2 Kasım 2010 Salı

Ve Sonrası (13. Bölüm)

Baharımsı kış döneminde dışarıda çok zaman geçirdiğim için toplumun 2000’li yıllarda almış olduğu şekli iyice anlamıştım. Halkımız para üzerine epeyce kıvamlanmıştı. Hayatı algılama benim bildiğimden daha farklıydı ve yaşam biçimleri çok değişmişti, ışık hızında bir değişim olmuştu, özellikle iletişim teknolojilerinin insanı soktuğu biçim hayret edilecek cinstendi. Bazı şeyleri anlayamıyordum. Giyim, kuşam, iş ve insan ilişkileri farklıydı, paranın devinimi, çevrim sanatı gibi uğraşlar vardı artık ve hiç bildiğim konulardan değildi. Ben hala genelde nakitle gezen, cep telefonunu da evi aramak için kullanan, üstelik sadece 2 aydır bir dizüstü bilgisayarı olan modası geçmiş, tarihte yaşayan acınacak bir mühendistim. Bakalım yeniden çalışmak nasıl olacaktı? Belki de sürekli yaşadığım yeniliklerin bende yarattığı acılar son bulacaktı.

23 Şubat’ta uzun bir aradan sonra ayda 2000YTL maaşla işe başladım. İşyeri Dudullu’da idi, evime yakın sayılabilirdi. Aslında hiç içime sinmemişti ama hiç değilse maaş diye verilecek para ile kredi borcumu ödeyebiliyor, azıcık bile olsa bakiye kalıyordu. Ana param sıcak fön görmüş kar gibi eriyeceğine bu şekilde korunabilirdi. Ne güzel bahar kapıyı çalmış, doğa uyanıyorken, mimozalar sarı sarı yollarda bana gülümsüyorken ben eski kazandığımın yarısına ağır bir işe giriyordum. Dört ay çabucak geçmişti ama sokaklara henüz doyamamıştım.

Kararlaştırılan tarihte yeri Dudullu’da olan bir üretim şirketindeki işime arabamla gittim. Şirket 40 yıl öncesinde yaşıyordu sanki, eski Türk filmlerinde gördüğümüz fabrikalara çok benzeyen, açık ofis mantığının henüz yerleşmediği, küçük kare odalarla dolu bir merkez-ana binaya sahip, son derece sade ve naif bir yerdi. Yerler mozaik olup kapılar demirdendi. Biraz kaygıyla baktığım bu görüntü bana fırfır büroların uzağına çıkma, çalışma yaşamını yeniden gözden geçirme fırsatını verdi. Firmaya birden kanım kaynamıştı, değerimin belki de yarısına denk gelen maaş seçeneğini kabul ederek siftahı yaptım. İlk günden her şey son derece düzgün başlamıştı, masam hazırdı, bilgisayar ve tüm kırtasiye ihtiyaçlarım masamın üzerinde hazır bekliyordu. Hiç ummadığım bir profesyonellikle karşı karşıyaydım. Buraya aşık olmuştum. Elemanlar işyerini sahiplenmişlikle çalışıyor, yıllardır orada olup yurtdışlarında master üzerine master yaparak ruhunu kirletmiş insanlardan büyük farklarla ayrılıyorlardı. İnanamadım bu kadar temiz ve güzel insanların var olduğuna. Yeni işim harikaydı. Öncesindeki tüm depresif ruh halimden sıyrılmıştım. Burası harikaydı.

İlk üç gün güzel geçti ancak sonradan görev tanımıma giren faaliyetlerle baş başa kalınca birden şimşek çaktı. Ben yanlıştım. İş ve işyeri doğruydu ama ben yanlıştım. Benim için tanımlanan işleri yapmam olanaksızdı çünkü bilmiyordum. Bildiğimi sandığım iş ve süreçlerle tamamen örtüşmeyen bir görev tanımım vardı. Dördüncü ve beşinci günü kederler içinde bitirdim, hafta sonuna kapağı attım.  Hayatımda en üzüldüğüm hafta sonunu geçirdim. Başlamadan önce sevmediğim, ilk üç günde de çok sevdiğim bu işyeri ve insanların arasında kalmam olanaksızdı, kesinlikle zarar vermeden buradan gitmeliydim. Türk filmi senaryosu yaşıyordum, aşık olduğum adamı mutsuz edeceğimi anlayarak ayrılması gereken fedakar kadındım. Ama iş konusunda yetkinlik ve becerilere sahip olmadığımı da onlara söyleyemezdim, çok iyi bir bahane bulmam lazımdı. İçim kan ağlıyordu, evdekilerle konuyu tartışıyordum, nasıl zorlasam bilmiyordum ama devam etmem imkansızdı. O hafta öldüm öldüm dirildim, kendimden nefret ettim, utandım, sıkıldım, Tanrıya isyan ettim. Onlara bir insanın emri altında çalışmak için çok geç olduğunu, yönetici olmanın dışında başka iş yapamayacak olduğumu uygun dilde anlatacaktım, daha doğrusu buna karar verdim. Tüm bu gelgit ve girdaplar eşliğinde insan kaynakları uzmanı o harika insanla konuştum. Aynı yaştaydık ve beni çok iyi anladı. Şükürler olsun anlamıştı ve ben de rahatlamıştım. 28 Şubat itibariyle işten ayrıldığıma dair istifa dilekçemi hazırladım. Aslında Mart ayındaydık ama bu şekilde mevzuatı uyguladık. Tüm bunlara rağmen bana 7 günlük maaş ödemesi yaptılar. Bu parayı hak etmemiştim, Tanrı bunun acısını benden çıkartmazdı umarım.

Mart’ın üçüncü günü itibariyle yine işsizdim ama bu kez yıkılmıştım. Benzer durumları yaşama olasılığım çok büyüktü. Bu deneyim bana göstermişti ki, olduğumu sandığım şeylerin hiçbiri değildim, kısacası ben artık yeni mezun olduğum dönemlerdeki gibi piyade değildim. Ben artık bir komutan olmuştum ve komutan olarak iş bulmalıydım, bu da çok az bir olasılık idi. Türkiye’nin koşullarına göre beni bu tanımla işe alacak bir yer yoktu. Özgeçmişinde yöneticilik deneyimi olmayan birini yönetici olarak, 39 yaşında birini de eleman olarak çalıştıracak işyeri yoktu. Ben belki işlerimde başarılı, tuttuğunu koparan, hayatta iş akışını durduracak hatalarda bulunmamış biri olabilirdim ama taş yerinde ağırdı. Başka bünyelerde kan uyuşmazlığını en üst düzeyde yaşayacak biriydim. Kayıptım. Artık YAPAN değil YAPTIRAN olmalıydım. Bazı pozisyonları iş arama seçeneklerimden çıkartmalıydım. Bunlar benim en güvendiğim pozisyonlardı ve kaybettiğim için çok üzülüyor, benzer talihsizliği bir daha yaşarım diye de korkudan ölüyordum. Durduk yerde gerçeğin suratıma gülle gibi çarpması ben de ileriki aylarda kolay kolay üzerimden atamayacağım fobiyi beynime bir güzel yerleştirmişti.

Mart başıydı ve yine sokaklardaydım, kaldırımları öpebilirdim, yollardaki ağaçları, çevredeki kuşları, bahçemdeki çiçekleri, tek tek sevdim, okşadım, aralarına dönüşümü gökyüzüne bakarak kutladım. Bir şekilde mutlu ettim kendimi, daha doğrusu kandırdım. Benim mutlu olmam için evimin satılması, ne var ne yok silkindikten sonra elime kimsenin dokunamayacağı güzel bir paranın kalması şarttı. İyi de hala ne yapacağımı doğru dürüst bilmiyordum.

Ne yapabilirdim acaba ben? Dünyadaki insanların hepsine sorsanız size söyleyecekleri; “hemen bir kafe açmak” olur. Tahta iskemleli ve masalı, el dokuması, ya da otantik tezgahlardan çıkmış ham keten masa örtüleri olan, duvarları hep aynı tablolar ve aksesuarla doldurulmuş, genelde, koyu yeşil, bordo veya toprak renklerinin hakim olduğu, kapısında 1950’lerden kalma hissi veren bir tabelası olan, loş, yoğun tütsü kokulu bir kafe. Orada kendi yapımınız olan kekler, kurabiyeler, basit yiyecekler, makinelerin hazırladığı çeşit çeşit kahveler, saçma sapan otlardan her derde deva mucize çaylar vs. olacaktır ve siz mutluluğa mutluluk demeyecek, hayatınızın en güzide günlerini orada geçirebilecektiniz. Bunu yapmamak nedense salaklıktı, niye aklıma gelmiyordu acaba benim? Kafeler, kendi kafemi açmak!

İşte dışarıdaki insanların gözünde ve gönlünde ideal, imrenilen yaşam, genelde hep böyle bir şeydir, mutlu eden bir hayaldir ve bazı hayallerin HAYAL olarak kalması en güzelidir; gerçekleşmesi ya imkansızdır ya da gerçekleştiği zaman hiç tadı tuzu yoktur, gerçekler sanıldığı gibi değildir. 

Ne yazık ki o açılması düşlenen kafelerle dünyanın yarısı doluydu ama hayalperestler bunu farkında değildi. Neredeyse 6 aydır sokaklardaydım ve yaşadığım şehrin her köşesi, kenarı, içi dışı bunlarla dolmuştu, çoğu sinek avlıyordu, birisi henüz açılırken iki yanındaki kapatıyordu. Kafe sahibi olmak buydu. En iyi keki, kurabiyeyi yapan diye bir şey yoktu. Herkes gayet güzel yapıyordu bunları, özgünlük adına bir şey kalmamış zira tüm seçenekler çoktan keşfedilmişti. Zaten unlu mamuller adı altında iş gören yerler de doğal olarak birer kafeydi ve bunlarla rekabet etmek imkansızdı. Bu ev yemekleri, kafe ve ihracat fazlası çul çaput satma fikirleri benim listemden çoktan çıkmıştı. Konu; var olan ve büyüklüğü hiç değişmeyen bir pastadan koparılacak yeni bir lokmadan ibaretti, bu lokma ne kadar doyurucu olabilirdi ki?

Ben bildiğim ve asla benim için zor olmayan bir şeyi yapmalıydım.  Doğuştan getirdiğim, Allah vergisi yeteneklerimi işlemeli, bunlarla yaşamımı devam ettirebilmeliydim. Neydi peki? Bunu bir gün mutlaka bulacaktım. 

Arkadaşımın Kasım’da doğan bebeği büyümeye başlamıştı, onların evde oluşu, kendisinin çalışmaya uzun bir süre başlamayacak olması benim için büyük şanstı. Aramızda düzenli olarak buluşmaya karar vermiştik ama bir türlü tam randımanlı gerçekleştiremiyorduk. Evi bana yakındı hatta benim performansıma göre yürüyerek rahatça varılacak uzaklıktaydı, ona gidebilirdim ve gidiyordum da. Beraber bebeğin bize izin verdiği boyutta oturuyor, bir yandan sürekli atıştırıp gevezelik edebiliyorduk. Bebekle oynuyor, onun maskaralıkları ile epeyce oyalanıyordum. Yaramaz biraz daha büyüse de dışarıya rahatlıkla çıkabilsek diye hayal kuruyorduk. Ev kadınlarının günlük çay, kahve muhabbetlerine benzeyen, tatlı faaliyetlerdi bunlar. Çalışan kadınların alışık olmadığı, bir türlü alışamadığı bu faaliyetler bana hiç de garip gelmiyordu. Hem ikimiz de daha 6 ay öncesine kadar çalışan bayanlar olduğumuzdan sanırım dengeyi güzel kurabiliyor, sohbetlerimiz düzeyini koruyor, henüz o kadar boş ve gereksiz konularla haşır neşir olmuyorduk. Belki de bu yüzden evde yaşam bana pek sıkıcı gelmemişti. Ah bir de parayı yönetebilseydim. Beni sürekli eriten detaylardan kurtulabilseydim.

2 yorum:

  1. Sevgili Zeynep,
    Yazdıklarını biriki gündür okuma fırsatım oldu. İş konusundaki saptamalarınıza %100 katılıyorum. Özellikle Cafe işletmiş, iş yaşamında, profosyonel iş yaşamı denen zırvalıkta salak bir profosssyonelll olmak istemiş biri olarak sizi iyi anladığımı düşünüyorum. Bir çok şeyi çözmüşsünüz. İki yüzlü, yapıştırma gülücüklü, işi, iş yapmak olmayan, dedikodu, ayak oyunları ile, başkalarının alınterine, emeğine çökmede sakınca görmemeye dayalı iş yaşamı size göre değil. Nereye giderseniz gidin, çok sürmez ayrılırsınız oradan. Zehir içinize girmiş bir kere. Size uygun ne iş var ne kurabileceğiniz hayalini düşlediğiniz cafe işletmeciliği...
    Bizlere mucize lazım, ya da efendice çekip gitmek! Ama nereye?
    Saygılar
    Tuncay Değiş

    YanıtlaSil
  2. Zeynep,
    belki sonraki bölümlerde sana en iyi uyan şeyi bulabileceksin ama neden şimdi blogda yaptığın gibi günlük veya konu tükenirse, yaratıcı kitap, öykü, roman vb. yazmayı düsünmedin?
    Sevgiler,

    YanıtlaSil