4 Kasım 2010 Perşembe

Ve Sonrası (14. Bölüm)

Mart ayında babamla birgün benim evin olduğu Beylikdüzü’ne gitmeye karar verdik. Önce belediye otobüsü ile gidelim diye düşündük daha doğrusu ben ısrar ettim ancak babam başta kabul etse de işin cılkını çıkarttığımı söyledi, arabayla gitmemizin daha doğru olacağına beni ikna etti. Haklıydı da. Hesapladığımızda iki kişi otobüslerle gidiş dönüş ödeyeceğimiz para ile arabayla gitmemiz halinde harcayacağımız benzinin maliyeti arasında çok az fark vardı. Artık bu ince hesapları çok iyi öğrenmiştim. Kafamda 2-3 sn. analizi yapıp hangisinin ucuz olacağını pat diye bulabiliyordum. Yetenek kazanılmıştı ama her defasında uygulanması gerekmiyordu. Neticede eve arabayla gittik. Etrafı gezdik, evin bulunduğu kata çıktık. O sırada bizi apartımanın yöneticisi yakaladı, elinde bir liste vardı ve 6 aylık aidat borcu, asansör onarım masrafı vs. derken bize şimdi tam hatırlamıyorum ama 350-400YTL civarında bir fatura çıkarttı. O an yıkılmıştım, ben bu evden nasıl kurtulacaktım, bir an önce kendisini paraya çevirip diğer borçlarımı kapatmayı düşünürken, bu orada durduğu yerde borç üretiyordu. Moralim çok bozulmuştu, civarda satılık olarak yaklaşık 1000 tane ev varken ve benimkinde SATILIK diye bir afiş dahi yoktu ve bu satış işi nasıl olacaktı? Babama hemen oradaki emlakçılardan biri ile konuşup evi resmen ve emlakçı aracılığıyla satılığa çıkartmamızı söyledim. Bu işler öyle şifaen halledilecek gibi değildi, bir yandan da diyordum ki; babam bu kadar saf olabilir miydi? Sağa sola tembih ederek evi satabileceğine nasıl da kendini inandırmıştı ki böyle? İmkansızdı. İyi ki bugün buraya gelmiş, gerçekle yüzleşmiş ve gerekli harekatı başlatmıştım.

Bu ay benim için oldukça hareketliydi. Baharın gelmesi, günlerin uzaması nedeniyle pek evde durmuyor, yolun yarısını yürüyerek almak suretiyle Kadıköy yakasında ya da Taksim taraflarında bol bol gezinip duruyordum. Bu dolaşmalarım sırasında en sevdiğim şey, İstiklal Caddesindeki kitapevlerini didik didik etmekti. Yine geziyordum ama bu dönemde sadece koklayarak idare ediyordum. Kitaplar ateş pahası idi, benim gibi bir girişte beş kitap alan biri için dayanmak zor görünse de ben artık kitap satınalmıyordum. Zaten kitap da okumuyordum. Yıllardır okumuştum yollarda, kütüphanem dolmuş taşmış, bir o kadar kitabı da sağa sola dağıtmıştım. Düşündüm! Okuduklarımdan aklımda kalan o kadar azdı ki? Evet kitap güzeldir ama bunun gerçekten yararlı olanlarını seçmek çok güç bir iş. Bundan böyle sadece biyografileri ya da belgesel niteliğindeki kitapları okuyacaktım; gerçekleri anlatan, hayatı anlamayı kolaylaştıran, düşünsel ve zihinsel olarak bana katkısı bulunan kitapları okumalıydım. Hediyeleri kabul edebilirdim bir de ödünç alma yöntemini benimseyebilirdim. Yeniden para kazanana kadar da bu işi ertelemiş, fırsat buldukça ödünç aldıklarım dışında satınalarak kitap okumamıştım, okumayacaktım da. Bir de müzik albümleri. Onlar beni ruhen epeyce yoruyordu, bir CD.nin 27YTL olduğunu görünce değil satınalmak ellemeye bile kıyamıyordum. Ne güzel albümler çıkmıştı, sevdiğim müzisyenlere ait çok değerli albümler sıra sıra raflarda idi. Bunları almam imkansızdı, asla bu kadar para veremezdim. İki CD’ye 54YTL, Allahım bu muhteşem bir meblağ idi, benim bir aylık AKBİL dolum ücretimdi. Bu ne pahalılıktı böyle, sinir oluyordum. Korsan satıcıları özledim bir an, onlar bizim gibi çaresiz, parasız insanların derdine deva imişler de biz bilmezmiş, onlara laf edermişiz. Yasadışılığın en üst düzeylerde olanaklar bulduğu ülkemde bu gariban çerçeve dışına çıkmayan, hayati tehlikesi olmayan, zehir saçmayan, adam öldürmeyen bir sahtecilik ya da suç faaliyeti olan korsan CD’ciliğe son verilmiş olmasını kınıyordum hergün. Kahrolsunlardı bunları yasaklayanlar.

Beyoğlu gezintilerim sadece bakmakla yetinerek, çok nadiren Saray’da kahve içerek ya da Şampiyon’da çeyrek kokoreç yiyerek noktalanıyordu. Hemen belirteyim yarım ekmek kokoreç 5 YTL idi.  Artık böyle en ekonomik koşullara takılıyordum. Evdeki yemeğin maliyetinin sokaktakiyle kıyaslanması sonucu biliyordum ki yıllar boyu kazıkların en uzun ve sivrilerini yemişiz. Ne olursa olsun içim elvermiyordu o parayı ödemek. Bu sokaklara savurduğumuz her kuruşta fakir fukara, karnı açların hakkı vardı. Bizim elimizde savrulmaya hazır hale getirilmiş her kuruş bu insanların açlığa mahkum olması sonucu elde edilmekteydi. Bunları zaten bilen, bilinçli bir insandım ben. Neredeyse çocukluğumdan beri duyarlıydım bu konularda ama uzun yıllar kendimi uzaklaştırmıştım bu düşüncelerden. Tekrar gerçeklere dönmüş, ömrümün kalan kısmında dünyanın en zengin insanı dahi olsam asla müsrif olmayacağıma, her harcamamı yaparken kıyıda köşede çaresizlikle kıvranan insanları hiç aklımdan çıkartmayacağıma yemin etmiştim. Açıkcası kendi tanımımla Nirvana’ya ulaşmıştım. Hindistan’a, Nepal’e gitmeye gerek yoktu. Ülkemizde de yeterince örnek vardı ve sufilik geleneği ya da tasavvufla ilgili birkaç kitap okumuş herkes bu erdemlere sahip olabilirdi. Bizim topraklarımızda “bir lokma bir hırka” cümlesi etrafında toplanmayı başarmış ne abdallar, ne dervişler yaşamıştı. Bu engin örnekleri göz ardı edemezdim.

Ayrıca bir gerçek daha vardı ki bugün hastalıklara karşı zayıf olmamız, kanserlerin artması, mental rahatsızlıkların çoğalması hep sağlıksız, katkı maddesi bol besinleri tüketmek yüzündendi. Doğal olmayan, kimyasallarla tatlandırılmış, bedenimizi zehir gibi etkileyen, görünümü mükemmel ama hepsi içlerinde gizli katiller taşıyan besinlerden uzak durmalıydım. Dışarıda belli başlı şeylerin dışında hiçbir şey yememeliydim, bir süre sonra bunu yaşam felsefesi haline getirecek, zehirleri tamamıyla menümden çıkartacaktım. İlk heves ve tatlı kaçamaklar halinde, midye, kokoreç takılıyordum şimdilik. Genelde yaptığım ise sokağa tok karnına çıkmaktı. Evden yemek yemeden asla çıkmıyordum, haliyle de acıkmıyor, bunlara saldırmıyordum.

O sıralar, internet arkadaşım yeniden İstanbul’daydı. İstanbul aktarmalı olarak yurtdışına gidecekti. Sabah İstanbul’a iniyor akşam da yurtdışına uçuyordu. Aradaki boşluğu pekala beraber geçirebilirdik daha doğrusu böyle kararlaştırmıştık. Bu arada benim saçlarım uzamaya devam ediyor beyazlarımsa 1 cm.i çoktan geçmişti. Yabancılarla beraber olurken bu bakımsız durum beni bir parça sıksa da aldırmıyordum. Hava kapalı ama ılıktı. Arkadaşımla Taksim’de buluşmaya karar vermiş, Ben o gün karşıya arabayla geçmiştim, zira daha sonra kendisini havaalanına bırakacaktım. Bu o zamanlar benim için biraz zahmetli bir işti ama arkadaşım çok özeldi, misafirperverlik yapmalı, ev sahibi olarak yüzümü kara çıkartmamalıydım ona karşı. Hem böyle özel durumlar için ihtiyatım vardı. O gün annem de karşıda bir akrabamızın gününe gidecekti. Annemi, teyzemi de aldım arabaya doluştuk, bunları erkenden gidecekleri yere bıraktım, oradan da Taksim’e geçtim. Arabayı AKM’nin otoparkına bıraktım ki arkadaşım çoktan gelmiş elinde valizi otoparkın kapısında beni bekliyor ve bir yandan da gülerek resimlerimi çekiyordu. Haklıydı çünkü geç kalmıştım. Tatlı sitemlerden sonra ben arabamı park ettim, tüm tehlikesini göze alarak onun valizini bagaja bıraktık ve beraberce Marmara Kafe’nin yolunu tuttuk. Orada oturacak biraz sohbet edip öğlen saatlerine ulaşacaktık. Çünkü bizim ilk görüşmemizde muhabbetimizin ana konusu olan ciğerci olayını bu kez gerçekleştirmeye kesin kararlıydık. Çay, kahve içtik, birazcık laflandık derken saat 12.00’ı buldu. Aslında çıkmalı, İstiklal Caddesi’nde oyalana oyalana yürümeli ve Asmalımescit’teki ciğerciye varmalıydık. İstiklal Caddesi ogün de çok güzeldi, haftaarası herkes işteyken sokaklarda böyle gezmek ne kadar muhteşem birşeydi, bir türlü doyamıyordum.  Bu benim için hayat damarlarımdan biri demekti. Şehri haftaiçi yaşamalıydık muhakkak, her şey daha yalın ve süzülmüştü. Ortam nefisti. Üstelik ogün dünya kadınlar günü olduğu için de Beyoğlu’nda hafif bir kalabalık vardı. Arkadaşımla kitapevlerine girdik, onun istediği CD’leri satınaldık, alışverişlerimizi yaptık, ona buna baktıktan sonra çıktık. Çıkarken kapıda kadınlar günü nedeniyle sadece bayanlara verilen hediye paketini alırken günün verimi ve güzelliği bir kere daha ruhumu okşadı. Başından sonuna sallana sallana caddeyi yürüdükten sonra saat 13.00 gibi ciğerciye ulaştık. Evet sonunda o pek meşhur ciğercideydik. Tüm aksesuarlarıyla, sumaklı incecik kıyılmış soğan piyazı, ızgara edilmiş biber, maydonoz ve közlenmiş soğan, tabak dolusu maydanoz, roka ve acı turşuyla beraber ciğerler akmaya başladı. Lavaşlar sıcacık geliyor, ciğerler üşümesin diye üzerine kapatılıyordu. Patlayana kadar yedik, bir ara gülmeye başladım. Ben hayatımda bu kadar yediğimi hatırlamıyordum. Yedim, yedim, yedim, ciğer nefisti. Kalkma vakti de yavaş yavaş yaklaşıyordu. Elimiz yüzümüz batmıştı, ilk işimiz lavaboya koşup iyice temizlenmek oldu . Orada hem laflayıp hem de mis gibi yemeğimizi yemiştik arkadaşımla. Havadan sudan çok da ciddi olmayan şeylerden konuştuk, çaylarımızı içtik midemizi bastırdıktan sonra toparlandık. Hesabı ben ödedim, çünkü bunun için de en başında dayatma yapmıştım. İki kişi patlayana kadar doyduğumuz bu yemeğe sadece 33YTL vermiştik, yani adam başı 17YTL. Mucize bir ücretti ve nefis bir öğlen yemeği yenmişti.

Bu seçenekleri hayatımda biriktirmeye başlamış sonrasında birikimlerimden güzel güzel yararlanabilmiştim. Düşünün sadece 17YTL ile karnımı zevkle doyurmuştum.  Eskiden tek celse yemek için en az 50YTL’yi gözden çıkartan zaman zaman 100-150YTL’ye varan paralar ödeyen ben, bu mertebelerin olduğundan bile habersizken, şimdi neler öğreniyor, yaşamın bu boyutunun da çok güzel olduğuna tanık olabiliyordum. Hayat güzeldi. Para mutluluk demek değildi. 8 Mart Kadınlar günü bu yıl bana tüm güzelliği ile patlamıştı. Züppe yerlerde içilen koka-moka-şoka kahvelerin fiyatına, halis Türk ciğeri yiyen, güzel bir Türk Kadını olmuştum bu 8 Mart’ta.

Yine İstiklal Caddesinde lodosa kapılmış kayık gibi yalpalı şekilde, bir gözümüz de saatte Taksim’e doğru dönüş yürüyüşümüze geçtik. Havanın kapalı saydamlığı, burun deliklerimizi nemlendirirken, bahar tadındaki ürpertinin sonucu omuzlarımız içe çökük, Meydan’a ulaştık. Araba AKM’nin otoparkındaydı ve benim, arkadaşımı Havalimanına bırakmam gerekiyordu. Bir İstanbul ev sahipliği eylemini sonuna kadar tamamlamalıydım, bu konuda da söz vermiştim, daha doğrusu israr etmiştim. Merter, Yenibosna civarındaki inşaat karmaşası nedeniyle endişeliydim ve açıkçası uçağa yetiştirememekten korkuyordum ama yine de sözüm sözdü. Arabaya bindik, hemen otoparktan çıktık, bildiğim en kısa yollardan çevreyoluna çıkıp trafik kurallarını da biraz çiğneyerek havaalanı sapağına ulaştık. İçim rahatlamıştı. Dış hatlar terminaline yanaşıp arkadaşımı indirdim. Bagajdan bavulunu alıp çok beklemeden vedalaştıktan sonra, yalnız ve rahat olarak çevreyoluna girip evime döndüm. Benim için güzel bir gün daha nihayete ermişti. Ciğerciyi deftere yazmış, ilk fırsatta tüm arkadaşlarımı götürmek üzere listeme dahil etmiştim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder