1 Kasım 2010 Pazartesi

Ve Sonrası (12. Bölüm)

Şubat ayının ilk haftası, bizim aylık buluşma planımızca belirlenmiş bir zamandı. Ben, eski müdürüm, bölüm arkadaşım ve eski müdürümün yeğeni buluşmaya karar verdik. Gerçi o sıralarda hararetli bir şekilde iş görüşmelerine gidiyor ve biriyle de el sıkışmak üzere uzun iznimin belki de son günlerini yaşıyordum. Hatta kesinleştirdiğim ama hala başlama günümü bir türlü belirleyemediğimiz bir işim dahi olmuştu.

Şu an bile öylesine net hatırlıyorum ki 9 Şubat Cuma günü Ortaköy’de bir araya geldik. Bir hafta geç olmuştu bu kez çünkü özel bir randevum yüzünden buluşmayı bir sonraki haftaya ertelemiştik. Şubat’ın 9’u ve sıcaklık 20 derece civarında mükemmel bir havada Ortaköy’deydik. İnanılmaz güzellikteki deniz, manzara, ılık  hava, hafta içi olmasına rağmen cıvıl cıvıl bir insan kitlesi ile o gün ortam çok güzeldi. Ben o gün de yeni ördüğüm hırkamı giymiş onlara göstermiştim. Gerçi sıcaktan kurdeşen dökmüştüm ama dayanmıştım. Çay bahçelerinin sırasında güzel bir kafe’de yarı içeride yarı dışarıda oturuverdik. Ben menüden sıradan bir sandviçi seçtim. Evde mis gibi yemekler yapıyor sağlıklı besleniyordum ve bu tip yerlerde lezzetlenmesi için türlü soslarla bir kalori bombası haline gelen sağlığa son derece zararlı yiyecekleri de hayatımdan çıkartmaya başlamıştım. Birer de soda söyledik. Yine papağanlar gibi konuşuyor, gevezelikten ortalığa ses saçıyorduk. Kafeye girmeden önce klasik çay bahçelerinde birer bardak çay içmiştik ve hesabımızı eski müdürümün oğlu bizim de manevi kardeşimiz ödemişti, zira kendisi artık çalışmaya başlamış ve maaş sahibi bir delikanlı olarak bize bu jesti yapmıştı. Hala yediğimiz kazığa inanamıyorum, bir bardak çay 3YTL idi Ortaköy’de. Vapurda 50kuruş, Ortaköy’de 3YTL. Bir daha asla Ortaköy’de çay içmeyecektim, dünyanın en zengini olsam da bu hayatım boyunca ihlal etmeyeceğim kuralımdı artık benim.

Ortaköy’de dikkatimi çeken bir önemli şey de etrafımızdaki masaların dolu, o an işyerlerinde masalarının başında oturması gereken yaş grubundan birçok insanın çevremizi sarmış olmasıydı. İşin en ilginci de uzun soluklu bir yemek programındaydı bu kitle. Balıklar geliyor, içkiler içiliyor, burada böyle rahat rahat oturuyorlardı, duyduklarımıza göre de konuşmalar işle güçle alakalı değildi, resmen bir hafta sonu eğlencesinde gibiydiler.

Bazı tipler daha vardı. Bunlar bir elleri sürekli kulaklarında olan ve durmaksızın cep telefonları ile görüşme yapanlardı. Genelde 35-45 yaş aralığındaki erkekler gündüz vakti ortalıklarda, güneşe karşı oturmuş, kahvelerini yudumlarken bir yandan telefonda konuşuyorlardı. Bu yaştaki insanların çalışması, ofislerinde olması gerekirdi ama değillerdi. Son derece şık, düzgün giyimli, bakımlı ve hoş insanlardı ama bana göre işsizdiler.

Bu tip insan gruplarına daha sonraları da pek çok kereler rastlayacaktım ama o an için çözememiştim. İşsiz sandığımız bu tabaka aslında iş bitiriciydi ve anında milyonlar kazanabiliyorlar, kazandıklarını da şehrin en güzel ve seçkin yerlerinde harcamayı biliyorlardı. Son yılların modası olarak rantiyeler de bir o kadar artmıştı demek. İşte bu kalabalık ve tanımı net olmayan grup, ultra lüks alışveriş merkezlerinin, ultra-marka mağazalarını palazlandıran zümreydi.

Tabi görüş alanımızdaki bu manzara ve muhabbetler ister istemez bizi de özendirdi ve arkadaşımla beraber birer bira içmeye karar verdik. Ortaköy’de karşıda deniz kımıl kımıl çalkalanırken öyle aval aval bakarak durmak hiç hoş olmazdı. Biraya baktık 6YTL idi. Ismarladık. Hiç değilse orada en az bir saat daha oturma izni almış olacaktık. Gün harika bitti, hesabımızı ödedik, her nasılsa bira da dahil adam başı 20YTL ile günü kapamıştık. Bu olağanüstü bir başarıydı, İşten çıktıktan 3 ay sonra, yüzde yüz verimli bir günü böyle ucuza getirebilmiştik. Ayağa kalktık sahile doğru yaklaştık, denize poz vererek resimler çektik. Doyamadık o günün güzelliğine, hayaller kurduk, yapamadıklarımıza hayıflandık, hep çekingen, hep cesaretsiz kalmaya zorlanmış olmaktan, hep aynı yerde yıllar boyu çalışmak suretiyle paslanmış olmaktan söz ettik. Biz bir takımdık bu takımdan faydalanmalıydık ama korkuyorduk. Bizim gibiler hayatları boyunca bir araya getirdikleri üç kuruş parayı da macerada yitirecek insanlar değildi, bu bizim için yıkım olurdu ama yine de hayal etmeden duramıyorduk. Kendi işimizi kurmak, danışmanlık yapmak, bildiklerimizi insanlarla paylaşmak ne güzel olurdu ama gerçek hiç değişmiyordu. Hayaldi, güzel hayallerdi. Gerçekleşse dünya kurtulurdu; katışıksız, samimi, abartılmamış ve doğal deneyimlerimiz yenilere ışık olurdu. Organik danışmanlık herkese gerekliydi.

Böylesi güzel günlerin arkasından tam zamanlı, memur tipi çalışma fikri bana daha da itici gelmeye başlamıştı. O güne kadar üstünde durmadığım bir konuyu ciddi ciddi düşünür olmuştum. Konu evlenmekti. İlk kez evlenmeyi bu denli ciddi düşünmeye başlamıştım. Yaşım 38 idi ve bana göre tam da zamanıydı, Hemen evlenip en geç 40 yaşında da iki bebek sahibi olmayı pek ala yapabilirdim. Tabii tüp bebek olacaktı bunlar. 60 yaşında üniversiteyi yarılamış çocuklarım olurdu, 70’imde torun bile sevebilirdim. Evet tam zamanıydı, harika bir fikirdi, nasıl daha önce düşünememiştim ki? Bu konu evrenin en uzak noktalarından çıktığı yolculuğu sonlandırmış, sonunda benim kapımı da çalmıştı işte ama ne yazık ki aşk kapıyı bir türlü çalamıyordu. Belki de zile uzun uzun basmıyordu veya ben duymuyordum. Nedense Tanrı bana bu hususta kırıntı kadar yetenek ve beceri bahşetmemişti, yeni bir iş bulurdum ama yüz yıl geçse bir eş bulamazdım. Her şeye rağmen karar verilmişti ve tüm duyular açık olacaktı. Biraz hanımlık keyfi sürmek benim de hakkımdı.

İşe alımımın onay bulduğu ama başlama zamanımın bir türlü belli olamadığı işyerinden de cevap gelmişti, tarih 23 Şubat olarak kesinleşmişti.

Bu cevabın geliş zamanı o kadar kritik bir döneme rastlamıştı ki bunu sözcüklerle ifade etmek çok güç. Ben hayallerimi süsleyen işyeri ve pozisyon için akrabalık ilişkilerimi kullanma şeytanlığımı o hafta etkinleştirmiştim ve tüm yüzsüzlüğümle firmanın üst düzey yöneticisi ile görüşme işini ayarlamıştım. Bunun için de aracı olacak kişi olan akrabamızla öncesinde görüşecektim. Adam Holding’in sahibi ve yönetim kurulu başkanı idi. Nefesimi kesecek bir olaydı bu benim için.

İşte 23  Şubat haberi de o sabah gelmişti. Böyle ikircikli bir durumla gün başlamıştı. Ocak ayında olurunu aldığım ve günlerdir haber çıkmayan firmayı bekleyecek değildim elbet, boş anları verimli kullanmak en doğru hareketti. Kaybedecek hiçbir şeyim olmadığı gibi kazanırsam hayatım kurtulacaktı ya da ben öyle sanıyordum. Hala iş yaşamının mutluluk getirdiğine olan inancım devam ediyordu, bu hislerim nedense sıfırlanmamıştı. Alışkanlıklardan kurtulmak uzun zaman alıyor.

Bu dönem hayatımın en zor zamanlarını teşkil etmiştir. İkilemler içinde, sürekli karar değişiklikleri yaşayarak, şuursuzca bir arayış, gerçek duygularla başkalarınınkini birbirine karıştırmak beni epeyce yormuştu. Çalışmak güzeldi tabii, buna kesinlikle itirazım olamazdı ancak beni tam olarak mutlu ettiğini söyleyemezdim. Bence bir kaçıştı, hayatı ertelemenin ve yarattığım sanal dünyanın gerekleri doğrultusunda yaşayarak bir şekilde oyalanmamın yoluydu.

Ben bu görüşmeye o güneşli Şubat günü gittim. Aralık ve Ocak’ta ılık olan hava bu tarihte iyice ısınmıştı, Baharlık bir ceketle, kumaş bir pantolon giymiş, renkli bir eşarbı da güzelce boynuma bağlamıştım. Saçlarımı kendim yapıyordum, boyama işini iyice öğrenmiştim, Allah’ın lütfu olan iri dalgalı uzun saçlarımı jöleleyip şekil vermek çok kolaydı. Ben de öyle yaptım. Hafif bir makyajım vardı, tiril tiril bir şekilde Maslak’taki Holding Merkezi’ne gittim. İşin komik tarafı ben oraya varmadan az önce dayım oradan ayrılmıştı. Yurtdışı bağlantısı olan dayım zaman zaman firmanın üst düzey projelerinde danışmanlık ve arabuluculuk yapıyordu. Sürekli dünya üzerinde hareket halindeki bir adamın yapacağı en güzel işti ve dayıma hep imrenirdim.

Binaya geldim, resepsiyondaki ilgililere adımı söyledim ve birden sanki bir flaş patladı. Beklendiğim için birden yanımda 2-3 kişi beliriverdi. Ben Holding Yönetim Kurulu başkanının misafiriydim ve değerliydim onların gözünde. Ayrı bir asansöre bindik, görevli kapımı açıyor beni bir devlet başkanını ağırlıyorlarmış gibi dikkatle ve özenle gideceğim yere götürüyordu. Gökdelenin en üst katında, hayatımda hiç görmediğim şıklık ve pahada dekore edilmiş bir kata geldik. Masif maun kapılardan biri açıldı ve görüşme salonuna alındım. Pencereler bulutlarla eş hizadaydı ve İstanbul ayaklarımın altındaydı. O kadar büyük bir yerdi ki nereye oturacağımı şaşırdım, ardından toplantı masasının bir köşesine yerleşiverdim. İlerideki koltuk ve kanepelere yeltenmemiştim.

Ben camlardan dışarıyı süzerken ilerideki küçük kapıdan içeriye üniformalı biri girdi ve içecek bir şey arzu edip etmediği sordu. Ben kahve deyivermiştim. Adam gittikten sonra akrabamız olan başkan içeri geldi ve gayet samimi bir şekilde beni karşıladı. Ne de olsa bebekliğimi bilen insanlardı bunlar ve annem onların ablası idi. Dayımın da firma için yaptıkları, değerli katkıları ailenin gözünde önemli şeylerdi. Yine çok geniş olan ailemizin mühendisler takımından olduğumuz ve zeka seviyesi açısından da açık ara fark yaptığımız için itibarlı bireylerdik. Genlerimin karşılığını bu anlamda hep almışımdır. O sırada kahve geldi. Tanesi sanırım benim bir aylık maaşıma denk gelecek pahadaki incecik, muhteşem beyaz porselen fincanda kahve, aynı porselenden küçük bir tabakta nefis kurabiyeler ikram edildi. O sırada masada değil koltukların olduğu tarafa geçmiştik ve ikramlar sehpaya koyuldu. İçimden bu porselenlerin başına bir şey getirmeden günü bitirsem diye geçiriyordum. Öte yandan da sürekli sohbet ediyorduk. Ben kendimi anlatıyor ve firmada ne tip bir iş yapacağımı söylüyordum. Yaklaşık bir saat böyle neşeli ve rahat muhabbet ettikten sonra başkan, sekreterini çağırdı ve beni ona teslim etti. Alt kata inecek ve istediğim firmanın üst düzey yöneticisi ile görüşebilecektim. Biz içeride iken sekreter tüm bu işleri ayarlamıştı.

Yine aynı törenle alt kata indirildim ve yönetici ile randevuma girdim. Görüşmem çok iyi geçmişti. Ben açık olan pozisyonları sorguladım, kendileri de o pozisyonların ilgili yöneticisini çağırarak beni görüştürdü. Ancak tam örtüşmeyen bir şeyler vardı. İstedikleri elemanın nitelikleri biraz farklıydı. Benim yetkinlik ve becerilerim ise başka pozisyonlara daha uygundu ama şu an böyle bir ihtiyaç yoktu. Karşılıklı ne yapsak etsek de bir yer bulsak muhabbetine girmiştik. Prensip olarak hoşnut kalmadığım ve sevmediğim şeylerdi bunlar. Ben orada bulunmaktan ve bu derece ayrıntılı görüşme yapmaktan duyduğum memnuniyeti dile getirdikten sonra fazla zorlamamamız gerektiğini hissettirdim insanlara. Güzelce el sıkıştık ve başka zamanlarda buluşma dileklerimizi sunduk karşılıklı.

Sonuç olumlu değildi ama ben kendimi müthiş iyi hissetmiştim. Zenginlik ne güzel bir şeydi. Keşke dünyadaki her insan, vicdanı da rahat bir şekilde bu temizlik, güzellik ve ihtişamdan payını alabilse dedim içimden. Saat 18.30’da ayrıldığım binadan çıktığımda o gün yaşadığım keyfin ve masal aleminin beni bir süre mutlu edeceğine emindim. O gün Şubat’ın 20’si idi ve ben zaten diğer şirkete sabahleyin KABUL cevabımı zaten vermiştim. Şansımı da denemiştim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder