16 Kasım 2010 Salı

Ve Sonrası (23. Bölüm)

Eylül’ün ilk Cumartesi sabahı erkenden uyandım, gazeteleri kapıdan aldım. Genelde aldığım gibi sehpanın üzerine bırakır ve mutfağa geçerdim. O gün nedense şeytan dürttü, henüz çok erkendi ve zaman geçsin diye göz gezdirmeye koyuldum. Üçüncü sayfada kocaman bir tam sayfa ilan gözüme çarptı. Elektronik eşya, bilgisayar satan büyük firmalardan birinin ilanıydı bu. Bir yazıcı alana yanında dijital fotoğraf makinesi %50 indirimle veriliyordu. Yazıcıya çok ihtiyacım vardı, ne yapıp edip bir tane mutlaka almalıydım, bu ilandaki de gayet makul bir fiyattaydı, ayrıca yanında alabileceğim %50 indirmli fotoğraf makinesi de benim işimi fazlasıyla görürdü, çok gelişmiş bir şey aramıyordum. Üstelik indirimle fiyatı 110YTL oluyordu ve bu gerçekten çok uygun bir fiyattı. Satışlar stoklarla sınırlı olduğundan hemen oraya gitmeli, fırsatı kaçırmamalıydım. Firmanın en büyük mağazalarından biri Altunizade’deydi. Ben apar topar kahvaltı hazırladım, iki lokma bir şeyler atıştırdım ve evden fırladım.

Yolu yürüyerek kat ettim. Ortada büyük bir tehlike vardı, stoklar tükenebilirdi ama ben buna rağmen inatla yürümekten vazgeçmiyordum. Hava o kadar güzeldi ki yürümemek aptallık olurdu. Yarım saat içinde mağazaya vardım. Kapıdan girdiğimde, gazetedeki cihazların koli koli yığıldığını ve bir tepe oluşturduğunu gördüm. Çok şükür yeterince stok vardı. Hemen bir yazıcı ve ilavesi dijital fotoğraf makinesini kaptım, kasaya yönlendim. Garanti belgelerini imzalattırdım, ödememi yaptım, elimde koca bir torba ile dışarı çıktım. Bu arada kampanya 8 taksit imkanı sağlıyordu, neredeyse 1 yıldır bu anı bekliyordum. Beni kesinlikle yormayacak, zora sokmayacak koşullarla bir yazıcı ve en önemlisi fotoğraf makinesi sahibi olmuştum. Hemen eve dönmeli ve kurulumları yapmalıydım. Özellikle fotoğraf makinesi beni çok heyecanlandırmıştı. İlk işim makinemi yanıma alarak Kadıköy’e gitmek, vapura binmek ve resimler çekmek olacaktı.

Eve geldim. Önce yazıcıyı kutusundan çıkarttım, bilgisayarıma bağladım, kurulumlarını yaptım ve ilk çıktılarımı aldım. İyice kontrol ettim, hiçbir sorun yoktu, cihaz tamamdı. Şimdi sıra fotoğraf makinesine gelmişti. İlave belleği yerleştirdim, makineyi açtım, ayarlarını yaptım. Arada kılavuza da bakıyordum ama zaten çok basit şeylerdi, kullanımında bir zorluk olacağını sanmıyordum, deneme çekimlerine hemen başlamalı, tüm sırlarını çözmeliydim. Kılıfına geçirdim ve çantama koydum. Yemeğimi yedikten sonra hemen dışarı çıkacaktım.

Aceleyle öğlen yemeğimi yedim, kotumu giyip fırladım. Bizim sokaktan caddeye gidene kadar çiçek, ot, yaprak ve taş ne gördüysem resmini çektim. Sonra hemen eve döndüm ve fotoğrafları bilgisayarıma yükledim. Tabii bu iş için ek programlar yüklemem gerektiği ortaya çıktı, makine ile birlikte verilen CD’yi taktım ve hemen yüklemeleri tamamladım. Sonunda çektiğim fotoğraflar ekranımda göründü. Sonuç harikaydı. Tam istediğim gibi fotoğraflar çekmiştim, alet çok pratikti, artık makinemi çantamdan eksik etmeyecektim. Neredeyse maliyetsiz bir düzeneğe sahip olmuştum.

Bilgisayarı kapattım ve bu kez akşama kadar dönmemek üzere evden çıktım. Önce Kadıköy’e indim, çarşı içinde onlarca fotoğraf çektim, sonra vapura bindim. Hava parçalı bulutlu ama güneş yoğunluklu olduğundan, rüzgar da poyrazdan estiğinden görüş alanı son derece temiz, berrak,  renkler ise pırıl pırıldı. Haydarpaşa Garı, deniz, martılar, simitçiler, yolcular, bulutlar, deniz ve içtiğim çayın fotoğraflarını usanmadan çektim. Vapurdan indim, artık Eminönü civarlarındaydım. Mısır Çarşısı, Yeni Camii, yollar, Galata Köprüsü, tramvay, Sarayburnu görüntüleri hepsi resimlendi ve kayıtlara geçti. İşte tam bu anda pilim bitti. Demek iki kalem pil ile yaklaşık 70 adet fotoğraf çekilebiliyormuş bunu anladım. Aslında hemen şarj edilebilir pillerden almalıydım ama idare edecektim. İlk gördüğüm yerde pillerimi yeniledim ve bu kez Üsküdar vapuruna binerek Üsküdar’a geçtim. Benzer şekilde dönüşte de bir dolu resim çektikten sonra eve ulaştım. Annemi, babamı, kardeşimi bezdirene kadar çektim. Sonunda insafa geldim ve fotoğraf çekmeyi durdurdum. Bilgisayarımı açtım ve tüm çektiklerimi bilgisayarıma yükledim. Yeni oyuncağıma bayılmıştım. Ben bu aletle en az iki ayımı doldururdum.

Keşke daha önce sahip olsaydım diye hayıflandım. Onca gittiğim geziler, yurtdışında ziyaret ettiğim yerler hep resimsiz kalmıştı. Topu topu 50 ya da 100 fotoğrafı olabilmişti, oysa şimdi öyle mi olacaktı. En az 400 resimle dönecektim 2-3 günlük seyahatlerden. Öykülerimi yazmak için sürekli not almak yerine fotoğraflar çekecek ve bunların rehberliğinde en güzel yazılarımı yazabilecektim. Niye ben hayatta her şeye çok geç sahip oluyordum ve niye hep geriden geliyordum. Şu basit olay bile beni ciddi ciddi düşündürmeye yetmişti. İleriden gitmek için ne yapmam gerektiğini ise bir türlü çözememiştim. Oysa küçükken böyle değildim. İki tekerlekli bisiklete binmeyi 4 yaşımda, araba kullanmayı 16 yaşımda öğrenmiştim. Üniversiteye başladığımda 17 yaşımdaydım ve bir evde tek başına kalabilmiştim. Tek başına yaşayabilmiş, bütün işlerimi kendim görebilmiştim. Şimdi niye böyle yavaşlamıştım? Hep o yalıtılmış iş hayatı yüzünden olmuştu bunlar. Bir yerde çok uzun kalmamak gerekiyordu. Ne yazık ki bu hatayı yapmıştım. Telafi edecek zamanım var mıydı acaba?

Yaz ayları araya mesafe sokmuş bizim geleneksel buluşmalarımızın hızını kesmişti. Daha fazla beklemedim ve hemen bir e-mail hazırladım.  Havalar sonbahar rengindeyken acilen buluşmalıydık çünkü. İletiyi alan herkes hemen yanıt verdi, belli ki özlemimiz son raddedeydi. İçimizden birinin önerisi Baltalimanı İSKİ tesisleriydi. Daha önce buraya gitmiş ve çok beğenmişlerdi. Devlet teşebbüsü olduğu için de kar amacı gütmeyen makul bir yerdi. Hizmet verilen binalar birer tarihi eser, bahçeler bakımlı, konum ise harikaydı. Resimlerini de bizimle paylaşınca hepimiz bayıldık ve burada buluşmaya karar verdik. Ancak yeri doğru dürüst bilmiyorduk, herhangi bir karışıklığa sebep vermemek için tüm kadro Beşiktaş’ta İskele civarında buluşmayı kararlaştırdık.

Beşiktaş’ta buluşup sarılıp öpüştükten sonra boğaz hattında seyreden otobüslerden birine atlayıverdik. Kalabalıkta sıkış sıkış giderken hem için için kızıyor hem de birbirimize bakıp gülüyorduk. O an tüm yolculara dikkat diye bağırmak geçti içimden.

Ey ahali bakın! İyi bakın! Bu dört insan daha düne kadar bir işletmede önemli bir bölümün bel kemiği idi, her biri bu kemiği oluşturan en değerli omurları iken şimdi otobüs tutmaçlarına asılmış düşmemek için cambazlık öğreniyor. Yaşam, sürekli insanları eğiten ve hiç bitmeyen en zorlu okul. Bunu aklınızdan çıkartmayın! diye çığlık çığlığa bağırmak!

İçimden o insanlara bunu söylemeyi o kadar istedim ki, aklımdan geçerken hem kaşlarım çatılıyor hem de dudaklarım kahkahalar düzeninde kıvrılıyordu. Yüzümü görenler acaba aklımı kaybettiğimi düşünmüş olabilirler miydi? Umrunda bile değildi, ben yaşamın her anını eğlence haline getirmeyi ilke edinmiş bir palyaçoydum artık.

Bu binbir duygu içinde Baltalimanı’na gelebildik. Otobüsten indik ve yeri bilen arkadaşımızın peşine takıldık. O sırada bölüm arkadaşım bugün bir sürpriz konuğumuz olduğunu, ayarlayabilirse bize katılacağını söylemişti. Hepimiz çok sevindik, bu konuğumuz aynı gün aynı saatte işten çıkışı bildirilen, ilk an dostumuzdu. Hem eğer gelirse aramızdaki tek erkek olacaktı ve güne renk katacaktı. Biz daracık dolambaçlı yollardan oflaya puflaya İSKİ tesislerine varmayı başardık. Büyük kapıdan içeri girdik ki ben büyülendim. Boğaz hattı gerçekten cennetti ve elde tek tük kalmış bu tarihi yapıların bir gün başkalarının eline geçerek heba olmaması gerektiğini bir kere daha düşündüm.

Yenilenmiş ve beyaza boyanmış ahşap konaklar, usta bir el tarafından düzenlenmiş bakımlı bahçe, rengarenk çiçekler, cilalanmış parke taşlar, şimşirlerin sınırladığı bahçe tretuarları, ayıklanmış ve sağlıklı bir görünüme kavuşmuş ulu ağaçlar, masmavi İstanbul Boğazı ile filmlerde gördüğümüz masal alemi gibi bir yere gelmiştik. Hepimiz mekana bayılmıştık ancak ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Pazartesi olsa kapalı olabilirdi ama günlerden de Cuma idi. Ortamdaki bu sessizlik niyeydi diye düşünürken Ramazan’da olduğumuz aklımıza geldi. Ne de olsa devlet teşekkülündeydik ve tüm yaşam Ramazan’a göre yeniden düzenlemiş, ayar çekilmişti. Biz de biraz bahçede dolanıp fotoğraflar çektikten sonra mekandan ayrıldık ve Ortaköy’e gitmeye karar verdik.

Girdiğimiz kapıdan çıktık, boğaz yoluna inmek için yokuştan aşağıya yürümeye başladık. Niyetimiz boğaza iner inmez bir taksiye binmekti. Dört kişiydik ve bu bize asla yük olmazdı. Bir yandan gülüyor bir yandan da yaşadıklarımızı eleştiriyorduk ki arkamızda bir araba durdu. Dönüp baktığımızda gözlerimize inanamadık. Konuğumuz olan arkadaşımız bize büyük bir sürpriz yapmış, bizi orada yakalamıştı. Zaten hayal kırıklığı ve beraberinde yorgunluk yaşarken arabayı ve arkadaşımızı görmek son derece mutlu edici bir olaydı. Bağıra çağıra arabaya koştuk, bir güzel yerleştik. Doğruca Ortaköy’e gittik.

Ortaköy’de bu kez hedefimiz kumpircilerdi. Çay kazığı asla yemeyecektik. Ayrıca öğrencilik yıllarımıza dönmeye, en az 25 yıl geriye gidip de nostalji yaşamaya ihtiyacımız vardı. Bir de Haluk Levent elinde gitarı ile kaldırımlarda müzik yapsaydı o gün bize; sanki yıllar öncesinden çıkıp gelmiş gibi ne güzel olurdu ama bu olanak yoktu.

Tam köşedeki kumpirciye girdik. Tüm yarı açık alanda Anadolu’ya özgü yörük desenli pamuklu örtülerin olduğu uzun dikdörtgen masalar ve bunların tahta, sedir tipi oturma blokları vardı. Dekorasyon değişikti. Kendimize güzel bir masa seçtik ve yerleştik. Herkes en sevdiği malzemelere göre kumpirlerini söyledi, yanında da kimimiz kola, kimimiz bira sipariş etti. Açık havada, bir yandan yedik, bir yandan içtik, öte yandan da sanki yıllardır görüşmüyormuş gibi sohbet ettik.

O zamanlar bilgiler çok tazeydi, henüz zihinlerde detaylar, isimler ve olaylar unutulmamıştı. Hem geride bıraktıklarımız hala çalışmaya devam ediyordu. Bu durumda bol bol dedikodu da yapıyorduk, aldığımız tüm havadisleri naklediyorduk. Zamanla konularımız çok farklılaştı, unutulup gidenler oldu ama henüz ilk yılın içinde olduğumuz o günlerde, konuşacaklarımız tamamen eski iş yerimizle ilgili oluyor ve bitmek bilmiyordu, aksi olarak da birlikteyken gün çabucak tükeniyordu. Ayrılma zamanı gelip vedalaştıktan sonra evimizin yolunu tutmuştuk bir kez daha. Bu bir yıl içinde görüşme geleneğimizi asla ihmal etmeden sürdürebilmiştik. Kendimizi takdir etmiştim o gün dönerken.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder