9 Kasım 2010 Salı

Ve Sonrası (18. Bölüm)

2007 Nisan’ı çok hareketli bir aydı, ülke genelinde yaşanan ve bir döneme damgasını vuran bir çok olay bu ayda gerçekleşti. İş döneminde belki haberimin dahi olmayacağı bir çok olayı yakından izlemek, hatta olayların içine girmek gibi eylemlerim oldu. Bunlardan biri de her hafta ülkenin belirli bir yerinde yapılan Cumhuriyet Mitingleriydi. Siyasetten hiçbir zaman uzak durmamış biri olarak bunları ilgiyle izliyor ve destekliyordum. Ülkemizin içinde bulunduğu durumdan kaygılanıyor ve tepkimi  vermek için bu eylemlere katılmayı yanlış bulmuyordum. Katıldım da. 29 Nisan 2007’de Çağlayan meydanında elimde bayrağım ve yanımda arkadaşlarımla gidişata dur demek için oradaydım.

ÇİYA’lı Kadıköy gezisi yaptığım arkadaşım bir gün önce beni miting için aramış, gidip gitmeyeceğimi sormuştu. Kararım gitmek şeklindeydi ve söyledim. Benden bu yanıtı alınca hemen dahil oldu. İki dakikada gidiş için planı yaptık ve sabah buluşmaya sözleştik. Arkadaşım, eşi, ağabeyi ve ben Kadıköy’de buluştuk, arabaya doluştuk ve karşıya geçtik. Arabayı Levent’e ara sokaklardan birine park ettik, bir otobüse atlayıp Mecidiyeköy’e geldik, oradan da yürüyerek Çağlayan Meydanı’na ulaştık. Güneş içinde aydınlık bir gündü. Alan telaffuz edilemeyecek kadar kalabalıktı. Kendimize bir köşe bulup mevzilendik. Elimizde bayraklarımız, dilimizde sloganlarımız saatlerce orada kaldık. Bağırdık, çağırdık, şarkılar söyledik, alkış tuttuk. Mitingin sonunda da yürüyerek Levent’e arabayı bıraktığımız yere döndük. 

O miting tarihin en kalabalık mitinglerinden biriydi ve tüm yollar insanla dolmuştu. Levent’e yürüdük çünkü başka seçeneğimiz yoktu. Tüm çıkışlar kapalıydı, yollar, caddeler insanlarla tamamen tıkanmıştı. Ben yorgunluktan ölmek üzereydim ayrıca susuzluktan da başım dönmeye başlamıştı. Tam Mecidiyeköy merkeze vardığımızda bir simitçi bulduk. Fırından yeni çıkmış taptaze simitler sepette, pet şişelerdeki sular ise adamın tezgahındaydı. Hemen birer şişe su ve birer simit aldık. Hayatımda yediğim en lezzetli simitti bu. Açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereyken ve ayaklarım artık beni taşımazken son dakikada bulunan bu simit ve su, yaşamda mutluluk kıstaslarının ne denli göreceli olduğunu bana kanıtlamıştı. Sevinç ve huzuru uzaklarda aramak çok anlamsızdı, hep yanımızda var olan kolayca erişebileceğimiz şeyler dururken, ihtiraslarımızın ve tatminsizliğimizin kurbanı olmanın ne denli zavallı bir durum olduğunu hissettim. O simit ve su, Nişantaşı’ndaki en lüks kafelerde, boğazdaki pahalı lokantalarda yenen yemeklerden çok daha lezzetli ve doyurucuydu.

Çalışmadığım dönemde en çok yaptığım işlerden biri de Kadıköy’ün meşhur Salı Pazarı’na gitmekti. Sadece yazları izin dönemlerinde gidebildiğim bu pazar, İstanbul Anadolu Yakası sakinlerinin vazgeçilmeziydi. Her kadın hatta erkek ayda mutlaka bir kez Salı Pazarı’na giderdi. Annem de aynı sıklığı koruyan bir pazarseverdi. İhtiyaçlarımı listeler anneme verirdim. O bulabildiklerini alır, üstüme olanları ayırır, olmayanları ise bir sonraki hafta değiştirmek üzere yine pazara giderdi. Tabii benim aklımda “acaba daha neler var ve ben kendim seçip alamıyorum” diye kurardım. Kısacası bu Pazar klasiği benim içimde uhdeydi. Şimdi bütün Salı günleri elimdeydi. Artık istediğim zaman Salı Pazarına gidebilirdim. Ancak işin komik tarafı bu sefer satın alınacak bir şey yoktu, ihtiyaçlar ortadan kalkmıştı. Bir şey alıp eve tıkmak şöyle dursun aksine ben sürekli evi boşaltmaya çabalıyordum. Atmakla, vermekle dolaplarımı tenhalaştırmaya başlamıştım. Yine de pazara gittim hep. En azından ayda bir kere dolaşmak bahanesiyle yürüyerek pazarın yolunu tuttum. Hem yürüyüş yapıyor hem de pazarı bir güzel dolaşıyordum. Giyecek tarafı ile ilişkimi kessem bile sebze tarafı sonsuz bir dünyaya açılıyordu, orada türlü türlü sebzelerden alıyor, eve dönünce güzel güzel yemekler yapıyordum. Ailecek hayatımız, çeşit çeşit salatalar yiyerek, faydalı olduğu bilinen sebzeleri sıklıkla pişirerek geçiyordu. Zaman o kadar boldu ki, otları ayıklamak, yıkamak, saatlerce uğraşmak bana zor gelmiyordu. Zamanımı geçirmek için kullandığım en güzel araçlardan biriydi Salı Pazarı. Ilıman kış için de idealdi. Sanki yaşamımın bu kısmı Tanrıya sipariş edilmiş gibiydi.

Mayısla beraber yaz işaretlerini vermeye başladı. Nefis işaretlerdi bunlar; çiçeklenen ağaçlar, yeşeren doğa, mis kokan hava, hep güzel şeylerdi. Bu zamanlarda haftaiçi yapılacak en doğru şey boğaz hattında gezinmek, erguvanların görüntülerinde keyif sürmekti. Vapur yolculukları, sahilyolunda  bol bol yürümek bu ayki hareketlerim olabilirdi. Ancak bunları yapmak için can atmıyordum. Özel bir çaba ve emek sarf etmiyordum. Fırsatlar çıktığında yapmayı tercih ettim, kendim bir şey yapmadım. Bu fırsatlardan biri annemin Sarıyer’de yaşayan arkadaşının çağrısıydı ve birlikte gittik.

Sarıyer! Hep çok sevmişimdir. Okulum Maslak’ta olduğu için güzel günlerde ders sonrası kaçtığımız yer ya İstinye ya da Sarıyer olurdu. Oraya özel bir sevgim vardı. Ayrıca bir Karadenizli olarak buranın ahalisinden de kaynaklanan Karadeniz’e benzerliği hep hoşuma gitmiştir. O gün de benzer güzellikleri yaşadık. Annemle Beşiktaş’a motorla geçtikten sonra, sahilden giden Sarıyer otobüsüne bindik. Yolu belki çok uzattık ama etrafı doyasıya seyredip tüm renkleri içimize çektik. Bende hala bir digital fotoğraf makinesi yoktu, ne görüntüler kaçırmıştım ama yine de huzur dolmuştum. Bu fotoğraf makinesi konusunu ilk kampanyada ya da hediyeli satışlarda mutlaka çözmeliydim. 500-600YTL’ye değil en fazla 100YTL bütçe hedefi koyarak arayışa geçtim. İşimi görecek bir model olmalıydı, beni tatmin edecek görüntüleri hayatıma taşımalıydı. Yoksa fotoğraf sanatçısı olacak değildim, yarışmaya da girmeyecektim. Zorlamanın alemi yoktu.

Bu yıl 19 Mayıs Cumartesi gününe rastlamıştı, iş hayatındayken bu tip rastlantılar bizi deli ederdi, resmi tatil günlerinin çakışması hiç hoş karşılanmazdı. İlk defa bu yıl 19 Mayıs’ın tatile kurban gitmesine hiç aldırmadım ve en ufak bir üzüntü duymadım. Benim için her gün tatildi, aynen 18 Mayıs’ta olduğu gibi. Evet o Cuma günü akşamüzeri hobi kursumdan olan iki arkadaşımla buluştum. Buluşma noktamız Cihangirdi, hep takıldığımız kafelerden birinde saat 16.00 gibi bir araya geldik. Ben genelde Taksim taraflarına gideceksem en az bir saat erken orada olmayı tercih ederdim. Yine öyle oldu ve Karaköy-Tünel güzergahını izledim. İstiklal Caddesine tünel yönünden girip tüm caddeyi yürümeyi seçtim. Yürürken etrafı seyretmek beni dinlendiriyordu. Tam tünelden çıkmış kendimi sol tarafa atmış yürüyordum ki, 50 metre ya gittim ya gitmedim sol tarafımda kocaman bir camekan ve arkasında muhteşem dondurma kutuları gözüme ilişti. Birden kendimi Roma’ya ışınlanmış gibi hissettim. Yıllar önce Roma’da aklımı başımdan alan 80-100 çeşit dondurmanın bir kısmı burada tam karşımda duruyordu. Harika meyveli çeşitler, kahveli, çikolatalı diğer çeşitler ve en sonunda da alkollü dondurmalar aynen İtalya’da olduğu gibi tezgahta duruyorlardı. Geri çekildim kapıya baktım. Cremeria Milano yazısı gözüme ilişti, hemen üç top dondurma alıverdim. Tadı da muhteşemdi, bayıldım. Sahibi İtalyan kadın kasadaydı ve kendisi ile konuşma fırsatım oldu. Uzun yıllardır Türkiye’de yaşayan bu hanım sonunda bu yeri açma kararını vermiş ve burayı da mekan seçmişti. Yine geleneksel İtalyan tatlılarından da birkaç çeşit servis ediliyordu. Her ne kadar bizim dondurmalarımıza öncelik versem de beni İtalya yolculuğuna götüren bu mekan ve tatlar o tarihten sonra tutkum oldu. Bütün arkadaş ve dostlarıma buranın reklamını yaptım.

Bu keyfimin ardından hızlı adımlarla Taksim’e çıktım oradan Sıraselviler’e saptım ve Akarsu Caddesi’nde buluşacağımız kafeye geldim. Dondurma maceramın üstüne bir kahve içmek iyi olacaktı. Hava dışarıda oturacak kadar ılıktı ve biz de öyle yaptık. Menüden güzel bir aromalı kahve seçtim. Arkadaşlar bir iki yiyecek şey de aldılar. Siparişlerimiz gelince uzun bir aradan sonra bir araya gelmenin gereği olan koyu sohbete daldık. Hem yedik hem içtik hem de kendimizden bol bol konuştuk. Hava kararmak bilmiyordu ayrıca bir arkadaşımızın tanıdığı da aramıza katılacaktı. Orada daha fazla oturmayıp Galata Asmalımescit tarafına gitmeye karar verdik, gelecek arkadaşı da oraya yönlendirdik. Yine yürüyerek Taksim’e oradan da İstiklal Caddesi’ne geldik. Ortalık iyice kalabalıklaşmıştı, hızlı hızlı kalabalığı yararak ilerleyip Odakule’ye vardık. Beklediğimiz arkadaş da bize katıldı ve kendimizi Galata’ya attık. Galata kuledibi civarına takıldık, bu taraf nispeten tenha ve çok daha sakindi. Hemen oradaki çay bahçesine oturduk. Çaylarımızı söyledik. Çay bahanesiyle biraz da dinlendik, zaten amacımız da buydu. Ortalık iyice loşlaşmıştı. Kalktık ve hava iyice kararmadan ara sokakları gezmeye koyulduk. Bu bölgenin eski dokusu, gizemli havası bizi büyülemişti, Yılan gibi dolandığımız bu sokaklardan birinden bir şekilde tekrar caddeye çıkmayı başardık. Çok da planlı olmayan bu gezintinin orta yerinde ben keşfettiğim dondurmacıdan söz edince herkes hemen oraya gitmek istedi. Tekrar rotamızı tünel yönüne çevirdik ve dondurmacıda soluğu aldık. Arkadaşlarım gördükleri çeşitler karşısında soğukkanlılığını koruyamamıştı, yüklü miktarda ve çeşit çeşit dondurmaları sipariş etmişlerdi. Her tadan bayıldığını söylerken ben ikinciyi yemeyerek sadece onları izledim. Daha ilk günden bu mekanı arkadaşlarıma gösterdiğim için mutlu oldum. Hava iyice kararmışken buradan da çıktık. Artık ayrılma zamanı gelmişti. Vedalaştık, ben özellikle tünelin son tramvayına yetişme derdindeydim çünkü bir kere daha Taksim’e yürüyecek halim kalmamıştı. Şükür ki yetiştim. Karaköy’e geldim ve vapura bindim. Boğazın güzelliğini izlerken Kadıköy’e yaklaştık. Son kez gece ışıkları ile taçlanmış muhteşem manzaraya baktım ve vapurdan inmek üzere ayağa kalktım. İskelenin verilmesini beklemeden vapurdan atladım, otobüs duraklarına yürüdüm.  Durakta bekleyen otobüse bindim, on beş dakika sonra evimdeydim. Eve girdim aklıma geldi. Yarın 19 Mayıs’tı. 19 Mayıs benim kardeşimin doğum günüydü. O’na çok sevdiği çikolatalı muzlu pastalardan alacak, ellerimle yedirecektim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder