19 Kasım 2010 Cuma

Ve SON (28. Bölüm)

Ve telefonum çaldı.

Karşımdaki, eski şirketimden iş arkadaşımdı, yöneticiydi. Yine aynı Holdinge bağlı kardeş şirketlerden birine daha üst düzeyde bir unvanla transfer olmuştu. Şimdi koordinatör olarak görev yapacaktı ve kendi ekibini oluşturmaya çalışıyordu. Defalarca birlikte çalıştığım, iyi tanıdığım ve sevdiğim bir insandı. Yılların verdiği tecrübe ve güvenle bana bir teklifte bulundu. Bu inanılmaz bir gelişmeydi, durup dururken iş teklifi almıştım. Hem de hiç beklemediğim bir anda. Görüşme ise hemen oldu.

İşyeri evime sadece 2,5km uzaklıktaydı. Ofis ortamı gayet şık, çalışanlar ise düzgün insanlardı. Ayrıca burası eski işimden yeni ayrıldığım zamanlarda, tamamen başka niyetlerle beni iş görüşmesine çağıran firmaydı. Bu kadar ilginç bir tesadüfe ancak filmlerde rastlanırdı. İş hayatım boyunca hep böyle renkli olaylar yaşamışlığımın verdiği deneyimle bu sürprizi soğukkanlılıkla karşıladım. O sıralar bu tesadüfün, ilerleyen zamanlarda bana karşı yapılan bilinçli yıldırma tavırlarının bir nedeni olduğunu hiç düşünmemiştim.

Mesai sabah 8.30’da başlıyor, akşam 18.00’da bitiyordu. Öğlenleri bir saat tatil vardı. Ben saat 8.15’de evden çıksam 10 dakika sonra işimde olabiliyordum. Hayatımda böyle bir yerde ne çalışmıştım ne de okullarım evime bu kadar yakın olmuştu. 1974 yılından beri yollarda sürünüyordum.

Yine maaş beni fazlasıyla idare edecek boyuttaydı. Gerçi eski maaşımdan yüzde otuz civarında azdı ama bana artık öyle çok paralar lazım değildi. Paranın ne demek olduğunu ya da olmadığını çok iyi öğrenmiştim. Teklife olumlu yanıt vermek için tüm şartlar mevcuttu. Sanki dünya birleşmiş ve yeniden çalışmam için yollarıma çiçekler sermişti. Tüm evren beni arkamdan itekliyor adeta sürüklüyordu. İşe başlama tarihim ise aybaşı yani Aralık başı olarak öngörülüyordu. Biz ise Kasım'ın henüz 15'i ya da 16'sındaydıkÖnümde sadece on beş güzel günüm kalmıştı.

O kısacık on beş gün.

Ve Sonrası (27. Bölüm)

O akşam, üç kız arkadaş olarak kuzenimin Nişantaşı’ndaki ofisinde buluştuk, biraz muhabbetten sonra çıktık ve bir taksiyle Sofyalı’ya gittik. Bize ayrılan küçük masaya yerleştik. Harika mezeler, peynir tabağı ve sevdiğimiz sıcak yemeklerden sipariş ettik. Ortak konumuz Antalya, tatil ve orada yaşadığımız gülünçlükler, hikayeleştirdiğimiz ilginç olaylardı. Bol kahkahalı, pek neşeli bir gece geçiriyorduk. Halimiz yan masada oturan Alman grubun dikkatini çekmiş olacak ki bir süre sonra nasıl olduysa onlar da sohbetimizin içine daldılar. İçlerinde birinin de o gün doğum günü olduğunu öğrendik. O andan itibaren bu orta yaşlı Alman grupla aramızda çok sıcak bir ilişki başladı. Geceyi tümüyle birlikte geçirdik, onlar bize bira ısmarladı biz onlara kahve söyledik. Türkiye üzerine bol bol konuştuk, burayı nasıl da sevdiklerini bizlerle paylaştılar. Gayet dostane ve samimi bir gecenin sonunda iletişim bilgilerimizi paylaştık, birlikte resimler çektik ve en sonunda kutlaşarak vedalaştık. Benim için değişik bir doğum günü olmuştu. Sıra dışı, eğlenceli ve komikti. Sevmiştim yeni yaşımı, ilk girdiğim andan beri. Bu beni bir yıl idare etmeliydi.

Havalar iyice soğumuştu. Daha dün denizde sularla oynaşan ben, üst üste giyiniyor sokağa öyle çıkıyordum. Tenim bronzdu sanki güneş açacak da kolsuz bluzlarımı hemen giyecek gibi bir havada geziniyordum ama gerçek farklıydı. Bu dönemde çok uzun yürüyüşler yapmayı tercih ettim. Rotam, Validebağ Koruluğunu kapsayan ve yaklaşık 7km olan bir çemberden ibaretti. Ürperten soğukta hızlı hızlı yürümek gerçekten çok keyifli oluyordu. Beş on dakika içinde soğuğu hissetmiyor hatta terliyordum. Koruluğun içindeyken derin derin nefes alıp, temiz havayı ciğerlerime çekiyor, doğanın artık öldüğü bu günlerde yok oluşu hüzünle izliyordum. At kestaneleri çoktan yapraklarını dökmüş, çınarlar iyice kelleşmiş, söğütler ise tamamen çıplak kalmıştı. Sadece taflanlar, mazılar, çam ve defneler yeşildi. Onlar da koyu bir renge bürünmüşlerdi ve bahar tazelikleri kaybolmuştu. Her gün böyle an be an bunları izleyerek yürüyorken bir yandan da kışa doğru yol alıyordum. Eve ise tatlı bir yorgunlukla geri dönüyor, aceleyle duş aldıktan sonra babamla kahvelerimizi içiyorduk. Sabah yayımlanan eski Türk filmleri ise bizim en büyük zevkimiz olmuştu. Zaten öğlene kadar zaman jet hızıyla ilerliyordu.

Haftada en az iki kere balık pişiriyordum. Çalıştığım dönemlerde sadece hafta sonları yiyebildiğim onu da her hafta sonuna denk getiremediğim için balığa hasrettim. Şimdi artık  doya doya hafta araları yiyebiliyordum. Ailecek hepimizi mutlu etmişti bu balık seansları. Mevsimin taze balıklarını çarşıdan alıyor ve o gün canımızın çektiği şekilde pişiriyorduk. Yanında güzel bir beyaz şarap açıyor, annem, babam ve ben birlikte alem yapıyorduk. Bir arada olmaktan mutluyduk. Mutluyduk ama çalışmak da gerekiyordu.

Ve Sonrası (26. Bölüm)

Antalya günleri bu son dönemde hayatımın en güzel zamanları olarak anılarıma geçti. Şehir merkezinde yaşananlar da harikaydı, Kemer’dekiler de. Tam beş gün kuzenimle beraber Konyaaltı sahilinde uzun yürüyüşler yaptık, akşam üzerleri yine sahildeki kafelerde denize karşı oturup biralarımızı yudumladık, ufka ve maviliğin sonsuzluğuna daldık. Buralarda denizin kokusunu ve temiz havayı içime çekerken İstanbul’da ne denli zor ve kirli koşullarda yaşadığımın ayırdına vardım. Çalışmayacaksam büyük şehirde ne diye yaşayacaktım. Bir karar vermeli ve yurdumun temiz, sakin ama bir o kadar da modern şehirlerinden ya da ilçelerinden birine gitmeliydim. Evet gitmeliydim ama gerçekten çalışmayacak mıydım? Bu sorunun cevabı çok net değildi kafamda.

Düzenli bir gelire kavuşacağım emekliliğime tam altı yıl vardı. Yine yeni evimin bitmesine ise on iki ay yani bir sene kalmıştı. Kiraya vermem de ayrı bir süre olduğundan bu hayat tarzı ve hazır parayı yemekle bir buçuk yıl geçirmem olanaksızdı. Öte yandan iş bulamıyordum, İstanbul’da yaşamak istemiyordum, hazır param katiyen yeterli değildi, eve ve aileme yönelik sorumluluklarım da ayrı bir yüktü. Mağlubiyet belirtileri suratımda yumruklar halinde patlamaya başlamıştı.

Ne kadar eğlensem, uzaklaşsam ve keyiflensem de hayatımın gerçekleri hep aynı idi, hiçbir surette değişmiyor, aynı sertlik ve zorlukla devam ediyordu. Anladım ki hayatın çatısı yani iskeleti hep sabitti, doğduğumuz an bedenimiz nasıl teşekkül etmişse o da aynı şekilde yapılanmıştı. Katiyen değişmiyordu. Bunları yeni çözümlemiştim. Yaşadıklarımız ve değişiklik sandığımız şeyler ise bu iskelet üzerindeki dokular, alınan kilolar, bronzlaşan tenler gibi bir beliren bir yok olup giden geçici unsurlardı. Üzülüyordum için için bu hale. Biliyordum ki bir çok insan da aynı durumdaydı. Çözümü üretememiş olmaktan ötürü aynı durumu paylaştığım benzer insanlar için de ayrıca üzülüyordum. Bir çözüm bulsam bütün dünya ile paylaşabilirdim ama ortada cevabı olmayan ciddi bir soru vardı.

Belki de yapamadığım şeyleri bir gün gerçekleştireceğimi düşünmek yeterli olmalıydı. Galiba bu insanı mutlu eden bir durumdu. Hayal etmek ve ümitle yaşamak. Bu felsefenin yakasını katiyen bırakmamalıydım. Peki çalışmalı mıydım? Yeniden başlamalı mıydım? Galiba buna maddi açıdan ciddi ihtiyacım vardı?

18 Kasım 2010 Perşembe

Ve Sonrası (25. Bölüm)

Mevsim tatil için riskliydi. Hem yazı, hem kışı birlikte yaşama olasılığımız çok yüksekti. Tamamen yazlık olanların yanında, serin havalarda giyilebilen şeyleri de götürmeli hatta kışlık türü giysileri de mutlaka yanıma almalıydım. Gardrobumu iyiden iyiye gözden geçirdim. Ağırlıklı olarak siyahlar ve beyazlardan seçimlerimi yaptım. Pamuklu trikoları ayırdım, şort, kapri ve kot pantolonlarımı da tespit ettim. Yine serin havalar için kalın bir yelek, kot ceket ve bir de hırka ayarladım. Ayakkabı olarak bantlı, metalli, dekolteleri seçtikten sonra spor pabuçlarımı da çıkarttım, hatta bunları yıkayıp temizledim. Kısacası yaz, sonbahar ve hatta kışın ilk günlerinde giyilebilecek her şeyimi bir kenara yığmaya başladım.

Mayolar, havlular, aksesuarlar derken kocaman bir yığınım oldu. Dolduğu zaman 32kg alan, beyaz Samsonite bavulumu da bulunduğu yerden indirdim. Artık tüm iş, seyahate kadar bunları yerleştirmeye kalmıştı. Aklıma gelen ilaveleri de yapacak, yine alışverişini henüz tamamlamadığım losyon, krem, güneş sütü gibi şeyleri de koyduktan sonra bavulumu tamamıyla yerleştirmiş olacaktım. Bu ara bir de Salı Pazarına gitmeliydim.

Heyecanlar devam ederken Ekim’in ilk günlerini yakaladım. Sürekli internette meteorolojinin sitesinde hava tahminlerine bakıyordum. Galiba rüyalarım gerçek oluyordu, havalar son derece ılık ve güzel gidiyordu. Bu arada Antalya’ya geleceğimi öğrenen kuzenim çok memnun olmuş, birlikte yapacaklarımızın listesini oluşturmaya başlamıştı.

Son eksikleri tamamlamak üzere çarşı ve Pazar işlerine birer gün ayırdım. Yaz bittiği için yazlık eşyalarda inanılmaz indirimler vardı. Ivır zıvır deniz malzemelerini çok ucuza satın alarak kesemi büyük bir zarardan kurtardım. Mayolar yüzde yetmişe varan tenzilatlar görmeye başlamıştı. Her beğendiğinizin bedeninize uyanını bulamıyordunuz ama eninde sonunda hoşunuza giden birini pek ala alabiliyordunuz. Ben de öyle yaptım ve kendime cam göbeği üzerine turkuaz rengi şal desenleri olan bir bikiniyi, hayal edilemez bir fiyata satın aldım. Sadece 25YTL ödediğim bu bikininin gerçek fiyatı 100 YTL idi ve yine bir zamanlar 200, 250 YTL gibi paralar ödediğim deniz kıyafetlerim aklıma gelince bu sonuç bir hayli şaşırtıcıydı benim için. Nasıl da bu derece itidalli olabilmiştim. Hayretler içerisindeydim. 

Ve Sonrası (24. Bölüm)

Eylül’ü tüm hızıyla geçiriyordum, kurs ise tam istediğim şekilde ilerliyordu. Sanırım Aralık sonuna yani satın aldığım “altı aylık dönem” bitene kadar istediğim kura varacaktım. Hesaplarıma göre rahat rahat hedefi tutturuyordum. Artık nereye gitsem mutlaka yabancılara dikkat ediyor, bir şey arıyorlarsa ya da soruyorlarsa hemen atılıyor, onlarla konuşuyor, anlatıyor, tüm sorularına bildiğimce yanıt vermeye çalışıyordum. Bazen daha da ileri gidiyor, öneriler de veriyordum. Özellikle orta yaş grubu çok fazla soru soruyorlardı ve ben de büyük bir zevkle ülkemi ve yaşadığım şehrin özelliklerini usanmadan açıklıyordum. İçlerinde Kadıköy Çarşı’ya yönlendirdiğim bir hayli grup da oldu, mahallenin delisi gibiydim ama halimden memnundum. Pratik için bana çok faydalıydı bu hareketler.

Elektronik postalarımı Gmail’den takip etmeyi tercih etmiştim. Başlarda kullanım sıkıntısı çeksem de sonradan çok pratik bulmuş ve değiştirmeyi düşünmemiştim, hatta outlook kullanmaya bile geçmedim, gayet güzel idare ediyordum. Bu iletişim ortam iyice yerleşince tüm üyeliklerimi de Gmail adresime yönlendirmiştim. Bunlardan biri de benim çok sevdiğim Cam Ocağı Vakfı’na olan e-mail üyeliğimdi.

O Cuma e-maillerime bakarken Cam Ocağının bültenini gördüm. Aylık bültenleri düzenli olarak geliyordu. 16 Eylül Pazar günü günübirlik vakıf gezisi vardı. Ben bu günübirlik geziye daha önce de gitmiş ve çok memnun kalmıştım. Vakfın yeri Beykoz’un Öğümce Köyü’nde idi ve sabah erkenden servis ile buraya gidiliyor, tüm gün boyunca cam sanatı üzerine türlü gösteriler izleniyor, atölye çalışmaları yapılıyor ve o günkü acemi ziyaretçiler için bazı basit denemeler yapılıyordu. İsteyen misafirler boncuk, füzyon tekniği ile cam tablolar ya da üfleme tekniği ile basit vazo veya kaseler yapabiliyorlardı. Yine Vakfın uçsuz bucaksız yeşillikler içindeki bahçesinde gezinmek, içinden geçen derenin üzerine kurulmuş teras kısımlarında oturmak, çay, kahve içmek mümkündü.

16 Kasım 2010 Salı

Ve Sonrası (23. Bölüm)

Eylül’ün ilk Cumartesi sabahı erkenden uyandım, gazeteleri kapıdan aldım. Genelde aldığım gibi sehpanın üzerine bırakır ve mutfağa geçerdim. O gün nedense şeytan dürttü, henüz çok erkendi ve zaman geçsin diye göz gezdirmeye koyuldum. Üçüncü sayfada kocaman bir tam sayfa ilan gözüme çarptı. Elektronik eşya, bilgisayar satan büyük firmalardan birinin ilanıydı bu. Bir yazıcı alana yanında dijital fotoğraf makinesi %50 indirimle veriliyordu. Yazıcıya çok ihtiyacım vardı, ne yapıp edip bir tane mutlaka almalıydım, bu ilandaki de gayet makul bir fiyattaydı, ayrıca yanında alabileceğim %50 indirmli fotoğraf makinesi de benim işimi fazlasıyla görürdü, çok gelişmiş bir şey aramıyordum. Üstelik indirimle fiyatı 110YTL oluyordu ve bu gerçekten çok uygun bir fiyattı. Satışlar stoklarla sınırlı olduğundan hemen oraya gitmeli, fırsatı kaçırmamalıydım. Firmanın en büyük mağazalarından biri Altunizade’deydi. Ben apar topar kahvaltı hazırladım, iki lokma bir şeyler atıştırdım ve evden fırladım.

Yolu yürüyerek kat ettim. Ortada büyük bir tehlike vardı, stoklar tükenebilirdi ama ben buna rağmen inatla yürümekten vazgeçmiyordum. Hava o kadar güzeldi ki yürümemek aptallık olurdu. Yarım saat içinde mağazaya vardım. Kapıdan girdiğimde, gazetedeki cihazların koli koli yığıldığını ve bir tepe oluşturduğunu gördüm. Çok şükür yeterince stok vardı. Hemen bir yazıcı ve ilavesi dijital fotoğraf makinesini kaptım, kasaya yönlendim. Garanti belgelerini imzalattırdım, ödememi yaptım, elimde koca bir torba ile dışarı çıktım. Bu arada kampanya 8 taksit imkanı sağlıyordu, neredeyse 1 yıldır bu anı bekliyordum. Beni kesinlikle yormayacak, zora sokmayacak koşullarla bir yazıcı ve en önemlisi fotoğraf makinesi sahibi olmuştum. Hemen eve dönmeli ve kurulumları yapmalıydım. Özellikle fotoğraf makinesi beni çok heyecanlandırmıştı. İlk işim makinemi yanıma alarak Kadıköy’e gitmek, vapura binmek ve resimler çekmek olacaktı.

Eve geldim. Önce yazıcıyı kutusundan çıkarttım, bilgisayarıma bağladım, kurulumlarını yaptım ve ilk çıktılarımı aldım. İyice kontrol ettim, hiçbir sorun yoktu, cihaz tamamdı. Şimdi sıra fotoğraf makinesine gelmişti. İlave belleği yerleştirdim, makineyi açtım, ayarlarını yaptım. Arada kılavuza da bakıyordum ama zaten çok basit şeylerdi, kullanımında bir zorluk olacağını sanmıyordum, deneme çekimlerine hemen başlamalı, tüm sırlarını çözmeliydim. Kılıfına geçirdim ve çantama koydum. Yemeğimi yedikten sonra hemen dışarı çıkacaktım.

Ve Sonrası (22. Bölüm)

27 Temmuz akşamı için özel olarak hazırlandım. Saçlarım iyice uzamıştı ve hileli boya işlemi ile beyazları gizlenebiliyordu. Jöleleyip kıvırcık bir şekil verdiğim zaman da ne renk farkları ne de beyaz hatlar kalmıyor, tamamen ortadan kalkıyordu. Gece saatlerinde ortamın loşluğunda görünen ise sadece uzun ve kıvır kıvır gölgelerdi. O yaz moda olan kapri yani dizaltı pantolonlardan benim de bir tane vardı. Siyah kaprimin üstüne esnek kumaştan dikilmiş dar bir bluz giydim. Kolları ve yakası volanlar içinde olan bu gri, siyah ve beyaz desenli bluz o akşamın Latin ortamına gayet uygundu. Ayağımda parmak arası ince bantlı, tamamen topuksuz, pırıltılı sandaletlerim vardı. Hasbelkader bir şeyler uydurabilmiştim. Kolyeler, küpeler derken süslü bir koket oldum sonunda ya da kendime göre öyleydim.

Kuzenimle evlerimizin arası yürüyerek 10 dakika mesafede olduğundan birlikte taksiyle gitmeye karar vermiştik. Ben taksiyi çağırdım, saat 20.00 gibi O’nu da aldım ve doğru Fenerbahçe True Blue’ya gittik. Biz oraya vardığımızda doğum günü olan arkadaşımız, kız kardeşiyle birlikte mekana gelmek üzereydi.  Biraz bekledik, onlar da gelince mekana birlikte girdik.

Güzel dört kişilik bir masa ayrılmıştı bize ve hemen yerleştik. Menüler geldi, biz de yemekleri seçmeye koyulduk. Açıkçası açlıktan ölüyordum, buraya geleceğim için o gün doğru dürüst yemek yememiştim. Tok karnına sokağa çıkma prensibim o gece için yürürlükten kalkmıştı, o akşam en güzelinden afiyetle yemek yiyecektim. Ben her türlü çeşidi içinde barındıran, alabildiğine soslu, garnitürlü güzel bir et yemeği seçtim. Kızlar da başka başka şeylere karar verdiler. Bunları hallettikten sonra da bir şişe kalitelisinden şarap sipariş ettik. Şarap ve atıştırmalık servisinden yarım saat sonra yemeklerimiz de geldi. O arada hediyelerimizi takdim edip kutlaştık ve yemeğe koyulduk. Gece uzundu. Ağır ağır yiyor ve içiyorduk. Hatta arkadaşımız, yakın bir tanıdığına rastladı ve o da masamıza oturdu. Genelde Cuma veya Cumartesi akşamları dışarı çıkıp da bir tanıdığa rastlamamak mümkün olmazdı. Bu şekilde sohbet, yemek, içki derken müzik zamanı da geldi. Yemeklerimizi bitirip bar tarafına geçmeye karar verdik ama o sırada etraf öyle kalabalıklaşmıştı ki vazgeçtik. Yemekler bitti biz içkilerimize masamızda devam ettik. Bu sırada müzik hızını iyice almış, herkes dans etmeye başlamıştı.

Ve Sonrası (21. Bölüm)

Sıcaklar çok fena bastırmış, sokakta yürümek bile imkansız hale gelmişti. Bu durum insanları eve hapsetmeye başlamıştı. Bu yaz, nasıl olduğu fazla açıklanamayan garip bir şeyler vardı ve bunlar ilk belirtilerdi.

Annem her yıl gittiği havuza yine üye olmuştu. Yeri Fenerbahçe’de olan bu havuza önceki yıllarda ben de giderdim. Benim, annemin üyelik ikramı olarak daha ucuza havuzdan yararlanma olanağım vardı. Havuz hiç tercih etmediğim ve sevmediğim bir ortam olmasına rağmen bu sıcaklarda çare olarak görülebilirdi. Yalnız giriş ücretim 40YTL, orada yenecek ve içilecek şeyler en az 20 YTL civarında olunca bir de otopark parası verince bana maliyeti 70 YTL gibi oluyordu. Bu durumda havuza gitmem çok büyük bir lükstü ve o yıl buna yeltenmedim bile. Belki bir kereliğine gidebilirdim ama o da sokağa atılmış bir para demekti benim için. Genelde annem gitti, ben ise evde olduğum sürece babam ve kardeşime yarenlik ettim, çoğunlukla da ders çalışarak, internette sürekli yabancı dilde yayın dinleyerek zamanımı geçirmeye başladım. Bu sıcak zamanlarda ya erkenden kursa gidiyor uzun zaman orada kalıyordum ya da akşam saatlerini yeğliyordum; gündüzler bana kalıyordu. Yoğun olarak bu işle uğraşmamın yanı sıra bir meşgalem daha vardı. O yıl 22 Temmuz’da erken genel seçimler oldu. Seçimler öncesi parti liderlerinin konuşmaları ya da aydınların, akademisyenlerin tartışma programları televizyonları işgal etmişti. Biz babamla soluksuz izliyorduk bunları. O yıl müthiş bir siyaset uzmanı kesilmiştim. Dikkatle dinliyordum insanları ve çıkarımlarda bulunuyordum.

Uzun yıllardan sonra toplumsal bir konuda bu derece meşgul olmak hoşuma gitmişti. Ayrıca zaman da çok etkin geçiyor, fazla sıkılmadan günlerimizi bitiriyorduk. Türkiye gibi orta gelişmiş bir Ortadoğu ülkesinde siyasetten habersiz yaşamak hem olanaksız bir durumdu hem de büyük eksiklikti. Bu tip ülkelerde insanlar refah toplumlarındaki gibi olamazdı, yaşam önceliklerinin ilk sıralarında siyaset, toplum ve kurumların etkileşimi mutlaka yer bulmalı, nedenler, sonuçlar çok dikkatli irdelenmeli ve gerçekler bilinmeliydi.

11 Kasım 2010 Perşembe

Ve Sonrası (20. Bölüm)

Arabamıza bindik. Ben o an yaşadığım huzuru ömrümün sonuna kadar unutmayacağım.  Beynimi kemiren, cebimi yiyip bitiren her türlü para kurutma kaynağından az önce kurtulmuştum. Bundan büyük mutluluk olur muydu? Babam da benimle aynı durumdaydı, bu ev meselesi onu da epey yıpratmış ve üzmüştü. O da ben de bu ağırlıktan ebediyen kurtulmuştuk. Bizi tertemiz bir hayat bekliyordu, bundan böyle bir kuruş borcum olmayacaktı artık.

Beylikdüzü’nden eve dönüşlerimden hep çok nefret etmiştim. Cuma akşamı yol son derece kalabalık olur ve trafikte insan can çekişirdi. Son sekiz ay süresince bir kere daha buraya gelmiş ve bir Cuma akşamı direksiyon sallayarak geri dönmek zorunda kalmıştım. Mutluluktan bunlara aldırmıyordum ama bu benim Beylikdüzü denen yerden evime son dönüşüm olacaktı. Kolay kolay buralara adım atmayacaktım. Bu sefer son seferdi. İstediğim gibi de oldu.

Eve kuşlar gibi uçarak döndük. Saat 20.00 civarı içeri girmiştik. Hiç üşenmedim, mutfağa girdim. Kendime dünyanın en güzel salatasını yaptım. Buzdolabındaki bütün peynirlerden güzel bir tabak hazırladım. Tahıllı ekmek dilimlerini sepete koyup zeytinyağ soslu zeytinlerimi kendi özel tabağına yerleştirdim. Evdeki şaraplardan birini açtım. Özellikle stoklardaki adakaralarından birini seçtim. Bu hazırlıkları yaparken babama da yemek önerisinde bulunmuştum ama o açlıktan beklemeyi istememiş girer girmez bir şeyler yemişti, çünkü tüm hevesini ertesi güne saklamıştı. Ben bekleyemezdim. Hazırlıklarımı masada tamamladım. Diskmen’imi belime taktım, kulaklıkları kulağıma geçirdim, “Çal” tuşuna bastım. Angela Dimitriou albümün dokuzuncu şarkısı; Mine ston kosmo sou (stay in your world) çalmaya başladı ben de yavaş yavaş kutlamama geçtim. Hemen belirteyim o zamanlar iPod denen cihazlardan da bende yoktu, o kadar gerilerdeydim, diskmen ile idare ediyordum ve mutluydum, bana yetiyordu.

Bugünü “hayatımdaki en mutlu günler” listesine ekledim. O sıralar böyle bir liste hazırlıyordum.

Ve Sonrası (19. Bölüm)

Annemle yaptığımız Sarıyer gezisinin tadı damağımda iken bizim kızlardan haftasonu için önce kahvaltı sonra da bol yürüyüşlü bir buluşma programı haberi geldi. Üniversiteden sınıf arkadaşım beni aradı ve Cumartesi günü Emirgan Mehtap Kafe’de kahvaltı yapacağımızı söyledi. Yine ortak arkadaşlarımızdan birine daha haber verdiğini, o arkadaşımızın ise İngiltere’de yaşayıp o günlerde tatil için İstanbul’da bulunan kız kardeşinin de geleceğini söyledi. Dört kişi sabah saat 10.00-10.30 gibi Mehtap Kafe’de buluşacak ve kahvaltı edecektik.

Mehtap Kafe Rumeli boğaz hattının efsaneleşmiş yerlerinden biriydi, hemen yanında Sabancı’ların atlı köşkü yani Sabancı Müzesi bulunmaktaydı. Kafe, yaşlı çınarlarla gölgelenmiş büyük bahçesinde masaların ve tahta iskemlelerin olduğu, keten ekose masa örtülerinin ilk bakışta gözü aldığı, yiyecek listesi zengin, her kesimden insanı ağırlayabilen, salaş ama yılların da yok edemediği en nostaljik yerlerden biriydi. Burada oturmak insanın ömrüne ömür katan bir yaşam dilimiydi ve kesinlikle canınız kalkmak istemezdi.

Hemen hemen herkes aynı saatte mekana geldi. Ben her zamanki gibi vapur, otobüs tercihini yapmış sabah erkenden o tarafa geçmiştim. Fazla beklemeden arkadaşım da geldi, arkadan da diğerleri. Masamıza yerleştik ve hemen isteklerimizi söyledik. Beyaz peynir, bol zeytinyağlı siyah zeytin, reçel, bal, doğranmış domates, omletler, haşlanmış yumurta, kaşar peyniri gibi geleneksel kahvaltıda yenen her şeyi sipariş ettik. Mis gibi demli çaylar hemen geldi, arkadan da tabaklar masaya yayıldı. Bu arada ekmeğin dışında ayrıca simitimiz de vardı. Büyük bir iştah ve keyifle yiyeceklere yumulduk. Biten çaylarımız anında tazeleniyor biz keyiften dört köşe hem yiyor, hem de yarışırcasına sohbet ediyorduk. İlk saldırıdan sonra biraz yavaşladık, sıra olayın iyiden iyiye keyfini çıkartmaya gelmişti. Parçalı bulutlu ama güneşi hep parlayan mis gibi ılık havada etrafımızdaki güzellikleri asla kaçırmıyorduk. Ben zaman zaman kafamı kaldırıp ışıl ışıl parlayan denize bakarak derin derin nefes alıyordum.

9 Kasım 2010 Salı

Ve Sonrası (18. Bölüm)

2007 Nisan’ı çok hareketli bir aydı, ülke genelinde yaşanan ve bir döneme damgasını vuran bir çok olay bu ayda gerçekleşti. İş döneminde belki haberimin dahi olmayacağı bir çok olayı yakından izlemek, hatta olayların içine girmek gibi eylemlerim oldu. Bunlardan biri de her hafta ülkenin belirli bir yerinde yapılan Cumhuriyet Mitingleriydi. Siyasetten hiçbir zaman uzak durmamış biri olarak bunları ilgiyle izliyor ve destekliyordum. Ülkemizin içinde bulunduğu durumdan kaygılanıyor ve tepkimi  vermek için bu eylemlere katılmayı yanlış bulmuyordum. Katıldım da. 29 Nisan 2007’de Çağlayan meydanında elimde bayrağım ve yanımda arkadaşlarımla gidişata dur demek için oradaydım.

ÇİYA’lı Kadıköy gezisi yaptığım arkadaşım bir gün önce beni miting için aramış, gidip gitmeyeceğimi sormuştu. Kararım gitmek şeklindeydi ve söyledim. Benden bu yanıtı alınca hemen dahil oldu. İki dakikada gidiş için planı yaptık ve sabah buluşmaya sözleştik. Arkadaşım, eşi, ağabeyi ve ben Kadıköy’de buluştuk, arabaya doluştuk ve karşıya geçtik. Arabayı Levent’e ara sokaklardan birine park ettik, bir otobüse atlayıp Mecidiyeköy’e geldik, oradan da yürüyerek Çağlayan Meydanı’na ulaştık. Güneş içinde aydınlık bir gündü. Alan telaffuz edilemeyecek kadar kalabalıktı. Kendimize bir köşe bulup mevzilendik. Elimizde bayraklarımız, dilimizde sloganlarımız saatlerce orada kaldık. Bağırdık, çağırdık, şarkılar söyledik, alkış tuttuk. Mitingin sonunda da yürüyerek Levent’e arabayı bıraktığımız yere döndük. 

O miting tarihin en kalabalık mitinglerinden biriydi ve tüm yollar insanla dolmuştu. Levent’e yürüdük çünkü başka seçeneğimiz yoktu. Tüm çıkışlar kapalıydı, yollar, caddeler insanlarla tamamen tıkanmıştı. Ben yorgunluktan ölmek üzereydim ayrıca susuzluktan da başım dönmeye başlamıştı. Tam Mecidiyeköy merkeze vardığımızda bir simitçi bulduk. Fırından yeni çıkmış taptaze simitler sepette, pet şişelerdeki sular ise adamın tezgahındaydı. Hemen birer şişe su ve birer simit aldık. Hayatımda yediğim en lezzetli simitti bu. Açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereyken ve ayaklarım artık beni taşımazken son dakikada bulunan bu simit ve su, yaşamda mutluluk kıstaslarının ne denli göreceli olduğunu bana kanıtlamıştı. Sevinç ve huzuru uzaklarda aramak çok anlamsızdı, hep yanımızda var olan kolayca erişebileceğimiz şeyler dururken, ihtiraslarımızın ve tatminsizliğimizin kurbanı olmanın ne denli zavallı bir durum olduğunu hissettim. O simit ve su, Nişantaşı’ndaki en lüks kafelerde, boğazdaki pahalı lokantalarda yenen yemeklerden çok daha lezzetli ve doyurucuydu.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Ve Sonrası (17. Bölüm)

Geleneksel hale gelen dörtlü buluşmamız yaklaşmaya başlamıştı. Acilen mailleşerek tarih konusunda anlaştık. Eski müdürüm, bölüm arkadaşım ve grubun ithal elemanı kardeşimiz, Sultanahmet’te buluşmaya karar verdik. O sene İstanbul’da bir LALE festivali oldu. Belki daha önceleri de vardı ama bu sene olay daha görkemliydi. Şehrin her yanına lale ekiliyor, belli başlı geçiş noktalarında kurulan çadırlarda, gelen geçene bedava lale soğanları dağıtılıyordu. Belediye İstanbul’u lale bahçesi haline getirmeye ant içmişti sanki. Her şeye karşın görüntüler mükemmeldi. Açıkçası ben bakmaya doyamıyor, rengarenk çiçekleri manzarama alıp bir yerde oturmaya, çay-kahve içmeye bayılıyordum.

Lale günlerinde sokakta olmak güzeldi. 6 Nisan günü sözleştiğimiz üzere Sultanahmet’in yolunu tuttum. İhracat fazlası mağazadan aldığım kırmızı anorağım üzerimdeydi, içimde ise ince, uzun kollu kahverengi bir penye bluz vardı. Bunları kotumun üstüne geçirmiştim, boynuma şalımı dolamış, saçlarımı arkadan tek örgü yapmış, sade bir şekilde evden çıkmıştım. Kırmızı lalelerle uyum içindeydim. Her zaman olduğu gibi Kadıköy’e yürüdüm. Yürürken bizim caddedeki dükkanların vitrinlerine bakındım. Bir fotoğraf makinem olsa ne iyi olurdu diye düşündüm çünkü son zamanlarda gördüğüm manzaralar öyle güzeldi ki resmini çekmek isteği içimde gittikçe büyüyordu.  O zamanlar henüz satın almayı düşünecek durumda değildim, bütçenin toparlanmasını beklemem şarttı ya da çok iyi bir kampanya yakalayıp bedavaya getirmeliydim.

Öğlen, yemek saati civarında hepimiz Sultanahmet Meydanında bir araya geldik. Sarılıp, öpüştükten sonra yapılacak ilk işin tarihi köftecide karnımızı doyurmak olduğuna karar verdik ve köfteciye girdik. Saat 13.00 olmuştu ve içerisi hınca hınç doluydu. Bizim için hava hoştu, bekleyebilirdik. Ancak derdimiz konuşmak ve birbirimizi görmek olduğundan en üst kata çıkmayı yeğledik ve masamıza güzelce yerleştik. Köfte ve piyazlarımızı sipariş ettik. Ayrıca iki adet de salata söyledik. Hepsi kısa sürede geldi. Selim Usta’nın efsaneleşmiş köfteleri her zamanki gibi mükemmel lezzetteydi. Afiyetle yedik. Benim dışımda herkes irmik helvası söyledi. Adet olduğu üzere köftenin üzerine helvalar da yendi. Hesabı istedik. Adam başı yaklaşık 12-15YTL’ye yemek işini bitirmiştik. Performans müthişti. Şimdi sırada; dışarı çıkmak, meydanın her köşesinde dolaşmak, laleleri izlemek ve bir başka yerde kahve içmek vardı.

Ve Sonrası (16. Bölüm)

...Türlü kaçış denemelerime rağmen pis paraya muhtaç olmak bana ayrıca büyük acı da veriyordu. Şükür ki bu macerada direkten döndüm ve güzel hayatıma yeniden başladım. (onbeşinci bölümün son cümlesi).

Artık bundan sonra internetteki kariyer siteleri, iş başvuruları benim için eğlence olmanın ötesine geçemeyecek, onlar benimle değil ama ben onlarla zamanımı geçirip, neşelenecektim. Ülkemizde tepeden tırnağa toplumu esir almış yozluk, bu alanda da üst düzeydeydi. Kimse ne aradığını bilmiyor, aradıklarını sandıkları insanlar karşılarına çıktığında da bunu fark edemiyorlardı. Ortada çok ciddi bir sorun vardı ve bu sorun halledilinceye kadar iş aramaktan vazgeçmeyi uygun görmüştüm. Aslında Beylikdüzü’ndeki evim satılsa bütün problemler sona erecekti, bu benim en önemli sorunum olup üstüne yoğunlaşmam için artık bir dakika bile gecikmemeliydim. Tüm eylemlerim, maddi, manevi tüm çabalarım bu işle ilgili olmalıydı. Evi satmalı, kredi borcumu kapatmalı, elime kalan para ile hayatımın kalan kısmına bakmalıydım.

EV SATILMALIYDI. KESİNLİKLE AMA KESİNLİKLE SATILMALIYDI.

Beynimi kemiren bu sıkıntılı süreçte yaşadıklarımı düşününce hala çok üzülüyorum. Tek bir kuruşu haram olmayan, alnımın teriyle kazandığım paramdan hatırı sayılır bir kısmının yok olup gitmesi beni hala kahrediyor. İnsanlar türlü yolsuzluklarla milyonlar kazanır ve keyfince harcarlar, ben ise gıdım gıdım yaptığım birikimimden, hak etmediğim halde benim için çok çok önemli bir miktarını boşu boşuna kaybetmiştim. Öte yandan o zaman bu kadar üzüldüğüme de kahroluyorum. Her gecenin sonunda güneş mutlaka doğuyor, ben sanki güneş hiç doğmayacakmışçasına kendimi yıprattım. İlk anlar, ilk sıkıntılar karşısında acemilikten kaynaklanan zayıflıklardı bunlar. Boş yere, düşüncesizce, telaş ve panik sonucunda oluşan insani tepkilerdi. Artık çok daha güçlü, rahat ve soğukkanlıyım. Bu tip maddi konuların beni üzmesine asla izin vermiyorum. Maddenin, ağırlıklı olarak da paranın sadece bağımlılık yapan belalar olduğunu artık çok iyi biliyorum. Ama o gün geçerli olan tek gerçeğimi de asla defterden silmiyorum. Beylikdüzü’ndeki evin satılmasının tek çarem olduğu gerçeğini!

6 Kasım 2010 Cumartesi

Ve Sonrası (15. Bölüm)

Bu sıralarda nedense şansım mı açılmıştı ben de anlayamadım ama eski işyerimle geri dönüşümle ilgili bir flört sürecine girmiştik. Ben, 10 Ocak’ta daha fazla dayanamamış ve bana yapılan haksızlık nedeniyle gittikçe içimde büyüyüp urlaşan duygularımın esiri olup, hiç tanışma şansımın olmadığı ama çıkışımı imzalamış, eski işyerimin yeni genel müdürüne bir elektronik posta göndererek, yaşadıklarımı kısaca özetlemiştim. Belki bir çılgınlıktı ama ne kaybım olabilirdi ki? Hiçbir şey. Artık deliliği elime almış, bir kılıç ya da kalkan gibi kullanıyordum. Ben bir anarşisttim, karşı duruşun her türüne sempati ile yaklaşan ve yanında yer alan bir aktivist olarak bu konuda da rahat durmamalıydım. Ektiğim tohumların yeşermesi Mart ayının ilk haftalarına denk gelmişti. İşe geri dönüşümle ilgili olarak bana randevu verilmiş, elektronik posta yolladığım yeni genel müdürle buluşma fırsatı yaratılmıştı. Şirkete gidişim çok ilginç olmuştu, sanırım hayatında benim gibi deneyimler yaşayan insan azdır. Ben çalışmak, para kazanmak faaliyetlerini zevke dönüştüren ve bu eylemlerin aşamalarına, adımlarına esir olmayan, çılgının biriydim. Karizmamı bu çılgınlık ölçüsünde tanımlamış, sınırlarımı da bu ölçütlerde belirlemiş garip bir insandım. Kendimi böyle görüyor bunu da tüm dünyaya kabul ettirmeye çabalıyordum. Nedeni basitti; ÇÜNKÜ KAYBEDECEK HİÇBİR ŞEYİM YOKTU.  Benim için çok önemli olan benzin paralarına kıyarak eski işime iki kere bu konuda gittim. Genel müdürle enfes diye nitelendireceğim görüşmeleri yaptık; adamla frekanslarımız tutmuş kısacası hayran kalmıştım, O da benim gibi çılgının biriydi. Örtüşmüştüm adamla, o kadar olumlu idik ki birbirimize karşı, ilk dakikada olay netleşmişti. El sıkıştık; iki pozitif bilim insanı, rasyonel mühendisler olarak el sıkışmıştık. Bu el sıkışma bir büyük bekleme dönemine kapıyı açtı. Bana bir teklif yapacaklardı ancak henüz kimse konuyu tüm boyutlarıyla düşünmeye ve değerlendirme aşamasına geçmemişti. Beklenmedik bir durumdu benimkisi ve ortada çözümü verecek formül yoktu.

Bu arada hiç boş durmuyordum, havalar kış için son derece ılıman geçmesine rağmen ben inadına kazak, hırka örmeye devam ediyordum. Nedense bu kış hava katiyen soğumuyordu, bırakın kazak giymeyi, uzun kollu penyeler üzerine deri ceket giyerek sokaklarda geziyorduk. Yine de yılmamış, kendime koyu yeşil, saf yünden çok güzel bir kazak örmüştüm. Zaman bol olduğu için karışık, ağır ilerleyen bir örgü modeli seçmiştim. Tüm parçalar tamamlanmış birleştirilmeyi bekliyorlardı ki en yakın arkadaşım olan üniversite sınıf arkadaşımla Cumartesi buluşmaya karar verdik. Bizim buluşmalarımız ağırlıklı olarak Galatasaray’daki ARA Kafe’de olurdu, yine öyle yaptık. Erkenden evden çıktım, yürüyerek Kadıköy’e geldim, Karaköy Vapuruna binip karşıya geçtim. Hava kapalı ve her an yağmur yağacak gibiydi. Buna rağmen soğuk yoktu ve ben güvertede yolculuk ettim. Her zaman olduğu gibi çayımı deniz manzarası eşliğinde içtim. ARA Kafe’ buluştuk, birer kahve içtik, kahvenin yanında ikram edilen kurabiyelerden yedik. Arkadaşım o sıralar yeni bir digital fotoğraf makinesi almıştı, bende henüz yoktu bu aletlerden. Yeni heves, bir de cihazı öğrenmek amacıyla bol bol fotoğraf çektik. Bu arada güneş açtı, yerini parçalı bulutlu bir havaya bıraktı. Bu da İstanbul turu yapmak ve bol bol resim çekmek için en uygun koşuldu. Hemen jet hızıyla kafamızı çalıştırdık ve Taksim’den kalkıp sahil yolu, Balıklı, Piyer Loti, Eyüp Sultan, Balat güzergahı üzerinden tarihi semtler turu yapan üstü açık iki katlı otobüslerle dolaşmaya karar verdik. Meydana vardığımızda hava muhalefeti nedeniyle, daha doğrusu yağmur olasılığı nedeniyle pek rağbet yoktu ama otobüs turu iptal edilmemişti. Ben ve arkadaşım birer bilet aldık ve otobüse yerleştik. Az sonra tur başladı, hem sohbet ederek hem de etrafı izleyerek Sultanahmet’de turumuzu tamamladık. Hala akşam olmadığına göre biraz daha kalabilirdik. Hemen Soğukçeşme Sokağı’na attık kendimizi. Deliler gibi resim çekmeye devam ettik, güneş batmaya meyletmişti ki, Belediye Sosyal Tesislerinde son molayı verdik. Belediye Tesisleri bu tip turistik yerlerdeki diğer kafelere göre nispeten ucuz oluyordu. Birer bira istedik, kuruyemiş tabağımızla birlikte içkilerimiz geldiğinde Güneş kırmızı bir top halinde inişe geçmişti. İnanılmaz bir dinginlik, hafif bir yorgunluk ve son derece memnun bir o kadar da kaygısız olarak akşamı bitirdik.

4 Kasım 2010 Perşembe

Ve Sonrası (14. Bölüm)

Mart ayında babamla birgün benim evin olduğu Beylikdüzü’ne gitmeye karar verdik. Önce belediye otobüsü ile gidelim diye düşündük daha doğrusu ben ısrar ettim ancak babam başta kabul etse de işin cılkını çıkarttığımı söyledi, arabayla gitmemizin daha doğru olacağına beni ikna etti. Haklıydı da. Hesapladığımızda iki kişi otobüslerle gidiş dönüş ödeyeceğimiz para ile arabayla gitmemiz halinde harcayacağımız benzinin maliyeti arasında çok az fark vardı. Artık bu ince hesapları çok iyi öğrenmiştim. Kafamda 2-3 sn. analizi yapıp hangisinin ucuz olacağını pat diye bulabiliyordum. Yetenek kazanılmıştı ama her defasında uygulanması gerekmiyordu. Neticede eve arabayla gittik. Etrafı gezdik, evin bulunduğu kata çıktık. O sırada bizi apartımanın yöneticisi yakaladı, elinde bir liste vardı ve 6 aylık aidat borcu, asansör onarım masrafı vs. derken bize şimdi tam hatırlamıyorum ama 350-400YTL civarında bir fatura çıkarttı. O an yıkılmıştım, ben bu evden nasıl kurtulacaktım, bir an önce kendisini paraya çevirip diğer borçlarımı kapatmayı düşünürken, bu orada durduğu yerde borç üretiyordu. Moralim çok bozulmuştu, civarda satılık olarak yaklaşık 1000 tane ev varken ve benimkinde SATILIK diye bir afiş dahi yoktu ve bu satış işi nasıl olacaktı? Babama hemen oradaki emlakçılardan biri ile konuşup evi resmen ve emlakçı aracılığıyla satılığa çıkartmamızı söyledim. Bu işler öyle şifaen halledilecek gibi değildi, bir yandan da diyordum ki; babam bu kadar saf olabilir miydi? Sağa sola tembih ederek evi satabileceğine nasıl da kendini inandırmıştı ki böyle? İmkansızdı. İyi ki bugün buraya gelmiş, gerçekle yüzleşmiş ve gerekli harekatı başlatmıştım.

Bu ay benim için oldukça hareketliydi. Baharın gelmesi, günlerin uzaması nedeniyle pek evde durmuyor, yolun yarısını yürüyerek almak suretiyle Kadıköy yakasında ya da Taksim taraflarında bol bol gezinip duruyordum. Bu dolaşmalarım sırasında en sevdiğim şey, İstiklal Caddesindeki kitapevlerini didik didik etmekti. Yine geziyordum ama bu dönemde sadece koklayarak idare ediyordum. Kitaplar ateş pahası idi, benim gibi bir girişte beş kitap alan biri için dayanmak zor görünse de ben artık kitap satınalmıyordum. Zaten kitap da okumuyordum. Yıllardır okumuştum yollarda, kütüphanem dolmuş taşmış, bir o kadar kitabı da sağa sola dağıtmıştım. Düşündüm! Okuduklarımdan aklımda kalan o kadar azdı ki? Evet kitap güzeldir ama bunun gerçekten yararlı olanlarını seçmek çok güç bir iş. Bundan böyle sadece biyografileri ya da belgesel niteliğindeki kitapları okuyacaktım; gerçekleri anlatan, hayatı anlamayı kolaylaştıran, düşünsel ve zihinsel olarak bana katkısı bulunan kitapları okumalıydım. Hediyeleri kabul edebilirdim bir de ödünç alma yöntemini benimseyebilirdim. Yeniden para kazanana kadar da bu işi ertelemiş, fırsat buldukça ödünç aldıklarım dışında satınalarak kitap okumamıştım, okumayacaktım da. Bir de müzik albümleri. Onlar beni ruhen epeyce yoruyordu, bir CD.nin 27YTL olduğunu görünce değil satınalmak ellemeye bile kıyamıyordum. Ne güzel albümler çıkmıştı, sevdiğim müzisyenlere ait çok değerli albümler sıra sıra raflarda idi. Bunları almam imkansızdı, asla bu kadar para veremezdim. İki CD’ye 54YTL, Allahım bu muhteşem bir meblağ idi, benim bir aylık AKBİL dolum ücretimdi. Bu ne pahalılıktı böyle, sinir oluyordum. Korsan satıcıları özledim bir an, onlar bizim gibi çaresiz, parasız insanların derdine deva imişler de biz bilmezmiş, onlara laf edermişiz. Yasadışılığın en üst düzeylerde olanaklar bulduğu ülkemde bu gariban çerçeve dışına çıkmayan, hayati tehlikesi olmayan, zehir saçmayan, adam öldürmeyen bir sahtecilik ya da suç faaliyeti olan korsan CD’ciliğe son verilmiş olmasını kınıyordum hergün. Kahrolsunlardı bunları yasaklayanlar.

2 Kasım 2010 Salı

Ve Sonrası (13. Bölüm)

Baharımsı kış döneminde dışarıda çok zaman geçirdiğim için toplumun 2000’li yıllarda almış olduğu şekli iyice anlamıştım. Halkımız para üzerine epeyce kıvamlanmıştı. Hayatı algılama benim bildiğimden daha farklıydı ve yaşam biçimleri çok değişmişti, ışık hızında bir değişim olmuştu, özellikle iletişim teknolojilerinin insanı soktuğu biçim hayret edilecek cinstendi. Bazı şeyleri anlayamıyordum. Giyim, kuşam, iş ve insan ilişkileri farklıydı, paranın devinimi, çevrim sanatı gibi uğraşlar vardı artık ve hiç bildiğim konulardan değildi. Ben hala genelde nakitle gezen, cep telefonunu da evi aramak için kullanan, üstelik sadece 2 aydır bir dizüstü bilgisayarı olan modası geçmiş, tarihte yaşayan acınacak bir mühendistim. Bakalım yeniden çalışmak nasıl olacaktı? Belki de sürekli yaşadığım yeniliklerin bende yarattığı acılar son bulacaktı.

23 Şubat’ta uzun bir aradan sonra ayda 2000YTL maaşla işe başladım. İşyeri Dudullu’da idi, evime yakın sayılabilirdi. Aslında hiç içime sinmemişti ama hiç değilse maaş diye verilecek para ile kredi borcumu ödeyebiliyor, azıcık bile olsa bakiye kalıyordu. Ana param sıcak fön görmüş kar gibi eriyeceğine bu şekilde korunabilirdi. Ne güzel bahar kapıyı çalmış, doğa uyanıyorken, mimozalar sarı sarı yollarda bana gülümsüyorken ben eski kazandığımın yarısına ağır bir işe giriyordum. Dört ay çabucak geçmişti ama sokaklara henüz doyamamıştım.

Kararlaştırılan tarihte yeri Dudullu’da olan bir üretim şirketindeki işime arabamla gittim. Şirket 40 yıl öncesinde yaşıyordu sanki, eski Türk filmlerinde gördüğümüz fabrikalara çok benzeyen, açık ofis mantığının henüz yerleşmediği, küçük kare odalarla dolu bir merkez-ana binaya sahip, son derece sade ve naif bir yerdi. Yerler mozaik olup kapılar demirdendi. Biraz kaygıyla baktığım bu görüntü bana fırfır büroların uzağına çıkma, çalışma yaşamını yeniden gözden geçirme fırsatını verdi. Firmaya birden kanım kaynamıştı, değerimin belki de yarısına denk gelen maaş seçeneğini kabul ederek siftahı yaptım. İlk günden her şey son derece düzgün başlamıştı, masam hazırdı, bilgisayar ve tüm kırtasiye ihtiyaçlarım masamın üzerinde hazır bekliyordu. Hiç ummadığım bir profesyonellikle karşı karşıyaydım. Buraya aşık olmuştum. Elemanlar işyerini sahiplenmişlikle çalışıyor, yıllardır orada olup yurtdışlarında master üzerine master yaparak ruhunu kirletmiş insanlardan büyük farklarla ayrılıyorlardı. İnanamadım bu kadar temiz ve güzel insanların var olduğuna. Yeni işim harikaydı. Öncesindeki tüm depresif ruh halimden sıyrılmıştım. Burası harikaydı.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Ve Sonrası (12. Bölüm)

Şubat ayının ilk haftası, bizim aylık buluşma planımızca belirlenmiş bir zamandı. Ben, eski müdürüm, bölüm arkadaşım ve eski müdürümün yeğeni buluşmaya karar verdik. Gerçi o sıralarda hararetli bir şekilde iş görüşmelerine gidiyor ve biriyle de el sıkışmak üzere uzun iznimin belki de son günlerini yaşıyordum. Hatta kesinleştirdiğim ama hala başlama günümü bir türlü belirleyemediğimiz bir işim dahi olmuştu.

Şu an bile öylesine net hatırlıyorum ki 9 Şubat Cuma günü Ortaköy’de bir araya geldik. Bir hafta geç olmuştu bu kez çünkü özel bir randevum yüzünden buluşmayı bir sonraki haftaya ertelemiştik. Şubat’ın 9’u ve sıcaklık 20 derece civarında mükemmel bir havada Ortaköy’deydik. İnanılmaz güzellikteki deniz, manzara, ılık  hava, hafta içi olmasına rağmen cıvıl cıvıl bir insan kitlesi ile o gün ortam çok güzeldi. Ben o gün de yeni ördüğüm hırkamı giymiş onlara göstermiştim. Gerçi sıcaktan kurdeşen dökmüştüm ama dayanmıştım. Çay bahçelerinin sırasında güzel bir kafe’de yarı içeride yarı dışarıda oturuverdik. Ben menüden sıradan bir sandviçi seçtim. Evde mis gibi yemekler yapıyor sağlıklı besleniyordum ve bu tip yerlerde lezzetlenmesi için türlü soslarla bir kalori bombası haline gelen sağlığa son derece zararlı yiyecekleri de hayatımdan çıkartmaya başlamıştım. Birer de soda söyledik. Yine papağanlar gibi konuşuyor, gevezelikten ortalığa ses saçıyorduk. Kafeye girmeden önce klasik çay bahçelerinde birer bardak çay içmiştik ve hesabımızı eski müdürümün oğlu bizim de manevi kardeşimiz ödemişti, zira kendisi artık çalışmaya başlamış ve maaş sahibi bir delikanlı olarak bize bu jesti yapmıştı. Hala yediğimiz kazığa inanamıyorum, bir bardak çay 3YTL idi Ortaköy’de. Vapurda 50kuruş, Ortaköy’de 3YTL. Bir daha asla Ortaköy’de çay içmeyecektim, dünyanın en zengini olsam da bu hayatım boyunca ihlal etmeyeceğim kuralımdı artık benim.