19 Kasım 2010 Cuma

Ve Sonrası (26. Bölüm)

Antalya günleri bu son dönemde hayatımın en güzel zamanları olarak anılarıma geçti. Şehir merkezinde yaşananlar da harikaydı, Kemer’dekiler de. Tam beş gün kuzenimle beraber Konyaaltı sahilinde uzun yürüyüşler yaptık, akşam üzerleri yine sahildeki kafelerde denize karşı oturup biralarımızı yudumladık, ufka ve maviliğin sonsuzluğuna daldık. Buralarda denizin kokusunu ve temiz havayı içime çekerken İstanbul’da ne denli zor ve kirli koşullarda yaşadığımın ayırdına vardım. Çalışmayacaksam büyük şehirde ne diye yaşayacaktım. Bir karar vermeli ve yurdumun temiz, sakin ama bir o kadar da modern şehirlerinden ya da ilçelerinden birine gitmeliydim. Evet gitmeliydim ama gerçekten çalışmayacak mıydım? Bu sorunun cevabı çok net değildi kafamda.

Düzenli bir gelire kavuşacağım emekliliğime tam altı yıl vardı. Yine yeni evimin bitmesine ise on iki ay yani bir sene kalmıştı. Kiraya vermem de ayrı bir süre olduğundan bu hayat tarzı ve hazır parayı yemekle bir buçuk yıl geçirmem olanaksızdı. Öte yandan iş bulamıyordum, İstanbul’da yaşamak istemiyordum, hazır param katiyen yeterli değildi, eve ve aileme yönelik sorumluluklarım da ayrı bir yüktü. Mağlubiyet belirtileri suratımda yumruklar halinde patlamaya başlamıştı.

Ne kadar eğlensem, uzaklaşsam ve keyiflensem de hayatımın gerçekleri hep aynı idi, hiçbir surette değişmiyor, aynı sertlik ve zorlukla devam ediyordu. Anladım ki hayatın çatısı yani iskeleti hep sabitti, doğduğumuz an bedenimiz nasıl teşekkül etmişse o da aynı şekilde yapılanmıştı. Katiyen değişmiyordu. Bunları yeni çözümlemiştim. Yaşadıklarımız ve değişiklik sandığımız şeyler ise bu iskelet üzerindeki dokular, alınan kilolar, bronzlaşan tenler gibi bir beliren bir yok olup giden geçici unsurlardı. Üzülüyordum için için bu hale. Biliyordum ki bir çok insan da aynı durumdaydı. Çözümü üretememiş olmaktan ötürü aynı durumu paylaştığım benzer insanlar için de ayrıca üzülüyordum. Bir çözüm bulsam bütün dünya ile paylaşabilirdim ama ortada cevabı olmayan ciddi bir soru vardı.

Belki de yapamadığım şeyleri bir gün gerçekleştireceğimi düşünmek yeterli olmalıydı. Galiba bu insanı mutlu eden bir durumdu. Hayal etmek ve ümitle yaşamak. Bu felsefenin yakasını katiyen bırakmamalıydım. Peki çalışmalı mıydım? Yeniden başlamalı mıydım? Galiba buna maddi açıdan ciddi ihtiyacım vardı?

Güzel günler çabuk geçmiş, artık dönüş vakti gelmişti. Dönüş biletime tarih atamasını henüz yapmamıştım, bir gün Antalya merkezde dolaşırken firmanın ofisine girip 18 Ekim Perşembe akşamı için dönüş tarihimi kesinleştirdim. Kuzenim daha fazla kalmam için ısrar ediyordu ama artık kışa yaklaşmıştık. Havalar iyice soğumadan İstanbul’a dönmeli ve evde bazı işlerimi tamamlamalıydım.

O Perşembe akşamı beni terminale kuzenim götürdü, zaten kendisi de bir hafta ya da on gün sonra İstanbul’a gelecekti. Terminalde gece vakti fazla beklemesine gönlüm razı olmadı, kısaca vedalaştık ve ben içeri girdim. Akabinde otobüsüm de geldi. Bu sefer yolculuğu tek başına yapacaktım. Geliş güzergahımız üzerinden geri dönüş macerası başladı, Afyon’daki molada bu kez yalnızdım ama yine gerekeni yaptım. Fark olarak kaymaklı Afyon lokumlarından iki kutu aldım. Sonrasında ise uykuya daldım. Gözümü feribotta açabildim. Her şey bitmişti, İstanbul’a giriş yapmak üzereydik. Onca gün bekledikten sonra gördüğüm kısa rüya sona ermişti. İşin kötüsü İstanbul’a soğuk, rüzgarlı bir havada, uyuz uyuz çiseleyen, sinir bozucu bir yağmur eşliğinde dönmüştüm. Üzerimdekiler bile bana ince gelmiş, indiğimde soğuktan donmuştum. Etrafa bakındım, manzara berbattı. Bu havada daha fazla beklemeye tahammülüm olmadı. Zaten Cuma sabahıydı ve iş günüydü, trafik ise yağmurdan dolayı çok kötüydü. Hemen bir taksi buldum, doğruca Acıbadem’e evime geldim.

Tilki gibi kürkçü dükkanına geri dönmüştüm. Bir bavul dolusu kirli, satın alınan hediyelikler, lokum, sucuk gibi yiyeceklerle eve girdim. Yolculuklar güzeldi de dönüşler hiç çekilmiyordu. Şimdi bütün hafta çamaşır yıkayacak, ütü yapacak, bu arada da gelen kış nedeniyle yazlık-kışlık yerleşimi de yapacaktım. On gün kadar dinlenmenin ardından deliler gibi yorulmaya çok bozuluyordum ama çare yoktu hayat, bıraktığım yerden devam ediyordu, sanki buradan hiç ayrılmamıştım.

Bir haftayı nasıl olduğunu anlamadan geçiriverdim, arayı fazla açmak istemediğim için her akşam kuruma da mutlaka gittim. Kurstaki arkadaşlar bayram nedeniyle uzun uzun tatiller yapmıştı ve derslerimizin baş konusu bu tatiller olmuştu, konuşma gruplarımızda nedense hepimiz birer bülbül kesilmiştik. Anlatırken bir kere daha yaşamış oldum o anları. Gerçekten çok güzel ve nitelikli zaman geçirmiştim Antalya’da.

O hafta sonu 29 Ekim idi. Tam bir yıldır sokaklardaydım ve içimde uhde olan hemen hemen her şeyi bu süre zarfında gerçekleştirmeyi başarmıştım. Bu uhdelerden biri de Cumhuriyet Bayramı’nda sokakta olmak, fener alayına katılmak, boğazdaki ışıklı gösterilerin tam içinde yer alabilmekti. İşte şimdi bu hayalim de gerçek olacaktı. 29 Ekim günü kendimi boğaz kıyısına atacak, kutlamaları en güzel yerinden izleyecek, coşkuya tüm gücümle katılacaktım.

Bir eksikliği daha tamamlayacak olmanın gururu ile 29 Ekim Pazartesi gününe hasıl oldum. Gazetelerden tüm kutlama programlarına baktım, detayları okudum ve zaman planımı yaptım. Saat 18.00 civarında Üsküdar’da olacaktım oradaki duruma göre gerekirse motorla karşıya geçecektim.

Saat 17.30’da evden çıktım, dolmuşla Üsküdar’a gittim. Tüm sahil hattında dolaştım ama bir türlü istediğim gibi yer bulamadım. MADO’nun terasına çıktım, iskelelerin olduğu tarafta deniz kenarına geldim, parklara bakındım, hiç biri içime sinmedi. Sanırım en doğru olan karşı sahile geçmekti ve öyle yaptım. Az sonra boğaz trafiğe kapanacağından oyalanmadan bir motora atladım ve Beşiktaş’a geldim. Motor iskelesinin yan tarafındaki alan çok uygundu. Kendime tam denizin kenarında güzel bir yer edindim. Katiyen ayrılmıyor, sağıma soluma bakmıyor, adeta bulunduğum yere çivilenmiş gibi sabit ayakta duruyordum. Daha gösterilere bir saat vardı ama nefesimi tutmuştum.

Az öteden kestane kebap kokuları genzimi yakarcasına geliyor, aç olan karnımı iyice kudurtuyordu. Kestaneciye işaret ettim ve yamağı ile bana 150 gr kestane getirmesini söyledim. Yamak koşarak paketi bana getirdi, parasını ödedim ve keyifle kestanelerimi yedim. Meydan gittikçe kalabalıklaşıyordu, bir yandan da marşlar, şarkılar çalınıyor, boğaz üzerinde mavnalar mevzileniyordu. Ben ise bel ağrısından ölecek hale gelmiştim ama inatla direniyordum.

Sonunda zaman geldi, o muhteşem ışık ve havai fişek gösterisi başladı. Elimde fotoğraf makinem, durmaksızın resim çekiyordum, ayrıca video özelliğini kullanarak gördüklerimi filme de alıyordum. Biraz sonra bu saçma gaileyi bıraktım. Göz kamaştırıcı şöleni ve coşkuyu izlemek dururken filme çekmek de neydi. Gördüklerim televizyonlarda izlediklerime benzemiyordu, resimlerle de alakası yoktu. Bu güzelliğin tamamıyla yansıtılmasının teknik bir olanağı henüz yoktu, keşfedilmemişti. Eş zamanlı patlayan havai fişekler, rengarenk ışıklar, parıldayan gökyüzü ve bağıran insanların gülen yüzleri. Harika anlardı bunlar. Yıllardır özlemle beklediğim ve bir türlü katılamadığım bu görsel şölenin, muazzam törenin tam içindeydim ve çok mutluydum. Gösterinin sonundaki muhteşem final ise herkesi olduğu gibi beni de hayran bırakmıştı ortama. Hayat güzeldi hem de çok güzeldi.

Bayram sona erince artık yorgunluktan tutmayan belimi kendine getirmek için bir süre oradaki banklarda dinlendim. Az sonra motor seferleri başladı, ilk izdihamdan sonra yerimden kalktım ve birine atladım. Üsküdar’a geçtim oradan da minibüse binerek evime döndüm. Eve girer girmez kendimi kanepeye attım, yaşadıklarımı anlattıktan sonra mutfağa geçtim, koyu bir kahve yaptım. İki üç kurabiye ile kahvemi içtim ve televizyona daldım gittim. İstediğim gibi bir gün geçirmiştim ve keyifliydim. Bakalım yeni günler neye gebeydi?

Kasım doğduğum aydı ama bu sene biraz hüzünlüydü. Artık 370 gün geçmişti ve benim için tüm kapılar kapanmıştı. Ne kadar çabalarsam çabalayayım doğal yöntemlerle bir iş sahibi olmam imkansızdı. Bir mucize gerekliydi. Kışın vaktimi kolay geçiriyordum, eş dost ziyaretleri, evde yapılan işler, örgü, nakış gibi kadınsı şeylerle zaman geçiriyordum ve bunlar güzel oyalanmalardı ama tek kuruş faydası yoktu. Hobi kurslarını deneyebilirdim ama bir sürü döküntüsü vardı, evde bunları koyacak yer olmadığı gibi yaptığım şeyleri nerede saklayacaktım? Bu da ayrı bir dertti ve hobi kursu kesinlikle çözüm değildi, bu sadece öyle bir fikirdi ve hiç cazip gelmemişti.

Yabancı dil kursum bitiyordu, son kurumu rehavet içinde geçirebilecek avansım vardı, kemerleri artık gevşetmiştim, eskisi kadar yoğun çalışıp hızlı ilerlemem gerekmiyordu. Belki bir üst modüle geçip iyice pişebilirdim ama verecek 3600 YTL param yoktu. Bu ücreti ödeyemezdim.

Doğum günüm 2 Kasım’daydı ve bu yıl özel bir şey yapmayı içten içten istiyordum. Dışarıda küçük bir arkadaş grubu ile güzel bir yemek yenebilirdi. İmdadıma kuzenim ve ortak arkadaşımız yetişti. Ne zamandır benden duydukları üzere Asmalımescit Sofyalı’ya gitmek istiyorlardı. Benim yaş günüm bahanesiyle oraya gitmemizi önerdiler. Bu çok hoşuma gitti. Hemen arayıp rezervasyonu yaptırdım. Nedense Asmalımescit, Galata, Balıkpazarı oldum olası beni cezbederdi. Genelde buraları için yapılan önerileri de hiçbir zaman red etmezdim, öyle de yaptım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder