu beş dakika bile sürmedi. Cevabımı ilgililere ilettim.

30 Kasım Cuma günü saat 15.30’da evden çıktım. Hava bulutlu ve karanlıktı. Üsküdar’dan motorla Beşiktaş’a gelip İstinye minibüsüne bindim, Levent Metro durağında indikten sonra alt geçitten karşıya geçtim. Kanyon’un girişindeydim. Tam bir yıl önce ilk kez geldiğim bu alışveriş merkezine, son günümün şerefine bir ziyaret daha yapacaktım. Kanyon’u gezdim, iki tur attım, bir yerde mola verip kahve içtim. Dışarı çıktığımda hava kararmıştı. Yürüyerek Metrocity’nin olduğu yere geldim. Bir tur da Metrocity’de attım. Sonra çıktım. Yağmur çiseliyordu ama hava güzeldi. Buralara uzun zaman gelme olanağı bulamayacaktım. Kaldırımlarla vedalaştım ve geliş yolumu takip ederek evime geri döndüm.

3 Aralık 2007 Pazartesi sabahı arabama bindim, motoru çalıştırdım. Debriyaja basıp vitesi bire attım ve gazladım. Sokağımın sonundaki ışıklardan sola dönüp yola devam ettim.

O gün üzerime bordo güderi ceketimi, lacivert gabardin pantolonumu giymiştim. İçimde ise beyaz üzerine mavi ve pembe puanları olan poplin gömleğim vardı. Saçlarım fönlü değildi. Karışmadım onlara özgür bıraktım.

Hayatımın arka kapısını sıkıca kapattım kimse açıp bakmasın diye de kilitledim, anahtarı yüreğime attım. Zamanını o an bilmiyordum ama geri dönecektim. Mutlaka dönecektim.

Arabamı otoparka park ettim, indim, yavaşça yürüdüm ve şirketin kapısından girip ikinci kata çıktım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder