11 Kasım 2010 Perşembe

Ve Sonrası (19. Bölüm)

Annemle yaptığımız Sarıyer gezisinin tadı damağımda iken bizim kızlardan haftasonu için önce kahvaltı sonra da bol yürüyüşlü bir buluşma programı haberi geldi. Üniversiteden sınıf arkadaşım beni aradı ve Cumartesi günü Emirgan Mehtap Kafe’de kahvaltı yapacağımızı söyledi. Yine ortak arkadaşlarımızdan birine daha haber verdiğini, o arkadaşımızın ise İngiltere’de yaşayıp o günlerde tatil için İstanbul’da bulunan kız kardeşinin de geleceğini söyledi. Dört kişi sabah saat 10.00-10.30 gibi Mehtap Kafe’de buluşacak ve kahvaltı edecektik.

Mehtap Kafe Rumeli boğaz hattının efsaneleşmiş yerlerinden biriydi, hemen yanında Sabancı’ların atlı köşkü yani Sabancı Müzesi bulunmaktaydı. Kafe, yaşlı çınarlarla gölgelenmiş büyük bahçesinde masaların ve tahta iskemlelerin olduğu, keten ekose masa örtülerinin ilk bakışta gözü aldığı, yiyecek listesi zengin, her kesimden insanı ağırlayabilen, salaş ama yılların da yok edemediği en nostaljik yerlerden biriydi. Burada oturmak insanın ömrüne ömür katan bir yaşam dilimiydi ve kesinlikle canınız kalkmak istemezdi.

Hemen hemen herkes aynı saatte mekana geldi. Ben her zamanki gibi vapur, otobüs tercihini yapmış sabah erkenden o tarafa geçmiştim. Fazla beklemeden arkadaşım da geldi, arkadan da diğerleri. Masamıza yerleştik ve hemen isteklerimizi söyledik. Beyaz peynir, bol zeytinyağlı siyah zeytin, reçel, bal, doğranmış domates, omletler, haşlanmış yumurta, kaşar peyniri gibi geleneksel kahvaltıda yenen her şeyi sipariş ettik. Mis gibi demli çaylar hemen geldi, arkadan da tabaklar masaya yayıldı. Bu arada ekmeğin dışında ayrıca simitimiz de vardı. Büyük bir iştah ve keyifle yiyeceklere yumulduk. Biten çaylarımız anında tazeleniyor biz keyiften dört köşe hem yiyor, hem de yarışırcasına sohbet ediyorduk. İlk saldırıdan sonra biraz yavaşladık, sıra olayın iyiden iyiye keyfini çıkartmaya gelmişti. Parçalı bulutlu ama güneşi hep parlayan mis gibi ılık havada etrafımızdaki güzellikleri asla kaçırmıyorduk. Ben zaman zaman kafamı kaldırıp ışıl ışıl parlayan denize bakarak derin derin nefes alıyordum.

Hayatımı tam düzene sokamamıştım, kararsızlıklarım tükenmemişti ve tamamen idaresiz bir rejime girmiştim. Canım sıkkın değildi ama çok da huzurlu olduğumu söyleyemezdim. Bu tip geziler, beni yeisten uzaklaştırıyor, biraz kendime getiriyordu. Tabii sürekli iş ile ilgili konuşmalar da oluyordu ve bunlardan açıkçası pek hoşlanmıyordum ama ne yapabilirdim? Çevremdeki herkes çalışıyordu ve o an hayatlarının en büyük derdi iş yerlerindeki sorunlardı; sorun olarak algıladıkları şeylerdi. Maaşlarının azlığı ya da henüz zam alamamış olmaları, üstlerinin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri, kimseyi memnun edememeleri gibi dert sayılan konulardı. Oysa ülke standartlarının üzerinde bir gelire sahiptiler ama nedense çok şikayetçiydiler. Bunun için onları kınamıyordum, haklıydılar, çünkü sistemin çarklarına öyle takılmışlardı ki başka konu düşünmeleri imkansızdı. Anlamaları mümkün değildi, beyinlerinin bu tarafı tamamen körleşmişti. İşlerinde mutluluk kıstası sadece aldıkları ücretleri haline gelmişti, oysa işinden zevk ve keyif almak çalışmanın birinci koşulu değil miydi? Her ne kadar kendi örneklerimle onlara, hayatın daha ılımlı ve sade tarafları ile ilgili söylevler versem de bir kulaklarından giriyor öbüründen çıkıyordu. Çaresiz kabullendim ve bence çok dertlenecek ve acı çekilecek konular olmayan ama onları yerlerde süründüren bu lakırdıları hep dinledim.

Mehtap Kafe’de uzun oturduk, en son olarak kahvelerimizi içtik. Ben o gün dar kot etek, haki yeşil pamuklu bir hırka giymiştim, ayağımda ise mokasen spor ayakkabılarım vardı. Saçlarımı boyamayalı iki buçuk ay olmuştu ve dipten çıkanlar nedeniyle halim berbattı. Bu zamanlarda saç sorununu kalın bantlarla hallediyordum ya da renkli yazma türü eşarpları bant gibi katlayarak saçlarımın ek yerinden arkaya doğru bağlıyordum. O gün de bu metodu uygulamıştım. Biraz komiktim aslında ama “tarz yarattım” ayakları ile idare ediyordum. Öte yandan tesettüre girip de fani dünya ile ilişkilerimi kestiğim yorumuna maruz kalmamak için saçımın arkada kalan kısımlarını açıyordum. Benim böyle bir tercihim yoktu. Çalışmıyorum diye manevi konularda tavır değiştirmedim, akıl insanıydım, aklımın ve mantığımın yörüngesinden asla çıkmazdım. Kendi çözümümü güzelce üretebildim, başka şeylerden medet ummadım. Gayet iyiydim.

Kahvelerimizi içip hesabımızı da ödedikten sonra kalktık ve yürüyüşe başladık. Denizi solumuza alıp Bebek yönünde saatlerce yürüdük. Yürürken fotoğraflar çektik, zaman zaman durup dinlendik. Balıkçıları izledik, güneşin sıcağını içimizde hissettik. Yürürken de hiç susmadık hep konuştuk. Yorgunluktan nefesimiz kesilince Taksim’e gitmeye karar verdik. Taksim’deki adresimiz yine Ara Kafe idi. Bu arkadaşlarım çılgın bir tutkundular, asla başka yere gitmezlerdi. Neticede kafeye girdik, dışarıda bir masanın boşalmasını bekledik ve hemen oturduk. Benim yürüyecek halim kalmamıştı, çok yorulmuştum. Herkes dondurma istedi ben de öyle yaptım. Hararetim vardı ve beni ancak dondurma kendime getirirdi. Sularımızla beraber gelen dondurmalarımızı afiyetle yedikten sonra dönüşe geçtik. Ben her zaman olduğu gibi Tünel tarafına yürüdüm, Karaköy üzerinden eve dönmek benim için en uygunuydu. Yürürken bol bol vitrinlere baktım. Aznavur Pasajı’na girdim, oradaki gümüşçülere uğradım. Yalnızca baktım onlara ama çok beğendiğim halde bir şey satın almadım. Oysa kehribar bir yüzüğe feci tutulmuştum. Bana oldukça pahalı gelmişti ve sadece bakınmakla yetindim. Sallana sallana tünele kadar geldim. Hemen tramvaya atlayıp Karaköy’e geçtim, vapura bindim, üst kata çıktım, dışarıda güvertede kendime bir yer buldum. Denizi ve çevremdeki yüzleri izleye izleye Kadıköy’e vardım.

Yolculuk ve beni sersem eden bahar havası derin düşünceleri beraberinde getirmişti. Bu ay vadeli hesabımdan gelen faizi ayırmış, ana parayı tekrar yatırıma çevirmiştim. İyice hesap yaptım, bu faizin bir kısmı ile tüketici kredimi kapatacaktım. Hiç değilse aylık taksitleri 210YTL olan bu pürüzden kurtulmalıydım. Arta kalan parayı hesapladım, bu beni bir sonraki faiz dönemim olan Ağustos ayına kadar rahatlıkla idare ederdi. Hem tatile gidecek değildim, yazın herkes sağa sola dağıldığından evden çıkmayacaktım. Paraya çok ihtiyaç duyacağımı sanmıyordum. Hem hiç belli olmaz ev aniden satılabilirdi. Ay sonu, yani yeni ay tahakkuk etmeden Mayıs’ın taksitini öderken kredimi kapatmaya karar verdim. Bu, doğru bir karardı.

28 Mayıs günü 5000 YTL.lik tüketici kredimin kalan borcunu yani 3694 YTL.yi ödedim. Bu beladan tek celsede kurtuldum. Sanırım bu hareket şansıma iyi geldi, çünkü Mart’tan beri emlakçıda satılmayı bekleyen evime bir alıcı çıkmıştı.  Gerçi emlakçı olayından sonra sürekli müşteri çıkıyordu ama neticelenemiyordu. Bir yıl öncesine kadar 130.000-140.000 YTL civarında seyreden fiyatlar ne yazık ki bu yıl dibe vurmuş 100.000 YTL den fazla para veren olmuyordu. Ben eve 110.000 YTL istiyordum ama artık tükenmiştim. Müşterinin 100.000 YTL’lik önerisini kabul ettim, eğer yaz aylarını da taksit ödeyerek geçirirsem aradaki farkı zaten harcayacaktım, değişen bir şey olmayacaktı. Kafayı çalıştırdım ve kararımı emlakçıma bildirdim. Her şey 2 gün içinde inanılmaz bir hızla gerçekleşmişti.

Evet öneriyi kabul ettim ama müşterinin yine vazgeçeceğini düşünüyordum. Evin satılması benim için gerçekten çok güç görünüyordu. Ama tahminlerim tutmadı, para ve her türlü belge hazırdı, bizi bekliyorlardı. Sahiden evim satılmıştı. Mutluluktan uçmaya başladım.

Mayıs ayında ayaklarımızı yerden kesen bir başka olay daha vardı. Eski işimizden tanıdığımız, bizden çok daha önce görevinden ayrılan ve kendi işinin başına geçen bir arkadaşımız, küçük işletmesinde; maliyetler, süreçler ve verimlilik üzerine bizimle görüşmek istedi. Bir nevi danışmanlık yapacaktık ona. Bu uzun bir aradan sonra yaptığımız ilk işti, çok iyi bildiğimiz konular kapımızı çalmıştı. Ben, eski müdürüm ve bölüm arkadaşım büyük bir keyifle öneriyi kabul ettik. Bu bizim için de bir sınav olacaktı, bir egzersiz de diyebilirdik buna. Danışmanlık zaten gönüllerimizde yatan aslandı ve bu işi ne güzellikte yapacağımızı ölçmek için inanılmaz bir şans yakalamıştık.

Şirketin yeri Sultanbeyli taraflarındaydı.  İlk gidişte bizi işletmenin bir çalışanı aldı ve oraya götürdü. Şirket çalışanları ile birlikte büyük bir toplantı odasında, yaşadıkları her türlü sorun ve çözümleri üzerinde konuştuk, bilgi verdik, önerilerde bulunduk. Bizden çok yararlı bilgiler aldıklarını söylediler. Üretim sektörünün en karmaşık işlemler dizinine sahip büyük bir şirketinde yıllar boyu kazanılan tecrübelerimiz, onlara fazlasıyla iyi gelmişti. Yaşanan onlarca sorun ve yaratılan çözümler konusunda öyle pişmiştik ki, en karmaşık problemi bile iki dakikada çözüyorduk. Bu çalışmalar nedeniyle bir kere daha Sultanbeyli’ye gittik ve işi sonuçlandırdık. Karşılıklı olarak çok memnunduk. Biz paslanmamış olduğumuzu keşfettik, onlar yüksek tecrübemizden yararlandılar. O gün anladık ki kesinlikle danışmanlık yapabilirdik. Bu düşünceyi değerlendirmek üzere cebimize koyduk. Uzun zaman bu düşünceyle oyalandık ancak bir türlü hayata geçiremedik. Bireysel olarak bir şeyler yaptık. Ayrı ayrı birkaç teşebbüslerimiz oldu ama elle tutulur, gözle görülür bir portföy oluşturmayı beceremedik. Sadece o dönem mutlu olabildik.

1 Haziran Cuma günü babamla apar topar Beylikdüzü’ne gittik. Müşteri bizi emlakçıda bekliyordu. Ben parayı taşıyan genç müşterimle bankaya giderken babam da Büyükçekmece Tapu Dairesine müşterinin babasıyla birlikte gitti. Aslında hepimiz hazırdık ama paranın gelmesi biraz geciktiğinden ancak saat 17.00’da benim şubeme gidebilmiştik. 100.000 YTL.nin sayılması da zaman aldı. Neticede zamanı kaçırdım ve parayı hesabıma doğrudan yatıramayıp emanete aldırdım. Bu iki günlük ciddi bir faiz kaybıydı ama sesimi çıkartmadım. Tapu işlemleri o arada halledilmişti, para tarafını da ben halletmiştim. Akşam yaklaşmış, işler paydos olmuştu. Emlakçıda son kez bir araya geldik. Evin tatlısı olan bir kutu baklavayı açtık, çaylarımızın eşliğinde hep birlikte yedik. İki taraf helalleşip, hayırlar diledikten sonra babamla oradan ayrıldık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder