19 Kasım 2010 Cuma

Ve Sonrası (27. Bölüm)

O akşam, üç kız arkadaş olarak kuzenimin Nişantaşı’ndaki ofisinde buluştuk, biraz muhabbetten sonra çıktık ve bir taksiyle Sofyalı’ya gittik. Bize ayrılan küçük masaya yerleştik. Harika mezeler, peynir tabağı ve sevdiğimiz sıcak yemeklerden sipariş ettik. Ortak konumuz Antalya, tatil ve orada yaşadığımız gülünçlükler, hikayeleştirdiğimiz ilginç olaylardı. Bol kahkahalı, pek neşeli bir gece geçiriyorduk. Halimiz yan masada oturan Alman grubun dikkatini çekmiş olacak ki bir süre sonra nasıl olduysa onlar da sohbetimizin içine daldılar. İçlerinde birinin de o gün doğum günü olduğunu öğrendik. O andan itibaren bu orta yaşlı Alman grupla aramızda çok sıcak bir ilişki başladı. Geceyi tümüyle birlikte geçirdik, onlar bize bira ısmarladı biz onlara kahve söyledik. Türkiye üzerine bol bol konuştuk, burayı nasıl da sevdiklerini bizlerle paylaştılar. Gayet dostane ve samimi bir gecenin sonunda iletişim bilgilerimizi paylaştık, birlikte resimler çektik ve en sonunda kutlaşarak vedalaştık. Benim için değişik bir doğum günü olmuştu. Sıra dışı, eğlenceli ve komikti. Sevmiştim yeni yaşımı, ilk girdiğim andan beri. Bu beni bir yıl idare etmeliydi.

Havalar iyice soğumuştu. Daha dün denizde sularla oynaşan ben, üst üste giyiniyor sokağa öyle çıkıyordum. Tenim bronzdu sanki güneş açacak da kolsuz bluzlarımı hemen giyecek gibi bir havada geziniyordum ama gerçek farklıydı. Bu dönemde çok uzun yürüyüşler yapmayı tercih ettim. Rotam, Validebağ Koruluğunu kapsayan ve yaklaşık 7km olan bir çemberden ibaretti. Ürperten soğukta hızlı hızlı yürümek gerçekten çok keyifli oluyordu. Beş on dakika içinde soğuğu hissetmiyor hatta terliyordum. Koruluğun içindeyken derin derin nefes alıp, temiz havayı ciğerlerime çekiyor, doğanın artık öldüğü bu günlerde yok oluşu hüzünle izliyordum. At kestaneleri çoktan yapraklarını dökmüş, çınarlar iyice kelleşmiş, söğütler ise tamamen çıplak kalmıştı. Sadece taflanlar, mazılar, çam ve defneler yeşildi. Onlar da koyu bir renge bürünmüşlerdi ve bahar tazelikleri kaybolmuştu. Her gün böyle an be an bunları izleyerek yürüyorken bir yandan da kışa doğru yol alıyordum. Eve ise tatlı bir yorgunlukla geri dönüyor, aceleyle duş aldıktan sonra babamla kahvelerimizi içiyorduk. Sabah yayımlanan eski Türk filmleri ise bizim en büyük zevkimiz olmuştu. Zaten öğlene kadar zaman jet hızıyla ilerliyordu.

Haftada en az iki kere balık pişiriyordum. Çalıştığım dönemlerde sadece hafta sonları yiyebildiğim onu da her hafta sonuna denk getiremediğim için balığa hasrettim. Şimdi artık  doya doya hafta araları yiyebiliyordum. Ailecek hepimizi mutlu etmişti bu balık seansları. Mevsimin taze balıklarını çarşıdan alıyor ve o gün canımızın çektiği şekilde pişiriyorduk. Yanında güzel bir beyaz şarap açıyor, annem, babam ve ben birlikte alem yapıyorduk. Bir arada olmaktan mutluyduk. Mutluyduk ama çalışmak da gerekiyordu.

Bu düşünceler, ikilemler, vazgeçemeyişler ve bocalamalar içinde ciddi olarak yıpranmıştım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hayatımdan çok memnundum ama zorunluluk, daha on iki ay gelirsiz yaşamanın bana vereceği maddi zararı düşündükçe fenalık basıyor, kendimi iknaya zorluyor, sürekli mücadele ediyordum. Zihnimle yaptığım bu iğrenç savaş beni çok mutsuz ediyordu.

Yaşam çok zorlu yarıştı, rekabet ve mücadele için büyük güç gerekiyordu. Param varken zamanım yoktu, istediklerimin hiç birini yapamıyordum. Zamana sahip olduğumda da param yoktu ve yine istediklerimin uzağında kalıyordum. Her durumda da kayıptaydım.

Pes etmek asla katlanamayacağım bir zafiyet olduğundan inatla koşullarıma direniyordum. Dört koldan kıstırılmış, baskı altına alınmıştım. İçinde yaşadığımız toplum ve yakınımızdaki insanlar nedense başkalarının hayatından burnunu çıkartmıyorlardı. Kendilerinden çok başkalarının ne yapması gerektiğine karar veren ve bunlarla uğraşmayı zevk haline getiren tiplerden bana gına gelmişti. Benim yapmadıklarım, yapamadıklarım milleti niye ilgilendiriyordu anlamıyordum. Yapacak başka uğraşları yok muydu bu güruhun? Herkese ağzının payını verip susturmanın yolunu bulamadığımdan bunları çekiyordum. Ama hepsi bana müstahaktı.

Müstahaktı çünkü ben de bir baltaya sap olamamıştım. Koca bir yıl sorumsuzca gezinmiş, sevdiğim, zevk alacağım hem de para kazanacağım bir ortamı kendime yaratamamış, yolumu bulamamıştım. Bir tek kartvizit yeterliydi ama becerememiştim işte.  Aptal aptal bekliyordum. Çaresizdim, duygusuzlaşmıştım, kararsızdım.

Özgürlük anlamında olayı irdelediğimde ise paranın köleleştirdiğini, parasız ama özgür olmanın çok tatlı olduğunu düşünüyordum. Sabah sırf kendim istediğim için 6.30’da uyanmak bir özgürlüktü. Başkaları  üzerinden geçinsin, puan toplasın diye değil, kendimi mutlu etmek için çalışmak daha büyük bir özgürlüktü. Yemek pişirmek, ütü yapmak, o gün üstüme ne bulursam geçirmek hatta yıkanmamak bile özgürlüktü. Saçımı uzatmak, haftalarca boyasını geciktirmek, hiç taramamak, tüm bunlar sınırsız özgürlüklerdi. Sadece oje sürmek için bir saat zaman harcamak da keza öyleydi. Hastalanınca gün boyu yatmak, telefonlara cevap vermemek, üstelik bunun yalan olmadığına birilerini ikna etmek zorunda kalmamak gibi rahatlıklar, son bir yıldır yaşamıma eklediğim ve şimdi ise vazgeçmemin mümkün olmadığı ihtişamlı güzelliklerdi. Özgürlük her şeydi, vazgeçilmezdi. Bedelsiz, ödünsüz, yetinerek, kanaat ederek yaşamak ve bunun paralelinde hür olmak. Mutluluk buydu. İyi de kimse bunu anlamıyordu. Niye anlamıyordu, ne olmuştu da kafalar böyle sabitlenmişti? Katiyen çözemiyordum. Yorgun ve bezgindim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder