16 Kasım 2010 Salı

Ve Sonrası (21. Bölüm)

Sıcaklar çok fena bastırmış, sokakta yürümek bile imkansız hale gelmişti. Bu durum insanları eve hapsetmeye başlamıştı. Bu yaz, nasıl olduğu fazla açıklanamayan garip bir şeyler vardı ve bunlar ilk belirtilerdi.

Annem her yıl gittiği havuza yine üye olmuştu. Yeri Fenerbahçe’de olan bu havuza önceki yıllarda ben de giderdim. Benim, annemin üyelik ikramı olarak daha ucuza havuzdan yararlanma olanağım vardı. Havuz hiç tercih etmediğim ve sevmediğim bir ortam olmasına rağmen bu sıcaklarda çare olarak görülebilirdi. Yalnız giriş ücretim 40YTL, orada yenecek ve içilecek şeyler en az 20 YTL civarında olunca bir de otopark parası verince bana maliyeti 70 YTL gibi oluyordu. Bu durumda havuza gitmem çok büyük bir lükstü ve o yıl buna yeltenmedim bile. Belki bir kereliğine gidebilirdim ama o da sokağa atılmış bir para demekti benim için. Genelde annem gitti, ben ise evde olduğum sürece babam ve kardeşime yarenlik ettim, çoğunlukla da ders çalışarak, internette sürekli yabancı dilde yayın dinleyerek zamanımı geçirmeye başladım. Bu sıcak zamanlarda ya erkenden kursa gidiyor uzun zaman orada kalıyordum ya da akşam saatlerini yeğliyordum; gündüzler bana kalıyordu. Yoğun olarak bu işle uğraşmamın yanı sıra bir meşgalem daha vardı. O yıl 22 Temmuz’da erken genel seçimler oldu. Seçimler öncesi parti liderlerinin konuşmaları ya da aydınların, akademisyenlerin tartışma programları televizyonları işgal etmişti. Biz babamla soluksuz izliyorduk bunları. O yıl müthiş bir siyaset uzmanı kesilmiştim. Dikkatle dinliyordum insanları ve çıkarımlarda bulunuyordum.

Uzun yıllardan sonra toplumsal bir konuda bu derece meşgul olmak hoşuma gitmişti. Ayrıca zaman da çok etkin geçiyor, fazla sıkılmadan günlerimizi bitiriyorduk. Türkiye gibi orta gelişmiş bir Ortadoğu ülkesinde siyasetten habersiz yaşamak hem olanaksız bir durumdu hem de büyük eksiklikti. Bu tip ülkelerde insanlar refah toplumlarındaki gibi olamazdı, yaşam önceliklerinin ilk sıralarında siyaset, toplum ve kurumların etkileşimi mutlaka yer bulmalı, nedenler, sonuçlar çok dikkatli irdelenmeli ve gerçekler bilinmeliydi.

Yine Haziran başından beri çok sevdiğim bir genç arkadaşımın yönettiği web gazetesinde yazmaya başladım. Genelde deneme, azıcık da makale türündeki yazılarım, haftalık periyotlarla yayınlanıyordu. Her konuda söyleyecek onlarca lafı olan ben, ne yazmaktan bıkıyor ne de konu sıkıntısı çekiyordum. Bu işler öyle zamanımı alıyordu ki, vaktin nasıl geçtiğini hiç anlamıyordum. Yaza rağmen yapacak bir sürü iş bulmuştum, kursum dışında sokağa çıkmam da gerekmiyordu.

Haziran ayının 16’ıncı günü birlikte iş yaptığımız arkadaşımızın evine gittik. Önceki ay şirketi için danışmanlık yaptığımız bu arkadaşımız, beni, bölüm arkadaşımı ve eski müdürümü kısacası bizim ekibi bahçe içindeki güzel evine yemeğe çağırmıştı. Bu güzel havalarda bundan mükemmel bir fırsat olamazdı. Ben o gün arabayı aldım ve Levent tarafına geçtim, Levent metro durağında ise bizimkileri alacak ve yola devam edecektik böyle anlaşmıştık. Her şey yolunda gitti, eş zamanlı olarak anlaştığımız yerde birbirimizi bulabildik ve eğlenceli bir şekilde yola devam ettik. Yolumuz biraz uzun ve ilk kez gittiğimiz için de biraz karışıktı. Benim elimde tarif kağıdı, bir yandan okuyor bir yandan araba kullanıyordum. Ekip ise kağıtta yazan ipuçlarını çevrede arıyor bana onay veriyordu.

Ev ve mutfak işlerinde büyük beceriye sahip olan bu arkadaşımız büyük zahmete katlanmış bize muhteşem şeyler hazırlamıştı. Güne harika bir başlangıç yaptık. Önce her birimiz aldığımız hediyeleri kendisine verdik, hepimiz de mutfakla ilgili şeyler almıştık, eh bu usta aşçıya da alınacak başka ne olabilirdi ki? Ardından bahçeye geçtik, etrafı gezinip evleri tanımaya çalıştık. Çok güzel bir yerdi, bahçeli bitişik müstakil evler, evleri birbirinden ayıran bakımlı çitler, çimenler, ağaçlar, çiçekler ve temiz hava. İstanbul’un tüm pisliğinden sıyrılmıştık adeta. Ağzımıza layık yemekler yedik, son derece keyifli sohbetler ettik, bahçede oturduk, arkadaşımızın çocuklarıyla eğlendik. Bunlar; birlikte çalıştığımız yıllarda doğumlarına tanık olduğumuz dünya tatlısı oğlanlardı, o gün ise biri 10, diğeri 8 yaşında koca çocuklardı. Bakmayı çok sevdikleri kedi yavrularını getirdiler yanımıza ve kediler, otlar, kelebekler, temiz hava derken biz iyice kendimizi kaybettik. Bu güzel günün sonunda her şey için teşekkür ederek vedalaşıp oradan ayrıldık.

Benim kızgın Haziran güneşi nedeniyle kollarım kıpkırmızı yanmıştı, yüzüm de keza aynı durumdaydı, tam sersem olmuştum. Dönüşte de aynı yolu takip ettim ve Levent metro durağında bizimkileri bıraktım. Oradan Boğaz Köprüsü’ne devam ettim. Sıkışık trafiğe rağmen sıkılmadan köprüyü geçtim, evime döndüm. Ev satma işinden sonra yaşadığım huzurla artık yaşamdan ayrı bir tat ve zevk alıyordum. O gün bana çok eğlenceli gelmişti ve hiç sıkılmamıştım.

Temmuz ayı bütün vahşetiyle devam ediyordu ve evde sıcaktan fenalık geçiriyorduk. Alışılmadık bir çöl havasında bütün faaliyetlerimiz durmuştu. Çarşıya, pazara gitmek imkansızdı, doğru dürüst yemek yapamıyorduk, yapsak da yiyemiyorduk. İştahımız azalmış, sürekli karpuz tüketip akşamları da sokağımızın başındaki eski usul dondurma üreticisi olan Hadi Usta’dan top top dondurmayı eve taşıyor ve onunla serinlemeye çalışıyorduk.

Ben yıllarca işyerlerimde klima yüzünden bütün eklemlerimi hasta ettiğim için görüntüsüne dahi tahammülüm olmadığından eve klima takılmasına izin vermiyordum. Bu ailemizde ciddi bir tartışma maddesiydi ama inatla direniyordum ve eve klima denen cihazı sokmuyordum. O sıcağa razıydım ama yapay soğuğun canıma okumasına asla razı olamazdım. Bir vantilatör evde hepimize yetişmeye çalışıyordu. Bilgisayarımı yemek masasının üstüne yerleştirip, vantilatörü de son raddede açıyordum. Yarattığı serinlikte bir yandan derslerime bakıyor, bir yandan internet üzerinden egzersiz yapıyor ya da radyo dinliyordum. Tabiki yabancı dilde yayınlardı bunlar, genelde okuma türü dinletilere takılıyordum, defalarca dinliyor ve tamamıyla anladığıma emin olunca diğerine geçiyordum. Bu haftalarda kursa arabayla gittiğim çok oldu. Sıcakta ne yürümeyi göze alabilirdim ne de otobüs ve minibüslerde baygınlık geçirebilirdim. Hem kursun sokağındaki park memuru bana iki saatlik ödeme bedeli kesiyordu, sıklıkla gittiğim için bu jesti yapmıştı, oysa iki saatten çok daha uzun süre kalıyordum orada.

Çıkışımı akşam saatlerinde olacak şekilde ayarladığımda çok rahat ediyordum ama bu da her istediğimde olan bir şey değildi. Özellikle konuşma pratikleri için bu ayarlamayı seçiyordum zira grupta çok iyi öğrenciler vardı ve onların sınıfında olmak benim için daha yararlıydı. Bazen ara veriyor kurs binasının iki yanındaki Kahve Dünyasına gidiyordum. Güzel bir kahve içip biraz etrafı seyrettikten sonra geri dönüyor dersime devam ediyordum. Bu ara keyifler beni inanılmaz rahatlatıyordu. O yaz, Kahve Dünyası’nın masalarındaki sebil çikolatalar bile sıcağa dayanamamıştı, hepsi tabaklarında eriyorlardı. Bir süre sonra, havalar serinleyinceye kadar o servisi kaldırdılar.

Günlerim yaza sabretmekle, yaklaşan Ağustos’un gelmesiyle serinleyeceğini umduğum havaları düşlemekle geçiyordu. Kuzenimle bu dönem msn.de sayfalar dolusu yazışırken benim Antalya’ya gideceğim günü kararlaştırmaya çabalıyorduk. Açıkçası kursa ara vermeyi hiç istemiyordum, hızımı almış büyük bir ilerleme kaydetmiştim. Bu şekilde toplam dört ay geçmeden araya tatil sokmayı düşünmüyordum. Öte yandan ise İstanbul’un 10cm dışına çıkmayalı tam 9 ay olmuştu. Burnumda tütüyordu seyahat, herhangi bir yerde, bir köy evinde 3 gün geçirmeye bile razıydım.Yine de Eylül’den önce yerimden kımıldamamalı, şehrin sağladığı olanaklar ölçüsünde kendimi gezdirmeliydim.

Allahtan fırsatlar oluyordu. Kuzenim zaten ay sonuna doğru İstanbul’da olacaktı ve 27 Temmuz, ortak bir arkadaşımızın doğum günüydü. Ben bu tarihe kilitlendim. Şu geçmişte sözünü ettiğim aylık piyango günlerimden birini daha bu tarihte yaşayacaktım. Uzun zamandır gece dışarı çıkmamış, çılgın bir eğlenceden nasiplenmemiştim. İnsan ne kadar değişse de geçmişinden tam olarak sıyrılamıyor. Canım çekiyordu bazen eski günleri. Bunu kendimden saklamamalıydım.
Neyse ki bir aksilik olmadı kuzenim o hafta buraya geldi. Antalya’nın nem ve sıcağında rahatsızlanınca canını buraya kaçarak kurtardı bir anlamda. Alışık olmayan bünyeler için Temmuz’da Antalya’da olmak çok güç bir işti. O da gelince hemen organizasyonu yaptık ve 27 Temmuz Cuma gecesi için True Blue’da rezervasyonumuzu yaptırdık. O zamanlar henüz yeniydi ve hem yemekleri çok iyi hem de programları cazipti. O gece de Ayhan Sicimoğlu ve orkestrası program yapacaktı. Biz yemekten sonra gecenin ilerleyen saatlerinde müzikten nasibimizi alabilecektik.

Hediye işini kuzenim halletti. Ortak karar verdiğimiz bir hediyeyi gidip satın aldı, çünkü bir ayağı Nişantaşı’ndaydı ve bu işi en güzel o halledebilirdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder