8 Kasım 2010 Pazartesi

Ve Sonrası (16. Bölüm)

...Türlü kaçış denemelerime rağmen pis paraya muhtaç olmak bana ayrıca büyük acı da veriyordu. Şükür ki bu macerada direkten döndüm ve güzel hayatıma yeniden başladım. (onbeşinci bölümün son cümlesi).

Artık bundan sonra internetteki kariyer siteleri, iş başvuruları benim için eğlence olmanın ötesine geçemeyecek, onlar benimle değil ama ben onlarla zamanımı geçirip, neşelenecektim. Ülkemizde tepeden tırnağa toplumu esir almış yozluk, bu alanda da üst düzeydeydi. Kimse ne aradığını bilmiyor, aradıklarını sandıkları insanlar karşılarına çıktığında da bunu fark edemiyorlardı. Ortada çok ciddi bir sorun vardı ve bu sorun halledilinceye kadar iş aramaktan vazgeçmeyi uygun görmüştüm. Aslında Beylikdüzü’ndeki evim satılsa bütün problemler sona erecekti, bu benim en önemli sorunum olup üstüne yoğunlaşmam için artık bir dakika bile gecikmemeliydim. Tüm eylemlerim, maddi, manevi tüm çabalarım bu işle ilgili olmalıydı. Evi satmalı, kredi borcumu kapatmalı, elime kalan para ile hayatımın kalan kısmına bakmalıydım.

EV SATILMALIYDI. KESİNLİKLE AMA KESİNLİKLE SATILMALIYDI.

Beynimi kemiren bu sıkıntılı süreçte yaşadıklarımı düşününce hala çok üzülüyorum. Tek bir kuruşu haram olmayan, alnımın teriyle kazandığım paramdan hatırı sayılır bir kısmının yok olup gitmesi beni hala kahrediyor. İnsanlar türlü yolsuzluklarla milyonlar kazanır ve keyfince harcarlar, ben ise gıdım gıdım yaptığım birikimimden, hak etmediğim halde benim için çok çok önemli bir miktarını boşu boşuna kaybetmiştim. Öte yandan o zaman bu kadar üzüldüğüme de kahroluyorum. Her gecenin sonunda güneş mutlaka doğuyor, ben sanki güneş hiç doğmayacakmışçasına kendimi yıprattım. İlk anlar, ilk sıkıntılar karşısında acemilikten kaynaklanan zayıflıklardı bunlar. Boş yere, düşüncesizce, telaş ve panik sonucunda oluşan insani tepkilerdi. Artık çok daha güçlü, rahat ve soğukkanlıyım. Bu tip maddi konuların beni üzmesine asla izin vermiyorum. Maddenin, ağırlıklı olarak da paranın sadece bağımlılık yapan belalar olduğunu artık çok iyi biliyorum. Ama o gün geçerli olan tek gerçeğimi de asla defterden silmiyorum. Beylikdüzü’ndeki evin satılmasının tek çarem olduğu gerçeğini!

Bu dönemde Antalya’da yaşamaya başlamış kuzenimle msn yoluyla sürekli muhabbet ediyorduk. Bunlara sohbet demekten ziyade, hayal kurma yazışmaları demek sanırım daha doğrudur. Aklımıza binlerce cin fikir geliyordu ancak bunları gerçekleştirmek için beş kuruş paramız yoktu. Hem hayal kuruyor hem de para olmadığı için kurulmuş hayali tek darbe ile yıkıyorduk. Bu darbenin adı parasızlıktı, sermayesizlikti. Sonradan beni gülümseten ancak o dönemde geleceğe yönelik içimdeki heyecanları yeşerten ve hep yeşil tutan, bu konuşmalarımızdı. İkimiz de bundan mutlu oluyorduk.  Hele ki parasızlığı yenmek için şans oyunlarına abanmamız, soluksuz kupon doldurmamız ve her çekilişten sonra “yine olmadı” deyip, olursa “neler neler yaparız”ın listesini oluşturmak baş zevkimiz haline gelmişti. Dünyayı yerinden oynatacaktık. Bu arada benim Antalya’ya gitmem farz olmuştu. Bu harika bir fırsattı ve iki yakam bir araya geldiği gün ilk işim Antalya’ya gitmek, bu şehirde turist değil de bir sakini gibi yaşayarak günler geçirmeyi gerçekten çok istiyordum. İstanbul’dan hiç ayrılmamak, Nisan’a yaklaştığımız bu günlerde beni son derece sıkmaya başlamıştı. Benim gibi gezmeyi seven biri için bu durum bir kabustu. Evet gezmek! Bu kelime artık kulağımı acıtıyordu. Çok özlemiştim seyahatleri.

Buna da bir ölçüde çare bulmuştum. Bilgisayarın başına geçtiğimde tur şirketlerinin internet sayfalarına giriyordum, yine aklıma gelen her türlü turizm ve tanıtım kataloglarının internet üzerindeki bilgi dolu belgelerine giriyor, okuyor, okuyor, kalınacak yerleri inceliyor, o yerlerin fotoğraflarına bakıyordum. Dünya üzerinde ne muhteşem yerler vardı ve bazı insanlar hayatlarını buraları dolaşmakla geçiriyordu. İmrenmekten bayılacak gibi oluyordum. İşte bu sanal gezintilerim esnasında bilgisayarıma yüklediğim müzik CD.lerimden seçtiğim karışık albümü dinliyordum. Kendime en sevdiğim şarkılardan oluşan 150-180 şarkılık albüm yapmıştım. Bunlar genelde son dönem tenorların pop-arya türündeki şarkıları, etnik müzikler, Akdeniz melodileri, Latin ezgileri, eski klasikler ve fadolardı. Müzik kulaklarımda, muhteşem yerler gözlerimde böyle saatler geçiriyordum. Aklıma gezi yazılarım geliyordu. Ben bu yerlere gitsem ne yazılar çıkartırdım ortaya. Duygusal anlamda beni öylesine tetikleyen yerler vardı ki dünyanın uzak köşelerinde. Oysa ülke dışına çıkmak şöyle dursun şehir dışına çıkmam bile çok zordu. 39 yaşındaydım. Yetmişe kadar yaşayacağımı varsaysam önümde 31 yıl vardı. Her yıl bir yere gitsem toplamda 31 yer ederdi. Dünyada 200’e yakın ülke olduğuna göre durum vahimdi. Bir gün ancak melek olduğumda bunları gezebileceğimi düşünmeden edemiyordum.

Nisan yaklaşıyordu, baharı yakalamıştık. Bu dönemde işler yavaşlar, eleman alımları azalırdı. Benim zaten çok şanslı olmayan iş başvurularım ve mükemmel geçmeyen iş görüşmelerimden sonra bu dönemde hiç şansım yoktu. Dişimi sıkmalı, kendimi memnun edecek uğraşlara yoğunlaşmalıydım. Yıllarca göremediğim bir sürü arkadaşım vardı. Bunlardan biri 1990 yılında ilk işime girdiğim gün tanıştığım ve yıllarca dostluğumuzun devam ettiği en sevdiğim arkadaşımdı. Kendisini zaman zaman arar, uzun uzun konuşurduk. Madem boştum, yapacak şey arıyordum, yaz gelmeden, çok sevdiğim bu canım arkadaşımla bir buluşma ayarlayabilirdim.

Hemen telefonla aradım ve randevulaştık. Kadıköy bizim eskiden beri tutkumuzdu, Bahariye Caddesinde Gloria Jean’s kafede buluşmaya karar verdik. Kapalı ama ılık bir havaydı ve saat 11.00 civarı buluştuk. Hemen kahvelerimiz söyledik ve başladık konuşmaya. Yılların birikimi vardı, yaklaşık saatler lazımdı bize. Baktık olacak gibi değil, orada hesabımızı ödedik ve yemek yemek üzere dışarı çıktık. Bahariye Caddesi’ni kullanmadık, arkadan dolandık, Moda Caddesi üzerinden Kadıköy Çarşı’ya geldik. Kadıköy’lü herkes gibi rotamızı ÇİYA’ya çevirdik. ÇİYA, otantik yemekleriyle ünlü ve Kadıköy’ün simgesi haline gelmiş yılların eskitemediği, her gencin karnını doyurduğu, yaşlandığı zaman da nostalji yaşamak, anılarından konuşmak üzere takıldığı bir efsaneydi. Son yıllarda izdiham nedeniyle küçücük yerine sığamamış tam karşısında kocaman yeni yerini açmıştı. Arkadaşımla girdik ve iki kişilik güzel bir masada oturduk. Derhal menüyü elimize aldık, keşkeklerimizi söyledik ardından otlardan yapılan bilumum ilginç yiyeceği de siparişe ekledik. Yemeklerimiz hemen geldi. Zevkle tabaklarımıza daldık.

Bu lezzetleri çok özlemiş olduğumu fark ettim, buraya daha sık gelmeli ve arkadaşlarımı da getirmeliydim. Mis gibi karnımızı doyurduktan sonra hesabımızı istedik. Hesap gayet makuldü, iki kişi 38YTL’ye karnımızı en güzelinden doyurmuştuk.

Karnımız doymuştu ama birbirimize doyamamıştık, kahvelerimizi içmek üzere başka yere doğru yelken açtık. Yine diğer efsane Denizatı kafeye gittik. Orta şekerli Türk Kahvelerimizi söyleyip orada da geçmişi, bugünü, dünyayı konuştuk. Çenemiz düşmek üzereydi ve akşam oluyordu. Eski arkadaşlarımı bu kadar özlemiştim ve bunu yeni anlıyordum. Araya yıllar sokmuştum. İçimden burnumun direği sızlayarak kendime bunu söylüyordum. İş hayatı, sürekli meşguliyet, fazla mesailer, işte geçen hafta sonları beni sevdiğim bu insanlardan acımasızca uzaklaştırmıştı demek. Ezildim, yıkıldım, yok oldum. Arkadaşımla sarıldık ve vedalaştık. Daha sık görüşmek üzere sözleştik. Kolay değil yılların dostluğuydu bu şükür ki o gün tazelenmiş bağlar yeniden düğümlenmişti.

Çarşı o sıralar değişim yaşamaya başlamıştı. Eski yerler tadilat görüyor, kemikleşmiş kiracılar çıkartılıyor, işletmeler el değiştiriyordu. Antikacılar, sahaflar, otantik giyim mağazaları ve küçük kafeler yavaş yavaş yerini birahaneler, balık-salata biçeminde yeni moda olan dükkanlar, doğal gıda ürünleri satan bol kokulu mağazalara bırakıyordu. Zamanla bunlar o kadar çoğaldı ki 2-3 yıl içerisinde Kadıköy Çarşı’ya girildiğinde, alkol ve balık kokusundan yürünemez oldu. Bunların hiç biri yokken iyi değildi ama bu kadar çok olunca da pek sevimli gelmiyor benim gözüme. O gün arkadaşımla Çarşı’nın son tatlarını almıştık. Bilemediğimiz bir son şanstı ve iyi değerlendirildi.

Yeniden çalışmak benim için ilk hedef olmaktan çıkmaya başladığına göre tek tek eski arkadaşlarımı aramalıydım. Onlarla irtibata geçmek, boş olduklarını bildiklerimle hafta içi günlerde bir araya gelmek mantıklı olabilirdi. Hatta İzmit’ten tanıdığım çocukluk arkadaşlarımdan İstanbul’da yaşayanlarını mutlaka aramalıydım.  Çalışma Kampındaki esirlikler bitmiş tekrar hayata dönmüştüm. Gün ışığında şehir yaşamının içine girmiş, hayatın bu yönünü yeniden keşfetmeye başlamıştım.

Yine bu sıralar ev yaşamımızla ilgili olarak bazı kararlar verdim. Sürekli sokaklarda hoppa hoppa dolaşacak değildim elbet, artık yaşlanmakta olan anne ve babama destek olmalıydım. Devamlı bakım isteyen kardeşim bizimkilerin bedenlerini iyice yormuştu. Ben uzayda yaşamıyordum, bunu az çok hissediyordum ama sabah 6.30’da evden çıkıp akşamın 8.00’inden önce eve dönemediğimden bazı şeyleri kaçırmıştım.

Kardeşim gerçekten büyük emek istiyordu. Özellikle geceleri yapılan işlemlerle ben ilgilenmeliydim. Sabah çok erken uyandığım ve işe gittiğim için beni uyandırmaya kıyamayan annemle babam adeta çökmüştü. Biraz daha eve dönmeli, yükün bir kısmını üzerime almalıydım. Geceleri ben de kalkıyor ve yardım ediyordum onlara. Sabah kahvaltı hazırlamak, yemekleri ya da yardımcı yemeği yapmak gibi şeyleri üstlenmiştim. Ütü gibi zaten sevdiğim bir uğraşın da bir bölümünü annemin üzerinden aldım. Bu çok iyi oldu zira hem vakit geçirecek boş şeyler aramıyordum hem de onlara yardımcı oluyordum.

Hatta iyice havaya girmiş, zor ve vakit alan yiyecekleri bile denemeye başlamıştım. Neredeyse ilkokuldan beri mutfaktan çıkmayan ben, en sevdiğim uğraşlardan biri olan yemek pişirmeye bu dönemde fazlasıyla merak sardım. Özlemiştim mutfağı, bir kadın için en kutsal yerin mutfak olduğunu böylece hatırladım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder