8 Kasım 2010 Pazartesi

Ve Sonrası (17. Bölüm)

Geleneksel hale gelen dörtlü buluşmamız yaklaşmaya başlamıştı. Acilen mailleşerek tarih konusunda anlaştık. Eski müdürüm, bölüm arkadaşım ve grubun ithal elemanı kardeşimiz, Sultanahmet’te buluşmaya karar verdik. O sene İstanbul’da bir LALE festivali oldu. Belki daha önceleri de vardı ama bu sene olay daha görkemliydi. Şehrin her yanına lale ekiliyor, belli başlı geçiş noktalarında kurulan çadırlarda, gelen geçene bedava lale soğanları dağıtılıyordu. Belediye İstanbul’u lale bahçesi haline getirmeye ant içmişti sanki. Her şeye karşın görüntüler mükemmeldi. Açıkçası ben bakmaya doyamıyor, rengarenk çiçekleri manzarama alıp bir yerde oturmaya, çay-kahve içmeye bayılıyordum.

Lale günlerinde sokakta olmak güzeldi. 6 Nisan günü sözleştiğimiz üzere Sultanahmet’in yolunu tuttum. İhracat fazlası mağazadan aldığım kırmızı anorağım üzerimdeydi, içimde ise ince, uzun kollu kahverengi bir penye bluz vardı. Bunları kotumun üstüne geçirmiştim, boynuma şalımı dolamış, saçlarımı arkadan tek örgü yapmış, sade bir şekilde evden çıkmıştım. Kırmızı lalelerle uyum içindeydim. Her zaman olduğu gibi Kadıköy’e yürüdüm. Yürürken bizim caddedeki dükkanların vitrinlerine bakındım. Bir fotoğraf makinem olsa ne iyi olurdu diye düşündüm çünkü son zamanlarda gördüğüm manzaralar öyle güzeldi ki resmini çekmek isteği içimde gittikçe büyüyordu.  O zamanlar henüz satın almayı düşünecek durumda değildim, bütçenin toparlanmasını beklemem şarttı ya da çok iyi bir kampanya yakalayıp bedavaya getirmeliydim.

Öğlen, yemek saati civarında hepimiz Sultanahmet Meydanında bir araya geldik. Sarılıp, öpüştükten sonra yapılacak ilk işin tarihi köftecide karnımızı doyurmak olduğuna karar verdik ve köfteciye girdik. Saat 13.00 olmuştu ve içerisi hınca hınç doluydu. Bizim için hava hoştu, bekleyebilirdik. Ancak derdimiz konuşmak ve birbirimizi görmek olduğundan en üst kata çıkmayı yeğledik ve masamıza güzelce yerleştik. Köfte ve piyazlarımızı sipariş ettik. Ayrıca iki adet de salata söyledik. Hepsi kısa sürede geldi. Selim Usta’nın efsaneleşmiş köfteleri her zamanki gibi mükemmel lezzetteydi. Afiyetle yedik. Benim dışımda herkes irmik helvası söyledi. Adet olduğu üzere köftenin üzerine helvalar da yendi. Hesabı istedik. Adam başı yaklaşık 12-15YTL’ye yemek işini bitirmiştik. Performans müthişti. Şimdi sırada; dışarı çıkmak, meydanın her köşesinde dolaşmak, laleleri izlemek ve bir başka yerde kahve içmek vardı.

Selim Usta’dan çıktık. Güneşli hava tüm güzelliği ile devam ediyordu. Lalelerin arasında dolaşıyor, resimlerini çekiyorduk. En komiği ise arka plana Sultanahmet Camii ve Ayasofya’yı alarak turistler gibi fotoğraf çekmemizdi. Sanki dört arkadaş Anadolu’dan gelmiş de İstanbul’un kalıplaşmış yer ve manzaralarında resim çekiyorduk. O kadar yanlış sayılmazdı bu halimiz, çünkü yıllardır bu semtlerde böylesine serbest, dertsiz, zaman kısıtı olmadan rahat rahat gezinme fırsatımız olmamıştı. Hafta içi halinden haberimiz dahi yoktu. Hep hafta sonlarının işkencesine maruz kalmıştık. Şimdi böyle olunca meydanın canına okuyorduk.

Bahardan mıdır nedir ben o gün inanılmaz sakin ve yumuşaktım. Eski halimden pek eser kalmamış, şartlarımı ve durumumu kabullenmiş bir havaya girmiştim. Bir değişim vardı bende bir kıpırtı. Bahar hepimizde benzer ruh hali yaratmış olsa da ben daha farklıydım ama farkında değildim. Laleler arasında gezindikten sonra hafifçe serinleyen havadan dolayı kapalı bir yere gitmeye karar verdik. Burası YEŞİL EV adındaki eski bir ahşap konaktan restore edilmek suretiyle yapılmış şık mı şık bir kafe olacaktı. İçimizden buraya girmek ve kahvemizi burada içmek gibi gayet insani bir dilek geçmişti. Bu konuda tereddütümüzün nedeni, bu tip yerlerde fiyatların çok pahalı olması ihtimaliydi. Biz Yeşil Ev’e girdik bahçesinde dolaştık, orada da resimler çektik ama içeriyi görünce girip oturamadan edemedik.

Ev gibi dekore edilmiş, bembeyaz örtülerin olduğu yuvarlak masalarla donatılmış bu şık yerde kendimize bir masa seçip oturduk. Etrafı pencerelerle çevrili bu salonun bir tarafında sera vardı ve türlü türlü bitkilerle doluydu.  Bu kısım bir yaz bahçesi idi, beyaz demir sandalye ve masalarla dekore edilmişti ama henüz hizmete girmemişti. Gerçi içeriye girip gezebilmiş fotoğraflar çekmiştik. Ayrıca bu bitki dolu salon kışlık tarafın pencere manzarasını oluşturuyor, buraya ayrı bir hava veriyordu. Konsol ve rafların olduğu duvarların birinde büyük bir piyano duruyordu. Piyanonun üzerinde ise çin iğnesi işli beyaz bir örtü vardı. Ortam, birazdan evin sahibi gelecek ve bize hoşgeldiniz diyecek gibiydi. Bu yarı açık kısım kocaman bir bahçeye açılıyordu, Ortasında şadırvan bulunan bu bahçede de sandalyeler vardı ve 3-5 kişi oturmuş hem sigara içiyor hem çaylarını yudumluyorlardı.

Bizim masamız ise tüm bunları gören bir konumdaydı ve pencere denizliklerinden birine bitişikti. Denizliklerin hepsinde çok ilginç objeler yer almaktaydı.  Ne tarafa baksak bizi mest edecek bir ayrıntıya rastlamak mümkündü. Biz bu güzellikler içinde çayımızı söyledik, yanında da kurabiye istedik. Kurabiye tabaklarımızla çaylarımız hemen geldi. Yavaş yavaş içtik çayları, acele etmedik. Orada mümkün olduğunca uzun kalıp sohbet etmekti amacımız ve bu fırsatı kaçırmadık. İstesek evimizde bile bu rahatlığı bulamazdık. Çaylar içildi, kurabiyeler yendi, sürekli konuşuldu, dertleşildi, dedikodu yapıldı, kahkahalar atıldı ve sonunda hesap istendi. Akşam oluyordu ve iş çıkış saati gelmeden evimizin yoluna düşmeliydik. Hesabımızı ödedik, tabii yediğimiz öğlen yemeğinden pahalıydı bu güzellik ama hiç aldırmadık.

Günün sonunda sarılıp vedalaştık ve Ben, bölüm arkadaşımla beraber Kadıköy yakasına geçmek üzere Eminönü iskelesine yürüdüm. Sultanahmet’ten Eminönü’ne yürümeyi çok severim, o gün de aynısını yaptım. Yol boyunca hediyelik, takı, halı, kilim gibi turistik eşyaların satıldığı dükkanlara baktım, küf kokusunu içime çektim. Işıkları ve renkleri izledim.

İskeleye vardığımızda Kadıköy vapuru kalkmak üzereydi ve aceleyle kendimizi içine attık. Sakin, sessiz ve dingin bir şekilde yirmi beş dakikalık vapur yolculuğunu tamamladık. Kadıköy’e geldiğimizde ise vedalaşarak ayrıldık. Ben otobüs duraklarına yürüdüm.

Ağır ağır yürüdüm duraklara, nedense o günün bitmesini hiç istemiyordum. Çok iyi gelmişti yaşadıklarım. Biraz daha kendim olmuş, biraz daha berraklaşmıştı kafam ve değişmişti düşüncelerim. Basit şeylerin yeterli geldiğini görmeye başlamış, hayatı daha düz yaşayabileceğime inanmıştım. Dışarıdan nasıl göründüğüm, insanların neler düşündüğü artık önemli gelmiyordu bana. Sadece kendim vardım, kendi doğrularım ve inançlarım vardı. Hep birilerinin takdiri için yaşamış, içimden gelenleri hiç yapamamıştım. Öyle bir alışkanlık haline gelmişti ki monoton hayatım, yenilik ve değişimlere hiç açılamamıştım. Cesaretsiz, hımbıl bir tip haline gelmiştim ve bunu farkında değildim. Laleler içinde geçirilen bu güzel bahar gününde, gözüm açıldı, birden tüm gerçeğimi anlayıverdim. Her şeye rağmen hayat yaşamaya değerdi. Bu ülkede açı da, toku da, zengini, fakiri de bir şekilde yaşıyordu. Hep üzüntüler, sıkıntılar, sahip olamadıklarımıza hayıflanıp acı çekerek yaşamaktan dünyayı zindana çevirmiştik. Ben ve benim gibi bir çok insan bu durumdaydı. Bu zindandan kurtulmak için hayat bana bir şans vermiş, tüm bunları da gözlerimin önüne sermişti. Bundan sonra üzülmek, hayıflanmak, mutsuz olmak defterimden silinecekti. Hele ki iş gibi, ofiste yaşananlar gibi, beş para etmeyecek, kapıdan çıktığım anda hayatımdan tümüyle silinecek uyduruk şeyler için dertlenmek hatasını asla yapmayacaktım. Bu dünyanın en büyük aptallığı imiş, yazık etmişim yıprattığım sinirlerime ve bu yüzden ertelediğim tüm dünyevi işlere.

Nisan’ın 14’ünde bizim eski çalışanlar grubu yemek düzenlemişti. Bu sefer İTÜ-Maçka Sosyal tesislerindeydik. O yemeğe de katıldım, yer güzeldi, gitmek kolaydı ayrıca tekrar görüşmek faydalı olabilirdi. Hala akıllanmamıştım. Gerçi o günkü katılım iyiydi, hep anlaştığım, sevdiğim ve çalışmaktan keyif aldığım iş arkadaşlarım oradaydı. Bu durum geceyi güzel ve rahat geçirmemi sağladı. Zamanıma ve parama acımadım, hoşnut kaldım. Sanırım yerin ve havasının bunda etkisi büyüktü ya da ben kafamdaki yeni halimle farklı algılamaya başlamıştım dünyayı. Gece çok hararetli ve bol gülmeceliydi, nedense kahkahalar o gün hiç eksilmemişti. Ben mi fazla neşeliydim ya da çok mu espri yapılmıştı hala bilmiyorum.

Asırlardır bunun tartışması yapılsa da kadınların biyolojik olarak bedenlerinde taşıdıkları özellikleri, ruhlarını da yönlendiren duyguları ve bunların var ettiği sosyal olgular hiç değişmiyor. Dönüyor dolaşıyor ve asıl gerçek bir gün insanın yüzünde kocaman bir tokat gibi patlıyor.  Ben geç de olsa artık bunları keşfediyordum. Bir iş yerinde çalışmak ile evde iş yapmak; birbirinden ne üstün ne de aşağı şeylerdi. Tamamen eşitti bunlar. El alemin cebini doldurmak için aile yaşamından uzaklaşmış, çocuklarını başkalarına emanet etmiş, kazandığının dörtte üçünü, çocuk bakımı, ev işleri ve kendi bakımına harcamak zorunda kalmış ve bu arada para kazandığına inandırılmış kadın aslında büyük kayıptaydı. Yine bu uğurda ailesini kuramamış, çocuk sahibi olmamış veya bunu geciktirmiş, sonra da bedenini iki katı yıpratmış kadının kazancı var mıydı? gibi sorular zihnimde bu dönemde canlanmaya başlamıştı. Bence bunlara değen bir şey yoktu, kendimizi kandırıyorduk. Bu erkek için de geçerli bir durumdu bana göre. Aile yaşamında kadına biçilen rolü üstlenen erkekler de olmalıydı, bazı mutlulukları onlar da tatmalıydı. Çünkü bu uğraş kutsaldı.

Gece yarılarına kadar işinde kalan, evine geldiğinde çocukları çoktan uyuyan, o akşam yemekte hamburger ve patates kızartması yemek zorunda kalmış evlatları olan ne anne ne de baba masum olduklarını ve mutlu olduklarını söyleyemezdi. İşte bu düşüncelerim kendi adıma yaşamı tekrar keşfetmemi, dikkatimi başka noktalara toplamamı, önceliklerimi daha doğru belirlememi sağlamıştı. Her insan belirli periyotlarla hayatını değerlendirmeli, iyi bir muhasebe yapmalı ve yeni yolunu hataları aza indirgeyerek çizmeliydi. Ben de bu ara dönemde şansı iyi yakalamıştım. Bu mezun olduğum 1989 yılından sonra yaptığım iki büyük “kökten değişim” molalarından çıkan son yorumdu ve bu kez gerçekten en doğru olana biraz daha yaklaşmıştım.

1 yorum:

  1. Istem disi kendimi once 18 i, sonra da 19 u merakla bekler buldum..

    Akici anlatimi sevdim cok. En basta bisuru bisuru sey yazmak istedim fakat sonra bisuru birsuru okuyup sonra daha genis fikir sahibi olup yazmak istedim.

    Soyle ki, baslarda okurken akicilik beni suruklese de bazen bir restauranta gittiginde sonra gelen cumleyi tahminleyebiliyordum : Pahaliydi ama degdi, arkadaslarla super bir gundu ve para hersey degildi .. vs

    Baslarda bunlar bana yazim dili acisindan kendini yinelemek gibi gelmisti ( yazim teknigi ile ilgili en ufak bir egitim almisligim yok zaten, sadece sonsuz yazmayi ve sonsuz okumayi seven biriyim )

    Sonra ise bunun super olduguna kanaat getirdim. Neden mi ? Cunku zaten durum belli, zaten bu bir adaptasyon sureci, zaten kafayi takmaz isek bunu hayatta basaramayiz. Ve sen bu para konusuna takikligi nefis bir sekilde icimize aktarmistin.

    Bense tutumlu olma durumunu her zaman " sonra dusunulmesi gereken bir mesele " olarak oteler ve o " sonra " yı hic aklima getirmezdim. Sanki kilo vermeye calisan ve sonsuza kadar "bugun rejime baslamadan onceki son gunum" diyerek cikolata yiyen biri idim.

    Suan seni okudum degistim diyemem tabi ama icimdeki birseyler kiprasti. " ne zaman " ı dusunmeye basladim. Artik bir kararlar verme vakti. Sonucta har vurup harman savurdugunu dusundugun zamanlarda bile bir ev borcu odeme cesaretine girismissin. Bu tur girisimleri ornek almaliyim.

    Nitekim. Ben bu maili su sebeple yazdim : gercekten okurken dusundurttugunu, sadece yasadiklarini degil hayal ettiklerini ve/veya baskalarinin gozledigin hayatlarini da yazman gerektigini dusunuyorum Zeynepce...

    Cok tesekkurler bu guzide paylasim icin.

    Devamini dilerim.

    Optum.

    Goksen Gokyildirim

    YanıtlaSil