Tam Metin (0-24)



Öğlen yemeğinden dönmüştük. Yerimize giderken ortamdaki sessizlik 26 Ekim gibi güneşli bir sonbahar gününe pek uygun düşmüyordu. Bazı arkadaşlarımız teker teker ortadan kayboluyor, her telefon sesi nedeniyle masalarından kalkanların ve geri dönmeyenlerin yarattığı hava ister istemez sinirlerimizi geriyordu.

Ben o gün, nedense tarifini hala yapamadığım o büyük huzura henüz adım atamamanın öldüren huzursuzluğu içinde boğuşuyordum.  Tahammülüm kalmamıştı. Artık beni de çağırmaları gerekiyordu. Son haftalarda yaşadıklarım bu şirkette daha fazla çalışmamam gerektiğini bana çok güzel anlatmıştı ve açıkçası sona çok hazırlıklıydım.  Benim akibetimi yaşayacak en az elli kişi daha vardı ama onlar için gerçek çok acı yaşanacaktı. İnsanlar nedense kendini aldatmayı tercih ediyor, ben ise minicik bir çocukken de olduğum üzere derinine kadar ne olacağını biliyor ve bunu taş gibi sert karşılayabiliyordum.

Sıkıntıdan yerimden kalktım, cam tünelden geçtim ve diğer binadaki ofis arkadaşlarımın çalışma hücrelerinde dolanmaya başladım. Çok uzakta eski bölüm arkadaşımı gördüm. Hemen yanına gittim, hücrenin sahibi, ben ve arkadaşım küçük bir konuşma başlattığımız anda telefon sesi bizi susturdu. Çalan; arkadaşımın yanında taşıdığı el telefonuydu. Açtı, dinledi ve bize dönerek “ben gidiyorum” dedi.  İşte o an yıkılmıştım hala beni arayan yoktu ve saat 16.00 olmuştu. Tam bu hayal kırıklığı içindeyken beni aradıklarını ama yerimde olmadığım için bulamadıklarını öğrendiğim cep telefonu çağrısını aldım, koşarak İnsan Kaynakları’nın olduğu kata çıktım.

Herşey hazırdı, imzalanacak dokumanlar, istifa mektubu örneği, bordo, ibranameler vs. Prosedürler gereği yapılan konuşmayı sabırsızlıkla dinledikten sonra önüme gelen bütün kağıtları imzalayarak yerime döndüm. Çok az zamanım vardı ve tüm eşyalarımı toplamam lazımdı. Tam 11,5 yıllık birikim için 1,5 saat yeterli değildi, aceleyle elime geçirdiklerimi bulduğum torbalara doldurmaya başladım. Yüzümde aptalca bir sırıtma ile düşünmeden toplamıştım herşeyimi, oysa arkadaşlarımla vedalaşmam da gerekiyordu, son yarım saati bu işe ayırmam şarttı.

Önce eski departmanıma gittim, öteki binada olduklarından yol üzerinde rastladıklarımla da vedalaşma şansım olabilecekti, bölüme zıplayarak ve bağırarak girdim, arkadaşlarım yanıma koştular, hepsiyle kucaklaştım hatta helalleştim. Orada uzun kalmam çok doğaldı ama dakikalar da uçuyordu, son vedamı yapıp yan tarafa geçtim, ara koridordan yürürken toplu bir hoşçakalın mesajı ilettim yıllardır çalıştığım eski yeni tüm arkadaşlarıma. Yan kapıdan bahçeye çıkıp yeniden kendi binama döndüm, zira asma katta ve yıllarboyu onlarca projede birlikte çalıştığım arkadaşlarımdaydı sıra. Çalışma hücreleri arasında dolaştım, herkesi kucakladım, yerinde olmayanlara selam bıraktım, bu arada beni gören ve artık başka yerde çalıştığı için ogün ziyaretçi konumunda olan çok sevdiğim eski arkadaşıma rastlamam büyük şans olmuştu, beni eve bırakacağını söyleyince rahatlamış, artık servise yetişme zorluğum ve zorunluluğum bir parça ortadan kalkmıştı.

Evet yerime dönmeliydim artık, dönmeli ve yerimdekilerle de sarılıp kucaklaşmalıydım. Çok kısa sürdü, kısa sürebildi buradaki aşama. Ben İnsan Kaynaklarına çağrıldığımda masama gelen Bilgi Sistem çalışanları zaten kişisel bilgisayarımı almışlardı, son kez e-mail atma şansım da yoktu ama olsun, evden hallederdim nasılsa. Evden! Oysa bilgisayarım yoktu, tam 17 yıllık mühendistim ama eve bilgisayar sokmamıştım. Bunu övünerek yapmış, sosyal hayatın sanal dünyada sürdürülmemesi gerektiğini şiddetle savunmuş, bu konunun tartışılmasına bile izin vermemiştim. Benim asla evimde bu aletten olamazdı, gün boyu bilgisayar karşısında geçirilen zamandan sonra kalan sürede yaşamın diğer boyutlarına geçmeyi tercih etmiş, elle tutulur, gözle görülür, hissedilir paylaşımlar dışında olanları zırva bulmuştum. Evden neyi halledecektim? Kendi kendime güldüm.

Çantamı ve birbirinden ağır torbalarımı aldım, beni eve bırakacak arkadaşımın da yardımıyla otoparka gittik, bagajı eşyalarımla doldurduk. Otopark, bir çok arkadaşımı görebilme şansını bana vermişti,  eksik kalan on onbeş kişiyle burada kucaklaşıverdim. Aslında bundan yıllar önce yine ayrılmıştım aynı işimden; istifa etmiştim. O zaman yaşadığım son günüm, son anlarım aklıma geldi. Aynı şekilde otoparkta arabama binerken başımı kaldırmış, idari binaya ve üretim ünitelerinin olduğu o devasa platforma bakmıştım. Bu kez öyle yapmayacaktım. Arabaya bindim, yola çıktık.

Arkama dönüp bakmadım bile, zira ben şirketimi, o emeklerimi verdiğim güzel şirketimi, yıldızının en yükseklerde olduğu günleriyle hatırlamak istiyordum. Acımak, üzülmek istemiyor bunu çok da yersiz buluyordum. Başarısızlığın kök saldığı, projelerin sahipsiz kaldığı, karlılığını yitirmeye başladığı günlere denk gelen; çirkin yeni idari bina ve yan arsaya inşa edilen ek fabrika ile malzeme aktarılan ve milyonlarca dolar akıtılan raylı-havai transfer hattını görmek istemiyordum.

İstemiyordum çünkü orada bizim küçülmemize, zarar etmemize, yüzlerce elemanın iş kaybına neden olan insanların imzaları vardı. Şirketimize zarar ettiren projelere, uygulamalara, stratejilere bizim bir katkımız yoktu, bu kararları veren biz olmamıştık, kimse bize fikrimizi sormamıştı ama cezalandırılan sanki yine biz olmuştuk. Başkalarının hatalarının faturası dolaylı yoldan bize kesilmişti. Düşüncelerimden hemen sıyrıldım ve gözümü yola çevirdim.

Evet o muhteşem iş yolum. Gidiş dönüş tam 11,5 yıl boyunca katettiğim toplam 140km.lik o uzun yol. Trafikte çile çektiğim, bazen bir, bazen de üç-dört saat süren, sayısını unuttuğum kadar kitap okuduğum, herkesin hayat hikayelerini öğrendiğim, uyuyanlar tarafından azarlanarak susturulduğum, bazı zamanlarda yemek ritüelleri yaptığımız o uzun yol. Son kez ve bu kez konforla kat ettiğim o yol. Hayret bugün trafik fazla sıkışık değildi.

Birbuçuk saat sonra elimde bir sürü döküntü ile evimdeydim, anne ve babam zaten bu sürecin mutlu sonunu bekliyorlardı ve ben eve “herşey tamam” diyerek girmiştim. Evet herşey tamamdı ve ilk yapılacak olan da bu torbalardaki döküntüleri ayıklamaktı ama o akşam birşey yapacak halim yoktu. Kuşlar gibi özgür, kelebekler kadar hafiftim. Dayanılmaz bir hafiflik; yaşamım boyunca hep özleyeceğim o muhteşem anlar.

Sabah güzel bir güne uyandım. Olaydan bir hafta önce bir hobi kursuna kayıt olmuştum ve bu ikinci haftamdı. Saat 13.00 gibi kurs başlıyordu ve ben Üsküdar üzerinden motorla Kabataş’a geçip kursa yürüyordum. Kahvaltımı yaptım, evde oyalandım, önceki akşam kapı önüne yığdığım torbaları odama taşıdım, içindeki bir sürü evrakı, dosyayı ve belgeyi tasnif edip halının üzerine yığdım. Bunlar için yer bulmam gerekiyordu. Aslında atılacaklardı ama hemen atmak yanlıştı, iyice bakmalı, gereksizleri belirlemeli, hem ayrıca ruhen de ayrılmaya hazır olunmalıydı. Hemen yatağımın bazasına baktım, orada müsait bir alan vardı, bazı eşyaları da sıkıştırmak suretiyle uygun yer açılabilirdi.  Bu kısmı hemencecik hallettim, bu yığını kafamda biraz ertelemiş, gözümün önünden de acilen çekmiştim. Babamla kahve içme zamanımız çoktan gelmişti, hayatımın en keyifli ve özgür kahvesini içtikten sonra evden fırladım ve kursa gitmek üzere yola çıktım.

Hava güneşli ve ılıktı, evden Altunizade’ye yürüyüp oradan Üsküdar otobüslerine binmeye karar verdim. Artık bir işim yoktu, zamanım boldu ve param kısıtlıydı. Artık AKBİL’imi doldurtup belediye otobüsleri ile dolaşmamın zamanı gelmişti. Yarım saat yürüdükten sonra Altunizade idim, ilk duraktan Üsküdar’a giden boş bir otobüse bindim, cam kenarına oturdum. On dakika sürdü sürmedi Üsküdar Meydanı’ndaydım. Otobüsten indim ve motor iskelesine yürüdüm, AKBİL’imi kullandım yine ama ücretsiz geçiş hakkı verdi bana motor iskelesinin turnikesi. Önce şaşırdım, meğer aktarmalı bilet uygulaması varmış, yani ilk binişten sonra ikincisi ilk 90 dakika içinde bedavaymış. Bunu öğrenince havaya uçtum. Desenize işsizken hayatımı ucuza yaşayabilmek için bütün sistemler zaten önceden kurulmuş da ben bilmiyormuşum. Sonraki aylarda tasarrufun ne denli önemli olduğunu, bu gibi uygulamaların yılmaz takipçisi olacağımı o zaman pek hissetmemiştim.  Hatta param olduğu halde bu şekilde yaşamanın çok daha doğru olduğunu, savurganlığın insanın başına gelecek en büyük felaket, en kötü alışkanlık olduğu bilincine varacağımı hayal bile edemezdim.

Motorda dışarıda oturdum, denizin hafif hafif salladığı motordan Kabataş, setüstü ve Cihangir ufkuna bakarken birden aklıma geldi; saatim yıllardır hep beş dakika ileriydi, hemen kolumdan çıkarttım ve saatimi ayarladım, zamanı tam zamanında yaşamalıydım artık, yaşama yalan söylemek, kandırmak gibi bir gailem olmamalıydı. Saatimi ayarladıktan sonra cep telefonumu çıkarttım ve çok sevdiğim bazı insanlara işsizliğe başladığım bu ilk günde yaptığım ilk şeyin saat ayarımı değiştirmek olduğunu kısa bir mesajla özetleyerek duyurmak oldu. Sanırım on kişiye kadar attım bu mesajı, çok tatlı cevaplar aldım, bazıları ise çok şaşırmıştı. Huzurlu ve mutlu oluşumaydı şaşkınlıklar.

Ogün öylesine geçti, akşam yine motor, otobüs aktarmalarıyla eve döndüm. Gün Cumartesi ertesi ise Pazar’dı, çalıştığım zamanlardan farklı olan birşey ise henüz yoktu. Ertesi gün yine kursum vardı. Kurstan çıkıp da eve döndükten sonra anladım ki; işe gitmeyeceğimi bilerek geçirdiğim Pazar, özellikle akşam saatleri çok keyifliydi benim için. Her zaman sabah 05.45 de kalktığım için gece yayımlanan filmleri, CNBC-e dizilerini izleyebilme şansım vardı artık. Ne kadar hasrettim televizyon izlemeye, ne kadar özlemim vardı geç saatlere kadar gerilmeden oturmaya, sabah kalkmayı düşünmeden yatak keyfi yapmaya, bir belgesele takılıp da saate bakmadan sonunu getirmeye. İnsan elinde olmayanlar için, yapamadıkları için ve uzak durduğu güzellikleri için ne büyük istek duymakta. Bu Pazar işte her şeyi yapmak adına sonsuz şansa sahiptim, bu Pazar benim en güzel Pazar günümdü. Ertesi gün ne giyeceğimi, temiz mi ütülü mü diye düşünmediğim, hatta banyo dahi yapmadığım, pis pis yattığım muhteşem işsiz Pazar.  Üstelik o gün zaten Cumhuriyet Bayramıydı, açıkçası kutlamalar benim için çift taraflıydı. O Pazar gecesi saat 02.00 de uyudum.

Pazartesi soğuk bir güne saat 7.30 da uyandım. Erken kalkmaya ayarlanmış bünyem Pazartesi günü geç vakte kadar uyumayı red etmişti. Bazı otomatikleşmeleri keşfediyordum kendimde. Sabahları uyanır uyanmaz neskafe içme alışkanlığım vardı, hemen mutfağa koştum ve neskafemi yaptım ama bu kez tuvalet, banyo, yatak odası ekseninde değil, salonda oturup içmekti tercihim hem de bir gün öncesine ait gazetelere göz gezdirerek. Bugün babamla erkek kardeşimin diş problemleri ile ilgili olarak hastaneye gidecektik ama babam hala uyuyordu, kahvemi içtikten sonra çayı ocağa koydum ve babamı uyandırdım. Her sabah yaptığı çay demleme işini bundan sonraki günlerde onlarca defa kendisinden çaldığım oldu. Neskafe meselesine gelince, doğal yaşam, doğal beslenme, rafine gıdaları hayatımdan çıkartma gibi ezelden beri ilgi alanıma giren ama uygulayamadığım bazı şeyleri yaşamıma geçirmemden sonra tümüyle hayatımdan çıktı, artık değil neskafe, işlenmiş, doğal olmayan hiçbir kimyasal yiyecek ve içecek benim semtime uğrayamamakta.

Saat 10.00 gibi evden çıktık, sicim gibi yağmur yağıyordu ve biz Yıldız’daki diş hastanesine gittik. Kadıköy’den belediye otobüsüne binip karşıya geçtik, hastaneye ulaşımımız yağmura rağmen güç olmamıştı. Orada detay bilgileri alıp çıktık. Yağmur devam ediyordu ama hava epeyce yumuşamıştı, babamın önerisiyle Yıldız’dan Beşiktaş’a yürüdük, o arada hastanenin uygun olmadığı kararını da almıştık. İskeleden motora binip Üsküdar üzerinden eve döndük. Erkek kardeşimin diş problemi acilen halledilmeliydi ve kendisi zeka engelli olduğundan bu iş için çok iyi bir organizasyon ve özel muameleler ayarlanmalıydı. Bunu ancak ben yapabilirdim ve yıllarboyu işten izin almam gerektiğinden yapamamıştım, zavallı dişetine gömük çürük bir diş ile yıllarca yaşamak zorunda kalmıştı, eğer işten ayrılmasaydım hala o şekilde devam edecekti, belki de acı çekiyordu bilmiyoruz ancak çıkan köklerdeki felaketi gördüğümde yüreğim öyle yaralandı ki hala kendimi affetmiyorum.  Ne yapıp edip yıllık izinlerimde gezmeyi düşünmek yerine bunu yapmalıydım, şimdi daha iyi anlıyorum.

Yıldız’daki hastane hiç içimize sinmemişti ve en iyisinin yine bir sokak ötemizdeki ünlü hastane olduğuna karar verdik. Bu arada çalışmıyor olmamın ilk komik kısıtı ile karşılaştım, benim evimde bir bilgisayarım ve internet erişimim yoktu, bu zor bir durumdu. Ön araştırma yapmadan hastanenin yolunu tuttuk, danışmadakiler çok yardımcı oldular, diş hekiminin sekreterine durumumuzu anlattık, özel durumdan dolayı bütün ayarlamaları yaparak bizi hekimle görüştürdü, güzelce anlaştık, ameliyat prosedürleri uygulanacağından ikinci aşama da bu işin tarafımdan organize edilmesiydi, kalan tüm şeyleri, kan alımı, özel tahliller ve anestezist muayenesi gibi işleri de ertesi sabah yapmak üzere planımızı netleştirdik. Kısacası mutlu mesut hastaneden ayrıldık, kardeşim 3 Kasım Cuma sabahı ilk saatte diş ameliyatı olacaktı. İşlem tamamdı.

Bu haftayı Cuma’ya kadar doldurmuştum sanki. Kardeşimin ameliyat öncesi standart testleri, hastane organizasyonu, benim dışarısı ile olan diğer işlerim, gitmeler gelmeler epeyce yoğundum. Ah bir de bilgisayarım olsaydı! Bunu da hemen halletmeliydim de henüz paralarımızı alamamıştık. Güya ay başında sanki maaş gibi ilk etap paramız yatacaktı. Bunu bile internet bağlantım ve bilgisayarım olmadığından kontrol edemiyordum, yakında şube yoktu en yakın şube ya Kadıköy ya da Altunizade’deydi. Zaman darlığına rağmen Altunizade şubeye giderek kontrol ettim, 31 Ekim günü Ekim ayı maaşım yatmıştı. Diğer tazminatlar ise daha sonra yatacaktı. Şubenin internet bağlantısını kullanarak paramı evimin hemen yanında ATM.si bulunan başka bankadaki hesabıma eft ile yolladım. Evet her gün yürüyordum ve bunu bir alışkanlık haline getirmeyi kendime şart koşmuştum ama en olmadık zamanlarda Altunizade’ye gidecek halim de yoktu.  Zaten bu durum uzun sürmedi bir yıl geçti geçmedi ki bankanın Acıbadem Şubesi evimize beşyüz metre mesafede açıldı.  

İlk hafta bu tip alıştırmalarla geçti, o arada 3 Kasım’da yatan tazminatımı bankadaki sistem sorunları nedeniyle hesaptan kımıldatamamış, Pazartesi’yi beklemek zorunda kalmıştım. Bu benim gibi artık işsiz biri için önemli bir faiz kaybıydı, bir aylık yol paramı resmen kaybetmiştim, oysa AKBİL’imi onunla güzelce doldurabilirdim. O benim iki aylık bilet parama denk geliyordu yaptığım hesaplara göre. Aynı sıkıntıyı emeklilik vakfındaki birikimimi alırken de yaşayacaktım. Bütün bunlar sinir bozucu küçük ayrıntılardı ama önemliydi.

Hafta sonu kursum olduğu için sıkılmıyor oyalanabiliyordum, kursum nedeniyle hafta içine sarkan bazı ödevlerim de oluyordu, bu durum hoşuma gitmişti. Hem kurs yeri Cihangir’de olduğundan, çıkışlarda arkadaşlarımla buradaki kafelere takıldığımızdan, bir sürü meşhur insanı buralarda görebildiğimizden dolayı mutlu bile sayılırdık. Cihangir’in sokak aralarını didik didik keşfediyor hele ki hafta içi zamanlarda öyle zevkle geziyorduk ki, boş olmaya, boş gezmeye doymak bilmiyordum. Aslında bu olay bana epey pahalıya patlamıştı, o kurs için ödediğim ücret benim 1,5 aylık masrafıma denk geliyordu, böyle bir meblayı, hiçbir getirisi olmayan ciddiyetten uzak, sırf gönül eğlendirmek için açılmış bu kursta harcamak son derece mantıksız ve gereksizdi. Evet güzel arkadaşlarım olmuştu, bu bakımdan kazanımım çok değerliydi, hem İstanbul’un naif ve bohem bir köşesindeki yaşamları tatmak, görmek ve içine girmek anlamında hoş deneyimlerdi ancak benim için büyük lükstü. Oyalanmak bana bu paraya mal olmamalıydı hatta bu işleri bedavaya halletmeliydim.

Ayrıca sokaklarda dolaşmak yerine yapılması gereken bazı zorunlu işlerimi halletmem gerekiyordu. Şirketten getirdiğim eşyalar öylece bazama tıkıştırdığım şekilde duruyorlardı, hepsini güzelce dökmem lazımdı. Bir sürü kağıt, kitap, yazı, dokuman, ıvır zıvır biblo, maskot, oyuncak. Hepsini ayıkladım, gereksiz bir sürü katalog ve kitapçığı geridönüşüm amaçlı olarak kullanılabilsinler diye ayırdığım başka kutuya doldurdum, diğer ıvır zıvırı sağa sola dağıtmak için paketledim. Belki daha sonraki aylarda atacaktım ama şimdilik saklamayı uygun gördüğüm eşyaları da tekrar yatak bazama doldurdum. Zorla da olsa sığdırabilmiştim her şeyimi ama eve getirdiklerimin üçte ikisi çöpü boylamıştı. Siz siz olun herşeyi saklamayın.

Bu arada bilgisayarsızlık ve internetten uzak olmak beni zorlamaya başlamıştı, herşey basitçe yapılabilecekten ilave zamanlar alıyordu, sinemalara bakamıyor, tiyatroları inceleyemiyordum. Müze gezmek istesem saatlerini bilemiyordum. On yılda ne çabuk bağımlı hale getirilmiştik, demek on yıl önce yaşamıyorduk. Bu uygulamalar ve sahipleri dünyanın liderleriydi, kurgubilim filmlerde gördüğümüz krallar ya da kötü adamlar bence bunlardı, esnek olduğumuza bizi inandırarak elimizi kolumuzu bağlamışlardı, bu işi hemen çözmeliydim bir dizüstü bilgisayar hemen almalıydım. İşin en kötüsü asla anlamadığım bir konuydu, nereden alınacağını biliyor ama nasıl olacağına dahir hiç fikrim yoktu. Mühendis olmama rağmen küçük bir çocuktan beterdim çünkü şimdiye kadar bu araçlar hep önüme hazır gelmişti. Radyo değildi ki bunlar düğmesine çevirince çalmaya başlasın.

Bu bilgisayar meselesini yapılacak işler listesine attıktan sonra artık hayatıma başlayabilirdim. Maaşımın Ekim’e tekabül eden kısmı (3000YTL) da yattığına göre parayı çekmeli ve bu ayın borçlarını ödemeliydim. Kredi kartları (1300YTL), ev kredisi borcu (1280YTL), yine faiz indirimi çılgınlığı nedeniyle aldığım tüketici kredisi borcu (210 YTL)  derken elime azıcık bir para kalmıştı ki hatta buna hiç para kalmamıştı diyebiliriz. Bu ilk aydı bundan sonra tabiki böyle olmayacaktı, harcamaların yapıldığı zamanlar benim çalıştığım zamanlar olduğundan şuursuzluğum kabul edilebilir boyuttaydı. Hem tazminatım yatacak sonra vakıf birikimimi alacaktım. Hemen toplam para üzerinden harcama planı yapmalı bazı hedefler belirlemeli ve kendimi ayarlamalıydım ama “bu ay değil” dedim kendi kendime. Hiç değilse bu ay olmasındı. Kendime avans vermiştim.

Şimdi güzel şeyleri yapma zamanıydı, KANYON diye bir alışveriş merkezi açılmıştı ve ben burayı henüz bilmiyordum. Hemen bir organizasyonla kuzenim ve bir arkadaşımla Salı akşamını buraya gitmek ve sonrasında yemek için organize ettik. O gün güzel güzel hazırlandım, saçlarımı boyatıp fön çektirdim, akşamüzeri evden çıktım. Bu arada saçlarıma yaptığım harcama elime kalan parayı da silip süpürmüştü. Ancak saçımı başımı yaptırmadan, havalı havalı şekil vermeden ne işim olurdu sokaklarda, bu bir rezillikti benim için, nedir ki fön, haftada iki kere çektirilmez miydi? Bu işlerin ne kadar pahalıya mal olduğunu o zaman anladım, buna da bir hal çaresi düşünmeliydim ama bu ay değil!

Kuzenimle birlikte Nişantaşı’ndan taksiye binip Levent’e geldik, harcadığımız para 12 YTL idi. Taksiye 12 YTL ödemiştik. Sonraki zamanlarda bunun ne kadar önemli bir miktar olduğunu ve sokağa atıldığını çok iyi anlamıştım. Aslında taksiye gerek yoktu, pek ala Taksime oradan da metro ile (ki aktarma bedava) toplam 2,5 YTL ye gidebilirdik Kanyon’a ama yapmamıştık. O zaman bunu yapmak, kendimi zorlamak bana mantıksız geliyordu, kuş kadar parayı yola harcamadıktan sonra yaşamın ne anlamı vardı? Sosyalleşmek, gezmek, tozmak, şıkır şıkır yerlerde yemek bal gibi hakkımdı.

Kanyon’a ilk girdiğimde olağanüstü lüks mağazaları, düne kadar Roma’da Via Venetto’da gördüğüm mağazaların şubelerinin hem de çok daha lüks dekorasyonları ile sıra sıra dizildiğini görünce epey şaşırmıştım. Uzun yıllar şehir dışında bir fabrika ortamında çalışıp bu tip yerleri gezmeye gezmeye epeyce cahil kalmıştım. Benim gittiklerim Anadolu yakasındaki iki alışveriş merkezinden başkası olamıyordu, onlar da Kanyon’a göre son derece mutavazı idiler. Vitrinlere tam bir köyden indim şehire misali bakarken, tezgahtarların bile benden çok daha şık ve kaliteli giyinmiş olduklarını gözlemlerken içimden “ben neredeyim” diye geçiriyordum.  Çaktırmadım kimseye, Allahtan elimde daha doğrusu parmağımda; 2003 yılbaşında takdir olarak bana verilen bir maaş ödüllendirme parasıyla satın aldığım pırlanta yüzüğüm vardı, bu bile iyi kötü belli bir imaj oluşturmuştu, ya da ben öyle sanıyordum. Bu derece aptal duygular içinde idim. Katları dolaştık, mağazaları gezdik, etiketlerinde benim yakında bir ay boyunca geçineceğim paranın iki katı yazılan çanta, ayakkabı, kazakları elledik, kuzenim kendine iki ince kazak aldı ve toplam 70YTL ödedi. Aslında benim de ihtiyacım vardı böyle şeylere alsam da istiflesem hiç fena olmazdı, bir siyah bir de kahverengi almam uygun olabilirdi, hırka içine giyebileceğim çok rahat şeylerdi. Sonra düşündüm: Daha dolaplarımı dökmemiştim ve hatırladığım kadarıyla tek kere giymediğim ve istiflediğim böyle onlarca giysim olduğu hatırıma geldi. Eskiden hiç düşünmezdim ama nedense aklıma geliverdi. İki bluza 70YTL verecek halim de yoktu, bu ne pahalılıktı böyle, herkes oynatmıştı kafayı. Vazgeçtim ve o andan itibaren kesinlikle birşeye elimi sürmemeye karar verdim, duygularım törpülenememişti henüz ve her gördüğümü almak istiyordum. Oysa artık sürekli hesabıma yatan bir para yoktu ve en önemlisi bu kadar giysiyi giyip de eskitecek bir yer yoktu. Artık günlük yaşamda, daha basit çok da pahalı olmayan spor şeylerle günlerimi geçirme imkanına sahiptim, ne saçımı taramak, ne deri, topuklu, her kıyafetime uyan ayakkabılar ne de her gün başka gömlek giymek zorundaydım. Renk renk kumaş pantolonlara ve onların üstüne uygun ceket ya da hırkalara ihtiyacım yoktu, dolayısıyla da o hırkaların içine giyilecek böyle ince bluzlara da.

Böyle gezine gezine en alt kata geldik. Artık yemek zamanıydı. Şık bir kafe restorana girdik, beğendiğimiz yere oturduk, derken menü.ler geldi. Hayatımda ilk kez rakamlar bu kadar gözüme batmış, dikkatimi çeker olmuştu. Bir tabak makarna 18YTL’den başlıyordu. Kadeh şarap 9YTL, kahveler 7-12YTL, su 5YTL civarında olup en iyi ihtimalle bu masadan kişi başı 50YTL.ye kalkacaktık. Büyük para! Evet, şimdi diyebiliyorum ki “çok büyük” para! Ama daha ucuzu yoktu ki, nerede yiyebilirdik, hem bize yakışır mıydı, oradan öylece çıkmak, zevkince bir akşam yemeği yememiş olmak. Asla olamazdı hem boşuna mı giyinip süslenmiştim ben. Güzel bir mantarlı fettucini söyledim yanında da şarap. Sonra bir kadeh şarap daha. Hesaplar geldi, tam tahmin ettiğim gibi bahşişi de katınca 50YTL ödeyivermiştim. Bu para bir ailenin bir haftalık mutfak masrafıydı. Dünyanın yiyeceğini bu paraya alabilir ve bir hafta dört kişi doyurabilirdik ama biz bir akşam yemeğinde havaya savuruverdik. O an çok üzüldüm. Bu daha sonraki günlerimde de defalarca tekrar etti, sanırım nefsim bu şekilde terbiye olmaya başlamıştı. Etrafımızda onlarca midesi aç, sırtı çıplak insan varken biz sadece kazanabildiğimiz için, Tanrı bize bu şansı vermiş olduğu için her gün gereksiz yere tonlarca parayı sokağa fırlatıyorduk. Gereksiz incik boncuklar, pahalı yemekler, ihtiyacımız olmadığı halde renk renk giysiler, ayakkabılar, ödenen taksi paraları. Bunlar boşuna harcanan ve bence başkaları açlığa mahkum olduğu için bizim cebimize girebilen paralardı.

Yedik, içtik, paralarımızı ödedik, keyfim iyi ile kötü arasında büyük muhasebedeyken Kanyon’dan çıktık, ben ve kuzenim Kanyon’un kapısından taksi ile Beşiktaş’a geldik, oradan motor ve yine taksi ile ev. Bu akşam; yol parası 20, yemek parası da 50 olmak üzere tam 70YTL harcamıştım. Saçlarım ve bu paralarla maaşımdan elime kalan 210YTL yok olmuştu. Aralık başına kadar ben ne yapacaktım. Düşünmemeliydim artık, nasılsa arada diğer paramı alacaktım, toplamdan bir miktarı törpüleyip bu ilk keyiflerime aktarabilirdim, en azından bunu birazcık hak etmiştim, hiç değilse bu ay biraz daha rahat olmalıydım. Hem nasılsa nereden baksam beş altı ay içinde mutlaka iş bulabilirdim.

Bir hafta daha geçti. İşin ilginç tarafı havalar mükemmel gidiyordu, Kasım ayının ortasını bulmamıza rağmen hala kalın mont ve mantolarımıza geçiş yapamamıştık. Açıkçası ben bu durumdan pek hoşnuttum zira her gün en az bir saat yürüyüş yapabilme imkanım oluyordu. Yıllardır özlemini çektiğim anlar gelmişti ne güzeldi her gün böyle yürüyebilmek. Bazen günde iki kere çıkıyordum yürüyüşe, hatta artık bir yere gidiyorsam Kadıköy’e yürüyüp oradan başka taşıtlara binmeyi tercih ediyordum. Bu hem yol parasından tasarruf oluyordu hem de yürüme mesafem uzuyordu. Zamanla bir alıp veremediğim yoktu çünkü zaman gerçekten çok boldu.

Bu arada Vakıf paramız için hazırlıklar tamamlanmış, merkeze gidip dokumanları imzalamaktan başka yapacak birşeyimiz kalmamıştı. Vakfın merkezi Bağlarbaşında olup benim evime çok yakındı. Aynı dönemde işten ayrıldığımız yöneticim, ben ve bölüm arkadaşım 15 Kasım günü buluşmaya ve vakfa birlikte gitmeye karar verdik hem bu yakada (İstanbul-Anadolu) onlara ben rehberlik edecektim. Nedense o gün içimden geldi ve sanki bir iş görüşmesine ya da işe gider gibi giyinmeyi istemiştim. Saçlarım yine fönlüydü ve makyaj yapmıştım, üzerime de kot yerine kumaş pantolon, gömlek ve hırka, çok spor olmayan bir ayakkabı ve deri pardösümü giymeyi uygun bulmuştum. Sabah saat 10.00 gibi Bağlarbaşı’nda buluştuk, vakfa gittik. Ne sakin bir işyeriydi, ortam bana birden çok uzaklarda geldi, insanlar sakin ve rahat çalışıyorlardı ve biz birazdan keyif çatmaya gidecekken onlar akşama kadar bu sessiz, sakin ofiste çalışmak zorunda kalacaklardı. İşlemler tamamlandı en son ibranamelerimizi imzalayıp makbuzlarımızı aldık. Toplu paramızın ne zaman hesabımıza yatacağı konusunda bilgiyi de alınca oradan çıktık. Artık biryerlerde oturup işsizliğe adım attığımız dönemdeki ilk buluşmamızın zevkini yaşamalı bol bol dedikodu yapmalıydık.

Hemen bir taksi ile Koşuyolu parkına geldik, parkın etrafı son derece şık kafe’lerle dolu olduğundan benim önerim bu şekilde olmuştu, hem mahallemi onlara iyi tanıtmalıydım. Oraya varışımız öğlen yemeği saatlerine denk gelmişti ve bütün kafeler tıklım tıklım doluydu. Hepsi civarda çalışan ve öğlen tatilinde buralara gelen insanlardı. Kısacası herkes “çalışan” bir insandı. Biz de kendimize bir yer bulup oturduk. Yemeklerimizi söyledik, oturduğumuz yer kış bahçesi tarafında ve ağaçlar altın yapraklarını henüz tam dökmemiş olduğundan manzaramız enfesti. Menüde fiyatlar oldukça kabarık olmasına rağmen biz yine ilk ay avansımızı kullanıp fiyatlarına fazla dikkat etmeden tercihlerimizi yaptık. Onbeş dakika içinde yemeklerimiz geldi, hiç acele etmiyorduk hatta “ne diye bu kadar çabuk gelmişti ki yemekler” gibisinden söylendik. Bizim öyle hemen kalkmaya niyetimiz yoktu, yavaş yavaş yemeklerimizi yedik. Bu arada ev sahibi olduğumdan biraz tedirgindim ama ortam ve yemekler beğenilince oldukça rahatladım. Ardından tatlı faslına geçildi. Bu arada öğle tatili bitmiş kafe boşalmıştı, çay, kahve ve hatta kafede yer değişikliği derken akşamı etmiştik. Neyseki bize dokunan da olmamıştı. Ogünü çok güzel geçirdik, hesabımız yine hatırı sayılır bir rakamdı ama ödedik. Bir dahaki sefere daha ucuz bir yerde buluşmaya söz verdik. İşsizdik ve ekonomik yaşamalıydık ama sadece ben değil hepimiz bu ay için bu tip planlamaları ertelemiştik.

Paramız tıpkı ilk fazdaki gibi yine Cuma günü bankaya yattı, yine banka sisteminin canlı kullanıma tam geçirilememesi nedeniyle paramı zamanında kendi bankama aktaramadım ve yine 3 günlük faizi kaybettim. Bu ikinci oluyordu, bu kayıplar artık gözüme batıyordu. İşte tam bu sırada diş problemlerim oldu, hay aksi şeytan dedim ama bir yerde de iyi oldu, bir şekilde bu tip beklenmedik harcamalar için ihtiyat tutmalıydım. Kredi kartı çözüm değildi zira kredi kartlarını hayatımdan çıkartmalıydım. Geliri olmayan biri için taksitlendirmenin ne manası olabilirdi ki. Diş meselesine geri dönecek olursak iki dolgu ve temizleme bana tam 270YTL’ye mal olmuştu. Durduk yerde 270YTL. Bu para benim ileriki aylarda aylık harcamamın yarısına denk gelen yüksek bir miktardı. Ama şimdi farkında değildim.

Artık bilgisayarsız yapamıyordum, parasal anlamda da herşey tamam olduğundan bütçemi oluşturmalıydım, dizüstü bilgisayar ve aksesuarları için (kablosuz modem vs) 2000YTL ayırdım ve bu işlerden çok iyi anlayan arkadaşımı aradım. Öncelikle artık çalışmadığımı, mümkün olduğunca ekonomik koşullarda bir dizüstü bilgisayar sahibi olmak istediğimi, paramın miktarını kendisine ilettim. Bu tam on beş dakikalık bir cep telefonu görüşmesiydi. Esas itibariyle cep telefonumla bu kadar uzun görüşmeler de yapmamalıydım ama hangi birini yapacaktım ki? Onu yapma bunu yapma! Düşünsel olarak bu beni şimdiden yormaya başlamıştı.

Otomatik pilottan bir türlü kurtulamıyordum, iradeli ve kontrollu yaşamı belleyememiştim. Sonraki zamanlarda bu öyle güzel yerleştiki bünyeme, bugün gereksiz tek kuruşluk harcamam ve fütursuz hovardalıklarım hiç mi hiç kalmadı. Hatta arada sırada “yeter yahu bu sefer bakmıyorum önüne ardına” deme zamanlarım oluyor, ikramiye gibi yaşam parçacıkları armağan ediyorum kendime. Sorumsuzluğum bile belli bir sorumluluk dahilinde gerçekleşiyor. Kısacası bugünkü tecrübem olsa hayatta 2000YTL parayı bilgisayar donanımıma yatırmam o işi en fazla 1200-1300YTL’ye halledebilirdim. Acemilik işte.

Kasım’ın 18’i Cumartesi günü arkadaşımın oğlu oldu, bebek bir ay önce gelmişti, güzel ve sevindirici bir haberdi, hastaneye gitmem ona çiçekler göndermem bebeğe hediyeler almam lazımdı. Ama birden bu bana büyük bir mali yük olarak göründü, ne kadar utanç verici bir durumdu, canımdan çok sevdiğim insanların mutluluklarına armağanlarımla katılamıyordum, ama gerçekten yapmam olanaksızdı. Buna benzer daha çok kereler üzüntü yaşadım ama çarem yoktu. Herşeye rağmen bebek için küçük hediyeler aldım ve götürdüm. Bunlar bana yakışan benim hayal ettiğim hediyeler değildi ama kabullenmek zorundaydım. Kabullendim de! Günümüzde hiçbir işe yaramayan ipe sapa gelmez ıncık bıncık şeylerin armağan edilme trafiğinin yarattığı yükü gördükçe bu olguya hizmet etmemek adına kendimi iyi terbiye ettiğimi düşünüyorum. Herkes böyle yapmalıydı, dünyamız bir hediye çöplüğü haline gelmemeliydi, bu saçmalıktan vazgeçilmeliydi. Her önüme gelene bunu anlatmayı görev bildim sonrasında.

İşten ayrılalı bir ay olmak üzereydi, tam bu zamanda eski işyerimden çok sevdiğim bir arkadaşım, yine üniversiteden sınıf arkadaşlarım ve yine ortak başka bir arkadaşımızla haftaiçi buluşmaya karar verdik. Bu aslında eski işyerimden olan biriyle ilk görüşmem olacaktı, esas itibariyle çalışmamak, işten ayrılmak, yeni bir yaşam boyutuna geçmek konusunda fikir beraberliğine sahip olduğum bu arkadaşımın o sıralarda bana çok imrendiğini biliyordum. Oysa imrenilecek bir durum yoktu ama davulun sesi uzaktan hep hoş gelir. Dışarıdan bakıldığında imrenilecek gibiydi ama maddi külfet olayı başkalaştırıyordu. Gerçi ben bunu daha o zamanlar farkında olmadığımdan herkesin bana imrenmesini çok doğal ve geçerli buluyordum. Neyse ben, tabiki bol vaktim olduğundan erkenden mekana gitmiştim. Yer Beyoğlu ve Zencefil’di. Burası hepimizin ağız tadına uygun şeyleri bulduğumuz bizim için çok uygun bir yerdi. Biri et yemeyen, diğeri sürekli rejim yapan, bir diğeri ağız tadına pek düşkün olan bu karmaşık grup için uygun çözümlerin olduğu tek yerdi Zencefil. Teker teker toplandık, 6 kişilik bir masaya oturduk. İlk etapta daha çok yeni olduğumdan tüm konuşmalar Ben ve yaptıklarım üzerineydi. Ben de ballandıra ballandıra anlattım. Dışarıda hayatın güzel olduğunu, bu bir ayın sonunda eski yaşadıklarımdan ve alışkanlıklarımdan arınmaya başladığımı, gözümün henüz yeni yeni açılmaya başladığını nefes almadan anlatıp durdum.  O sıralar için daha geleceğe ait planlarım da yoktu. Düşünmüyordum, düşünmeyi sürekli erteliyordum. Aslında içten içe hesaplarım başkaydı ama kimse bilmiyordu. Ben geleceğe ait plan yapmamıştım ve yapmayacaktım. Bu koşullarda yaşamayı başaracak, elimdekilerle en iyi hayatı yaşamayı öğrenecektim. Planım buydu. Benim için artık yeni bir iş, yeni alınacak maaşlar ve yeniden dünyaya saçılıp ziyan edilecek paralar yoktu.

O an için öyleydi ama asıl gerçek de buydu. Bu gerçeğe rağmen çeliştiğim, verdiğim iç sözümü unutup kurallarımı ihlal ettiğim, çalışma denemelerine girdiğim oldu gelecek günlerde ve bu kararın kemikleşmesi, dönülmez hale gelmesi için aradan epey zaman geçmesi gerekti.

Şimdi düşündükçe ilk verilen kararların “doğru ve vazgeçilmez” olması gerektiğini görüyorum. Sınavlarda özellikle fizik, matematik problemlerinde ya da çoktan seçmeli sorulara verilen yanıtlarda hep ilk yaptığınızın DOĞRU çıkması gibi bir durum geçerliydi. Yaşama dair değil de maddesel bir planlama ya da başka deyişle elindekilerle hayatı en güzelinden sürdürme gailesiydi esas olan ve bilmediğim bu yolda her gün yeni şeyler öğrenerek ilerleyecektim. Ama bu henüz çok gizliydi; kendime bile açıklamaktan çekindiğim, kaygılandığım bir sırdı bu. İçin için kıkırdıyor, aklımdan edepsiz şeyler geçer gibi utanarak düşünüyordum hep. Bana bir çeşit ahlaksızlık gibi gelmişti veya içimde nasıl bir şeytan saklamış ve bunu açığa çıkartmamıştım diye de acı acı şaşırıyordum bunları düşündükçe.

O akşam nefis şeyler yedik, ben menüde ucuz olanları seçmeye gayret ediyordum. Buna başlamalıydım zira bu ilk haftalarda çok fazla dışarıda yemek aktivitem olmuş ve altından kalkamayacağım bir yükle yüz yüze gelmiştim. Hatta bunun bir süre daha devam etme olasılığı gözümü epeyce korkutmuştu. Allahtan bu arkadaş grubum çok farklıydı, ne de olsa öğrencilik yıllarına dayanan bir arkadaşlığımız olduğundan ve birbirimize poz atma, alınganlık, anlamama gibi duygusallıklardan uzak, gerçekçi ilişkilerimiz vardı. Bu nedenle grup, hesapta benim kendi payıma düşeni ödememi en başından önerdi. Bu güzel bir ışıktı, daha sonraki zamanlarda da devamını getireceğim, hatta çevreme kabul ettireceğim bu model için bir başlangıç olmuştu o akşam. İnsanın kardeş gibi dostları olması çok ayrı bir konu. Bir başka konu da hesabı bölüşmek yerine herkesin kendi payına düşeni ödemesi gibi akılcı, mantıklı, önemli bir modelin yaşama geçirilmesi idi. Gelecek günlerim için listeme eklenmiş “farkındalık” maddesine daha kavuşmuştum.

Kasım’ın sonuna doğru bilgisayarıma kavuştum. HP marka bir dizüstü bilgisayarım olmuştu. Pırıl pırıl yepyeni, parlak siyah dış kaplaması olan güzel bir aletti. Tam 1300 dolar! Düşününce muazzam pahalı idi ama daha ucuz bir şey de yoktu ortalıkta ve benim yaşamla bir ölçüde bağlantı haline geçebilmem için bu yatırımı yapmaya ihtiyacım vardı aksi halde erişimler anlamında tutsak gibiydim.  Modem de gelmişti. Hepsi kutularından çıkartıldı ve masanın üzerine yerleştirildi ama o kadar. Zira internet bağlantısı için başvurularımı yapmam ve hesaplarımın açılması, gerekli donanımın da kurulması gerekiyordu. Bu da on günü bulan bir süreç olmuştu, ADSL hattı ve kurulum için tam 10 gün yetkilileri beklemiştim, bu zaman bana geçmek bilmemişti ve sinir olmuştum. İkide bir bilgisayarımı açıyor Windows-Show’u izliyor sonra kapatıyordum. Ayrıca Office programlarım da yoktu, bu da ayrı dertti ama ilk önce internete kavuşayım da sonrasını hallederim diye düşündüm.

İşte bu o kadar kolay değildi. Bunca yıl her türlü elektronik düzenek önüme hazır geldiği için bende bu işlere lazım tek bir birikim, kurulum, program, CD vs. yoktu, işin kötüsü bunları edineceğim tek bir Allahın kulu da yoktu. Satın almak tek çaremdi. Bir bilgisayarın çocuk gibi sürekli masraf çıkaran sinir bozucu bir şey olduğunu iyice anlamıştım. Virüs güncellemeler, programlar, bunlar hep 100-200 dolar aralığında fiyatlarla edinilen şeylerdi. Batmıştım! Bunu mutlaka bedavaya halletmeliydim. Sağa sola her önüme gelene bana yardımcı olup olamayacaklarını, ellerinde program varsa bana verip veremeyeceğimi sorsam da olumlu bir yanıt alamadım. Herkes ya şirketinde bu işi yaptırdıklarını ya da lisans yüzünden başkalarına bunu veremeyeceklerini verirlerse kendilerinin mağdur olacağını söyleyip duruyordu. Kullanım hakkı diye de bir şey vardı. Var oğlu vardı. Kısacası ben bu işi illaki tonla para harcayarak yapacaktım. İşte böyle kara kara düşünürken, dünyaya gelmiş insan görünümündeki meleklerden olan ve 2001 yılından beri Amerika’da yaşayan arkadaşım imdadıma yetişti. Çare dünyanın öbür ucundan gelmişti. Kendisinde Office-98 CD.leri olduğunu ve Amerika’ya gelirken bunları da getirdiğini ama kendisinin güncel pakete geçtiğini, artık lazım olmayacağını bana yazdı ve hemen CD.leri yolladı. İşte ben hala o Office programlarını kullanıyorum, benim için kutsal sayılan CD.ler ise ne yazık ki durmuyor, bir kazaya kurban gittiler ve bir gün tekrar lazım olduğunda ne yaparım hiç bilmiyorum. Tarihi Office programları nereden bulur da yüklerim hiç mi hiç bilmiyorum.

Aralık ayı gelmişti. Kış bir türlü gelmiyordu ama Aralık’ı bulmuştuk. Bu arada internet için ADSL hattım açılmış, bütün kurulumlarım tamamlanmıştı. Artık internetim vardı ve dış dünyaya açılabilirdim. Hemen kariyer sitelerine girip CV doldurdum, kayıtlarımı gerçekleştirdim, yüzlerce seçeneğin içinden tarayarak iş başvuruları yaptım. İş başvurularında tanımlananlar ne kadar da bana uygun şeylerdi böyle, hemen iş bulurdum buna emindim. Daha sonraları iş tanımlarının hep basmakalıp şıklardan oluştuğunu, kopyalanarak çoğaldığını, arayanların gerçek durumlarını veya ihtiyaçlarını tam yansıtmadığını anlamam uzun sürmedi. Hep aynı laflar tekrarlanıyordu nedense ve benim yüzde yüz örtüştüğüm ya da öyle sandığım birçok yerden geri dönüş olmuyordu. Aralık ayı başında gelen cep telefonu faturam da ayrı yıkım olmuştu zira artık ceple konuşma yapmamam şarttı. Konuşmalar mümkün olduğunca kısa tutulmalı ve ihtiyaç dışı olmamalıydı.

Yine o zamana dek elimi sürmediğim, ne olduğunu bile bilmediğim msn dünyasına da giriş yaptım. Bayıldım msn. e bütün gün orada birileri ile sohbet yazışmasında bulunmak beni dört köşe yapmıştı. Başımı kaldıramıyordum klavyeden. Zaman büyük bir keyifle geçiyordu hatta o sıralar hesabım olduğu halde facebook akımına henüz kapılmamıştım. Hele eş zamanlı olarak facebook’ta da zaman harcasam günlük gereksinimlerimi karşılayacak zamanı dahi bulamayacaktım ki bu da çalışmadan geçen günlerin hiç sıkıcı olmadığı inancımı iyice perçinleyebilirdi. Her zaman olduğu gibi iletişim ve ağ evrenine yine feci bir gecikme ile dahil olmuştum, öte yandan bu gecikme açıkçası hayrıma idi.

Aralık ayının ortasına doğru eski işyerimden bir grup arkadaşım hafta sonu kahvaltı aktivitesi yapmamızı istedi, hemen kabul ettim, onları göreceğim için çok mutluydum. Yalnız önerilen yerler hep çok pahalı yerlerdi, ben ise kahvaltıda yediğim bir dilim beyaz peynir ve on adet zeytin için 40-50YTL vermeyi hayal bile edemiyordum. Bunu nasıl söylemeli nasıl hissettirmeliydim dostlarıma. Açıkçası bana ilk zamanlar bu tip geribeslemeler vermek çok utandırıcı ve üzücü geliyordu, sonraları ise doğal olmaya başladı, hatta bütün dünyayı kendi peşimden sürükleyecek kadar kudretli ve rahat olmaya başladım bu konuda. İlk o zaman yüzüm kızararak çok pahalı bir yer olmamasını rica ettim kendilerinden. Sağolsunlar kabul buyurdular.

Hafta başı, sepete düşmüş ve bu nedenle yüzde elli tenzilat yapılmış yünler almıştım, o yünlerden de kendime süeter örmeye başlamıştım, ilk işim onu bitirmek ve kahvaltıya yetiştirmek oldu. Arkadaşlarıma evde boş oturmadığımı ne zevkli şeylerle uğraştığımı göstermek derdindeydim.

O gün süveterimi giydim, bir gün önce saçlarıma fön çektirmiştim ve zamanım bol olduğu için koyu renk ojeler sürmüştüm. Koyu renk oje iki kat sürülüp kuruması da zaman aldığı için çalıştığım dönemlerde tercih ettiğim bir tür değildi hep renksiz ve tek kat sürerdim ya da parlatıcı kullanırdım. Ertesi gün erkenden kalktım, hazırlandım, makyaj yaptım, süslendim ve evden çıktım. Arabayla gitmeyecektim, mekanımız Boğaziçi Üniversitesi’nin oradaydı. Beşiktaş’a geçip otobüsle devam edecek kalan yolu ise yürüyecektim.  Bu bana sadece 1,25YTL ye mal olacak bir yolculuktu. Aynen planladığım gibi yaptım ve mekana ulaştım. Sanırım çok erken gelmiştim, henüz yollara alışık değildim ve zamanlamayı beceremiyor geç kalmaktan korktuğum için de erkenden gideceğim yere varıyordum. Bunu da halledebilirdim, tecrübem gittikçe artıyordu. Arkadaşlarımla buluştum, nefis bir gün geçirdim, hepsi benim çok iyi göründüğümü ve zayıfladığımı söylediler. Günlük yürüyüşlerimin böyle bir etkisi olmuştu, kilom değişmediği halde vücudum toparlanmış gayet sağlıklı bir görünüm sergiler hale gelmiştim. Sabahları çok erken kalkmamak, bodrum katındaki ofisin oksijensizliğinden kurtulmuş olmak yüzüme renk getirdiğinden, gözaltı morluklarım ise hiç kalmadığından gözlerinde parlamıştım onların. Memnun olmuştum açıkçası. O gün akşama kadar çoluk çocuk harika zaman geçirmiştik, keyfim yerindeydi ve mutluydum. Bu mutluluğum kişi başına 30YTL gelen hesapla iki kat artmıştı, o ana kadar içimi kemiren ödeme miktarı istediğim sınırlardaydı. Kahvaltı için bu miktar bugün bana oldukça fahiş geliyor, ne kadar göreceli bir şey bu para denen mahluk.

Bu dönemde ayrıldığım işyerinin çok eski çalışanlarının yemek organizasyonu yaptığı bilgisi bana ulaştı. Meğer türlü türlü sebeplerle ayrılanlar uzun zamandır bu tip bir aktivite düzenliyorlarmış, ben de bir ayrılan konumuna düştüğümden bir şekilde haberim oldu. Gitmeyi çok arzu ettim ve gittim. İşte bir yemek organizasyonu ve işte bir masraf kalemi daha. Böyle giderse çalıştığım zamanlardan çok daha fazla harcamam olmaya başlayacaktı. Zira çalışırken birçok kereler katılmadığın ya da bir bahane ile red ettiğin bir sürü program işin gücün yokken çok cazip görünmeye başlıyor insana. Sosyal olmanın başka yolu kalmadığından ve ilk günler eski arkadaşlarına büyük bir özlem duyduğundan hep gitmek, katılmak istiyorsun. Bu yemeği de ekonomik çerçevede halletmeliydim. Yemek Gayrettepe’de Divan’da idi. Karar verdim, öncelikle arabamla gitmeyecektim, toplu taşıma araçları ne güne duruyordu ki, her zamanki gibi belediye otobüsleri ile Gayrettepe’deki yere geldim. Akşam çıkışta da birine takılıp Taksim veya Beşiktaş’a kendimi atardım nasılsa. Yemek güzel geçti. Çok çok eskilerle karşılaştım orada. Herkes bir şekilde birbirini bulmuş, dışarıda yeni yeni işler yapmaya başlamıştı. Bu insanlarla ilişkiyi kopartmamak, “işte biz de artık açığa çıktık” görüntüsünü oluşturmak yararlı olabilirdi. Çalışırken beni yere göğe koyamazlardı bu insanlar, işte ben bomboş karşılarındaydım, mutlaka bir tanesi beni kendi oluşumlarında düşünebilirdi. O gece konuşuldu, dedikodular yapıldı, gülündü eğlenildi, çıkışta resimler çekildi. Ve gece bitti. Gece bittiği gibi hayaller ve beklentiler de bitti.

Kimsenin eski arkadaşları ile bir işi kalmamıştı, bunu anlamam çok uzun sürmedi. “Aslansın”, “kaplansın”, “sen başarırsın”, “bulunmaz Hint kumaşısın”, “Sen olmadan olmaz” replikleri kendi işlerini gördürürken geçerliydi insanların. İhtiyaç ortadan kalkınca anı olmaktan öteye geçemiyorsun, çıkarlar bittiği gün ilişkiler de bitiyor. Bu gerçek; hayatımın kırkıncı yılına vardığım günlerde kendini bana gösterdi. Meğer kimse kimsenin umurunda değilmiş, şimdi açıkçası benim de umurumda değil, çok az, iki üç insan dışında başkalarının yaşamları ile ilgilenmiyor kendimi uzak tutmaya çalışıyorum.

Gecenin sonunda dışarı çıktık, hava inanılmaz nemli ve puslu idi. Ben Taksim’e giden birine takıldım, başka bir programa bağlanacağımı uydurarak oraya gitmeyi ve beni meydanda bırakmasını istemiştim arkadaştan. Esas amacım Taksim’den 110 numaraya binmek ve Kadıköy’e dönmekti, işin doğrusu dönüşü 2,5YTL’ye mal etmekti. Kadıköy’e geldim ama baktım ki Acıbadem otobüslerinin son kalkış saati 21:45. Yani otobüs yok! Oysa aktarma sayesinde bedavaya binebilecektim. Çare yok minibüs duraklarına yürüdüm ve minibüse bindim, evime döndüm.

Bu böyle bakalım nereye kadar sürecekti, iş başvurularımdan elbet biri tutacak, ben de yeni yılda bir iş sahibi olacaktım. Bu arada kariyer sitelerindeki kayıtlarım çok yeni olmasına rağmen görüşmeye çağırılıyordum ama görüştüğüm firmalar ve pozisyonlar benim on, belki on beş yıl önce çalışabileceğim kapsam ve yetkinliklerle tanımlı oluyordu. Bol gelen bir giysi gibiydim, hep fazla hep fazla idi bende bazı şeyler.

Bu iş görüşmelerinden biri eski işimin bağlı olduğu Holding’e ait başka bir şirket ile olmuştu. Özgeçmişimi okudukları halde beni niye çağırdıklarını anlamamıştım ve zevk olsun diye görüşmeyi kabul etmiştim. Adamların derdi benimle görüşmekten ziyade o sıralar çalkantılar halinde olan eski şirketim ile ilgili dedikodu yapmak ve ağzımdan laf almaktı. Aldılar da. Ama ben neyi istediysem onları duydular. Bol esprili, kahkahalı, sıcak ama gerilimi yüksek bir görüşme sonrası el sıkıştık ve ben oradan çıktım. Ben söylemek istediklerimi fütursuzca orada söylemiş, gerekli merciler hakkında sansürsüz ve tamamen gerçek olan şeyleri dile getirmiştim. Hayatın ironisi, tam bir yıl sonra aynı yerde ve tamamen başka yollar üzerinden orada işe girecektim, o gün bu aklımdan bile geçmemişti ama yaşam sürprizlerle dolu idi.

Yılbaşı yaklaşıyordu, ben hep bu dönemde çarşıları gezmeyi çok sevmişimdir. İşyerimin uzaklığı, hafta sonlarını da çok yoğun geçirmem ve ortalığın olağanüstü kalabalık olması nedeniyle keyiflice yapamazdım bu işi. Artık evde olduğuma göre hafta arası bir gün gönlümce gezmeli, vitrinleri seyretmeli, bütün objelere dokunmalıydım. Düşündüğüm gibi de yaptım. Alışveriş merkezleri süslenmiş, heryer yılbaşı hediyeleri ile donatılmıştı. Herşey o kadar renkli ve göz alıcıydı ki, insan hepsini almak istiyordu. Gezerken herşeye baktım, elledim, evirdim çevirdim ama hepsi benim için öylesine pahalıydı ki. Eskiden olsa laf olsun diye toplardım bir sürü şeyi, şimdi ise asla yapmamalıydım. Hem alacaktım da ne olacaktı ki, birkaç ay sonra hepsini bir torbaya doldurup temizlikçi kadına verecektim, bunlar hep para harcamaya ve gereksiz tüketime dönük şeylerdi, insanların alışveriş yapma, para harcama tutkusuna yönelik hazırlanmış tuzaklardı, bu tuzaklara düşmeyecek kadar akıllanmıştım artık. Evi döküntülerle doldurmak çok anlamsızdı ve en önemlisi, fakir fukaranın belki bir günlük yemek parası olan bu parayı asla harcamamalıydım. O gün sadece kendim için 3,5YTL’ye küçük kısa, küt bir kırmızı mum aldım. O mum hala masamda duruyor, rengi biraz soldu.

Açıkçası evde zamanım boldu, akşamları erken yatmak istemiyordum, geç saatlere kadar beni bilgisayarımdan başka oyalayacak şey de yoktu. Gerçi televizyonda çok değişik programlar keşfetmiş, gece sinemalarının zevkini almış, tutkun bir izleyici haline gelmiştim. Bilgisayar ve net dünyasındaki sınırsız turlarımın yanında deliler gibi de televizyon izliyordum. cnbc-e ve tv8 gibi kanallarda yayımlanan filmleri asla kaçırmıyordum. Erken yattığım için izleyemediğim filmleri düşündükçe bütün hıncımı alıyordum sanki. Hatta kısa sürede anladım ki bu filmler benim en fazla iki yıl önce sinemada izlediğim filmlerdi, içlerinde sinemaya gitme fırsatı bulamadığımdan izlememiş olduklarım da vardı. Bu duruma bayılmıştım, elimden kaçırdığım bütün filmler teker teker yayındaydı. Yine yabancı diziler büyük tutkum olmuştu, soluksuz izliyordum onları. Tartışma programları, haber yayınları, filmler, diziler, gece yarısına kadar beni kilitliyordu, ondan sonra da bilgisayar başına geçiyorum. Benim için bunlar o kadar yeni ve keyifli şeylerdi ki “ilk heves” psikolojisine yenik düşmüştüm ve tam bir saldırı halindeydim. Yapacak ne güzel şeyler varmış meğer, belgeseller, filmler, net dünyasında sanal gezintiler. Aradan uzun zaman geçince tüm bunların bir tekrardan ibaret olduğunu anladım. Balinaların ya da maymunların yaşamlarına ilişkin belgesellerin yüzüncü, filmlerin beşinci tekrarına tanık olduğumda kendimi düpedüz aldatılmış hissettim. Evde bunlarla oyalanmaya mahkum edilmiş insanlığa acıdım ve işsiz geçirdiğim aylarda bunlardan uzaklaşmayı, kendime, gerçekten beni meşgul edecek uğraşlar edinmeye karar verdim. Hatta bunu bulamadığım zamanlar olursa kendi hikayemi kendim yazmaya, oynamaya ve seyretmeye söz verdim.

Net dünyasında sürekli yaptığım bir iş de kariyer sitelerinde didik didik arama-araştırma yapmaktı ve bu sayede Aralık ayı boyunca sürekli iş başvurularında bulunmuştum. Hepsi de son derece iyi incelenmiş, kendim için doğru olduğunu düşündüğüm işlerdi. Geri dönüş oranı çok kötü değildi, ancak ilginçtir ki yüzde yüz uygun olduğumu düşündüklerimden değildi bu dönüşler. O sırada evde fazla durmadığımdan, yürüyüşte ya da evin mutad işlerini halletme yolunda olduğumdan cep telefonumdan aranma olasılığı nedeniyle epeyce sıkıntıdaydım. Çünkü telefonumu duyamayabiliyordum ve en kötüsü cep telefonum o kadar eski ve kötü durumdaydı ki tam konuşurken kapanıveriyordu. Şimdi bir de yeni telefon almak gerekliydi. Cep telefonlarının fiyatları felaketti, çoluk çocuğun kullandığı düşük özellikli bir telefon almak da nedense işime gelmiyordu ama en sonunda 98YTL vererek uyduruk bir telefon aldım. Uyduruktu ama pili on gün dayanıyordu, iş çağrılarının en önemli anında da kapanmıyordu.

Teknolojinin nimetlerinden minimum harcamalarla da faydalanmak mümkündü, bunu kendime kanıtladım. Ne farkı vardı ki benim telefonumun diğerlerinden. Amacım konuşmak değil miydi? Bu telefon da konuşma ve erişilme ihtiyacımı tamamen gideriyordu, resim çekmesi şart değildi, eğer fotoğraf çekmek istersem gider kamera alırdım ve onu da yine böylesi ekonomik şekilde halledebilirdim. Bu dünyada çok güzel ürünleri çok uygun fiyatlarla alabiliyorsunuz, kampanyalar size bu olanağı sağlıyor, yapılacak olan sabretmek ve biraz da açıkgözlü davranmak, haberleri kaçırmamak. Para koruma programına girince bunları iki ay içerisinde çok güzel öğrendim. Öncesinde böyle bir çaba harcamayı aklımdan bile geçirmezdim.

Dışarı çıktığım zamanlar bir kafe’ye girip aromalı bir kahve içmek en büyük zevklerimden biriydi. Birgün yine Kadıköy’e yürümüş çok sevdiğim Kadife Sokak’ta yıllardır gittiğim kafe’ye girmiştim. Cappucino istedim, yavaş yavaş içtim, elimdeki kağıtlara birşeyler karaladım, biraz oyalandım ve hesabı istedim. Hesapta 7YTL.yi görünce bir de bahşişle beraber 8YTL verince bu tip masrafların artık çok ciddi düşünülmesi gerektiğine ikna oldum. Kasım ayında kursa giderken Fındıklı’da Kahve Dünyası diye bir yer keşfetmiştim. Mükemmel Türk Kahvesini su dahil 2,5YTL’ye içmiştim, üstelik yanında lokum ile servis ediliyordu ve her masada sebil olarak kendi imalatları olan drajelerle dolu minik tabaklar vardı. Yani ucuza son derece kaliteli ve zevkle sunulan kahvenizi içebiliyor, üstüne üstlük hediye çikolatalardan da doyasıya yiyebiliyordunuz. Ortam mükemmeldi. Ancak bu kurumlardan her yerde yoktu, eve dönüp internete bağlanınca araştırdım İstanbul’da sadece on yerde mağazaları vardı, yaygın değildi. İçimden dua ettim bunlara; her yere yayılsa da ucuza ve kaliteli kahve içebilsek diye. O zamana kadar Starbucks’larda sütlü çaya ödediğim 6-7YTL’ye, Gloria Jeans’lerde aromalı kahvelere verdiğim 9-10YTL’lere acıdım, çok acıdım. Ne büyük bir israfmış, ne büyük bir müsriflikmiş. Paranın kıymetini yavaş yavaş anlıyordum. Bu arada dualarım kabul oldu Kahve Dünyası zinciri tüm yurda yayıldı, adım başı her yerde varolan bu ucuz ve kaliteli noktalarda mola verip harika bir nefes alabiliyorsunuz.

Saçlarım uzuyordu, uzadıkça da röflelerim uçlara kaçıyordu, yakında röfle yenilemem gerekecekti ki maliyeti 200YTL ile 250YTL arasında değişiyordu ve bunu karşılayacak bir rezervim yoktu, önümde ancak iki ay vardı, iki ay sonra o saçlarla dolaşmam imkansızdı. İşsizdim ama asla bakımsız olamazdım eğer bunu göze alırsam zaten saçımı hiç boyatmaz, beyazlarıyla beraber doğal haline bırakırdım, hiç değilse bu çılgınlığı yapardım. Yapılacak ilk iş yeni yılda saçı tamamen doğal rengine boyatmak sonrasında da olduğu gibi bırakmaktı. Hem düz boyanın maliyeti yarıyarıyaydı, bir anlamda tasarrufun ilk adımını bu şekilde atabilirdim. Daha radikal uygulamalara geçmeyi henüz gözüm yemiyordu. Aylık kuaför masrafım minimum 100YTL iken bunu tamamen tasarrufa aktarmam nasıl olacaktı. Bir düğün, nikah ya da resmi bir toplantıya giderken saçlarımı ne yapacaktım. Çok zor bir durumdu bu, hem de çok zor. İleride bu konuyu halletmenin yolunu bulacaktım ama ilk zamanlar beni en zorlayan kısım bu oldu. Resmi yerler, toplantılar ve özel organizasyonlarda bu saçlar ne olacaktı?

İnsan zamanında çok önemli olan şeylerin bir anda değerinin hiç olmadığını anladığında garipleşiyor. Bana çok komik gelen bir olay daha vardı ilk günlerde yaşadığım. İşime sabah çok çok erken gittiğim için kahvaltı şansım yoktu, hatta yolda bile kahvaltı etmek imkansızdı çünkü insanın saat 7.30’a kadar midesine birşey kabul etmesi oldukça zor ve sağlıksızdı. Ben de akşamları kepekli ekmek, peynir ve duruma göre közlenmiş biber ya da bazı yeşillikler katarak kendime minik bir sandviç hazırlar buzdolabına koyardım. Hatta bunun için her hafta sonu düzenli olarak tahıllı-kepekli dilimlenmiş ekmek ve krem beyaz peynir alırdım. Bir paket ekmek tüm haftama yeterdi, peynir de öyle. Sandviçlerimi sarmak için de strech folyo denen o sentetik rulolardan evde bulundururdum. Bunların 10 metrelikleri hemen biterdi ve sinir olurdum. Ayrılmadan önceki hafta sonu marketten koca kalın bir ruloyu (tam 100 metrelik) kampanya nedeniyle aldım, ekmek ve peynirimi de. O hafta kullanabilmiştim bunları. İşe gitmediğim ilk Pazartesi sabahı yataktan kalktığımda buzdolabından çıkartıp çantamın yanına koyacağım bir sandviç yoktu. Çünkü böyle bir hazırlık yoktu, ben az sonra keyfimin istediği şekilde demleme çayımla kahvaltı yapabilecektim. Hem kahvaltıda en sevdiğim şey olan zeytinden bir avuç yiyebilecektim. Yıllardır zeytin yiyememekten büyük bir hasret içindeydim. Günler sonra çekmeceyi açtım ve koca rulo strech folyoyu gördüğümde kendi kendime epeyce güldüm. Bu folyoyu nasıl tüketecektim acaba. Bizim evimizde yiyecekler hep kapaklı saklama kaplarında korunur bu folyolara hiç ihtiyaç olmazdı. O koca kütük gibi folyo hiç bitmedi, 1,5 yıl sonra bile hala çekmecede idi. Çok azı kullanılmış olarak yer kaplamaya devam etti.

Bu arada bir söz daha verdim. Evet işimden isteyerek, belli taleplerimi de kabul ettirerek ayrılmış, kesinlikle doğru olanı yapmıştım ancak beni buna mecbur eden düzenin konuyu kapatmış olarak rahat rahat hayatına devam etmesine göz yumamayacaktım. Olan biteni tüm ayrıntılarıyla eski şirketimin yeni genel müdürüne anlatacaktım. Adam ben ayrılmadan beş gün önce işbaşı yapmıştı, kendisini hiç tanımıyordum, resmini dahi görmemiştim, kapıda pas geçmiştik birbirimize, tanışmıyorduk ama mutlaka beni öğrenmeliydi, kimlerle çalışacağını da bilmeliydi. Belki bir etkisi olmayacaktı, olmadı da. Ancak herkes kimin ne olduğunu iyice öğrendi. Bu da o günler için bana yetiyordu. Şimdilerde eskiler aynen duruyor, bu yeni insanlar ise başka yerlerde görevlerini sürdürüyorlar. Asalaklar, kötüler, beş para etmezler sistemin pis parçaları olarak muhafaza ediliyorlar. Anlaşılmaz bir şekilde korunan bu düzen, benim çalışma hayatından iyice iğrenmemi sağlayan bir unsurdu belki de gelecek yaşamıma büyük faydası dokunmuştu. Düşündüğümü yaptım ama yeni yılda!

Aralık sonuna doğru eski müdürüm, bölüm arkadaşım buluşmaya karar verdik. Bu kez Avrupa yakasında Taksim civarında olmayı hedefledim. Bu buluşmaya eski müdürümün  o sıralar tamamen tesadüfi olarak işinden ayrılmış yiğeni de sürpriz olarak katılmıştı. Bölüm arkadaşımın tanıdığı birine ait olan Sıraselviler’deki kafeye gitmeye karar verdik, zira orası boştu, ucuzdu ve akşama kadar bize dokunan olmazdı. Aksamalar olmadan buluşma yerine tam zamanında geldik, hemen pencereye yakın büyükçe bir masaya yerleştik, sanki bir evde gibiydik, hava yağışsız ama soğuktu. Hoş Aralık ayı için daha soğuk olması beklenirdi ama yine de kış havasıydı. En ucuzundan makarnaya talim ettik. Hayatımda yediğim en güzel bolonez soslu makarnayı orada yedim diyebilirim. İşten ayrılmadan 2 gün önce şirketimizin pub’ında öğlen yemeği yemiştik ve seçtiğimiz bolonez soslu spagetti idi. Biz de o günün anısına böyle bir tercih yapmıştık. Hem yad ediyor hem karnımızı doyuruyorduk. O sırada birazcık geç aramıza katılan bölüm elemanı arkadaşım ağzındaki baklayı çıkarıverdi, sabah bir medyumla buluştuğunu, bir hayli ilginç şeyler anlattığını, hayli etkilendiğini söyledi. Böyle bir konuşma karşısında hepimizin gözleri yuvalarından fırladı ve açıkçası umut dünyasının garibanları olduğumuz için o an bu medyumla biz de görüşmek için can attık. Hemen olayı organize ettik, kadını cep telefonundan aradık, bulunduğumuz yeri söyledik, akşam üzeri müsait olabileceğini söyleyen bu İzmir’den gelmiş gezgin medyum bayanla randevulaşıverdik. Bulunduğumuz kafe’ye gelecekti. Etrafta kimse olmadığından oldukça rahattık, iyice yayıldık.

Saat 16:60 gibi medyum ve ona refakat eden bayan geldiler. Biz sırayla medyumun tezgahından geçtik. Öyle tatlı şeyler söylüyordu ki, biz soruyorduk, O cevaplıyordu. Bir sürü şey sorduk ve cevabını aldık, hatta o cevapları hızlı hızlı bir kağıda da yazdık. Kağıt bende bir yıldan fazla durdu, ara sıra çıkartıp bakıyor, söyledikleri ile gerçekleşenleri karşılaştırıyordum. Sadece evimle ilgili kısım yüzde yüz doğru çıkmıştı, ayrıntısıyla bilebilmişti. Her neyse biz ucuza mal ettiğimiz bir toplantıyı gerçekleştirdiğimiz için sevinirken medyuma adam başı 50YTL ödeyince yine ekonomik olmayı becerememenin üzüntüsünü kendi adıma yaşadım. Ama bu çok özel bir durumdu. Fal olmadan bu zor günlerde nasıl umutlanacak, nasıl söylenenlere inanıp kendimizi avutacaktık ki? Bu manevi ihtiyaçlar bir şekilde giderilmeliydi. Örtünüp hidayete erecek tipler olmadığımıza göre başka çaremiz yoktu. Hem umutlanıyor hem de laf aramızda eğleniyorduk.

O yıl “Yılbaşı” ile Kurban Bayramının “ilk günü” aynı güne denk gelmişti, üstelik bu gün “Pazar” günüydü. Üçleme bir çakışma. Zaten nedense son yıllarda bin yılın tarihsel çakışmalarına tanık oluyorduk. Şanslı bir nesil miydik neydik? İş zamanlarında tatillerin böyle üst üste binmesi nefret edilen bir durumdu, zira 3 gün tatil yerine 1 gün tatille olay geçer giderdi. Çalışanlar için ne önemliydi her yılın tatil takvimi. Ben ise eskisi kadar ilgilenmiyordum bunlarla, aklım başka işlerdeydi. O bin yılın çakışması Pazar günü bambaşka, değişik birşey yaptım. Belki de buna çılgınlık denebilir, kim bilir ama tarihe mal olmuş bir güne yakışır bir şeydi.

Yeni yıla nasıl girersen öyle devam edermiş. O gün hava günlük güneşlik idi, gerçekten de bütün yıl havalar güneşli geçti, 2007; yüzyılın en kurak yılı olarak tarihe geçti.

Yılbaşı ve bayram gününün evde geçen kısmına gelince; bayram tarafı ilk gün için hissedilmese de yılbaşı tarafı için koşturmaca içindeydik. Bir aile geleneği haline gelen yılbaşında ciğer yeme olayımız için dönüşte Kadıköy Çarşısı’ndan 1,5 kilo ciğer aldım. Kasaya gidip de 22,5 YTL.lik ciğer parasını ödeyince kendi ciğerimin yandığını hissettim. Ne kadar pahalı birşeydi bu ciğer ya da ben bu güne kadar fark etmemiştim. Yılbaşı geceleri babam rakı ben ise annemle beraber şarap içerim. Bunun için de birkaç gün öncesinden özel bir şarap alırım. Bu sene öyle bir yola başvuramazdım. Alabileceğim şaraplar benim 2 haftalık yol ya da kahve parama eşit değerdeydi ve ben evdekilerle yetinmek zorundaydım. Acaba evde şarap olarak ne vardı? Ya da hiç kalmış mıydı? Ama olsun ben yine ciğer olayını ardından da şarap şüphelerimi içime gizledim ve evime döndüm. Eve geldiğimde ilk işim şaraplığa bakmak oldu, çok şükür ki bu gece içilebilecek sevdiğim cins bir şişe şarap vardı.

Bu şarap meselesini çözmem gerektiği yılbaşı günü ortaya çıkmıştı. Artık daha ekonomik ama lezzetli çeşitlere geçiş yapmalıydım. Hem kursta öğretmişlerdi; pahalı olanı değil, damak zevkinize uyanı bulun, zira bu çok önemlidir, diye. Ben de aynısını yapacaktım. Bir zamanlar, şarap kursuna gitmek züppeliğimin bir faydası dokunmuştu çok şükür.  Hayatta en sevdiğim şarap Ada Karası üzümünden yapılandır. Avşa’da yetişen bu muhteşem üzümü nedense büyük imalatçılar hiç kullanmazlar, ben de bu şaraplardan alabilmek için her yaz bir bahane ile Avşa’ya gider ve oradaki yerel imalathanelerden taşıyabildiğim kadar şişeyi yüklenir eve getirirdim. O zaman önemli olan tutarı değil yüklenebileceğim miktar idi. Satın aldığım satış mağazasında yetkililere sorduğumda bu şaraplardan, adını burada yazmayacağım büyük marketlerden birinde olduğunu öğrenmiştim. Yeni yılın ilk günlerinde o büyük markete gittim, şarap reyonunda en alt raflarda sevdiğim o şaraptan şişeler dolusu olduğunu gördüm. Büyük şişe sadece 6,5YTL idi. İnanamadım sadece 6,5YTL. Ama yine de sadece iki şişe alabildim, eskiden olsa 10 şişe alır eve yığardım ama artık para çok önemli idi. İki şişe ise bence gayet yeterli idi. Zaman içinde gerektiğinde nerede bulacağımı biliyordum ya artık sevdiğim şarabı. Gerisi boştu. Bir problem daha ortadan kalkmış, bense parasızlık halinde dahi hayatımın zevklerinden büyük fedakarlıklar yapmak zorunda olmayacağımı bir kez daha anlamıştım.

Kısacası bazı şeylerden vazgeçmek gerekiyordu belki ama bazı şeyleri de ekonomik boyutlarda becerebilmek mümkün olabiliyordu. Zevk ve keyiflerimizi sadeleştirmek, basit ve yalın hale getirmek, bu koşullarıyla da mutlu olabilmek para ile doğrudan ilgili değildi. Çözüm vardı ve ben de yavaş yavaş çözümleri buluyordum. Bu ülkede asgari ücretle dört kişilik ailesini geçindiren kahramanlar varken ben, onca sene okumuş, onca sene çalışmış, zeki bir insan nitelemesine yıllarca maruz kalmış Zeynep, bunun çözümünü mutlaka üretmeli ve yaşamıma geçirmeliydim.

Evet artık yeni yıla girmiştik. Ben bir türlü tam tutturamadığım gelir-gider durumumu Ocak ayının başlamasıyla toparlamalıydım. Toplu paramı üç aylık dönemler halinde vadeli mevduat hesabına yatırmış her aylık dilimler için de taksit, kredi ödemeleri ve aylık sabit harcamalarımı hesapladıktan sonra kendime sanki maaş alıyormuş gibi belirli miktarlar ayırmıştım. Bu miktarı ay başında başka hesaba çekiyor ve bütün harcamalarımı o hesabın içinden yapıyordum. Meblağ büyüktü. Ev kredisi borcu benim hesaplarımı alt üst ediyor, bu ödeme nedeniyle ana param kar gibi eridiğinden diğer gider kalemleri için kendimi planlayacak enerjim kalmıyordu. Kredi borcumu mutlaka kapatmalıydım, ilk hedefim bu olmalıydı. Bu yüzden eski işyerime yakın bir yerde aldığım ama inşaatı 10 yıl sürdüğünden bir türlü taşınamadığım, birçok şeyi henüz pek eksik olan evimi bir an önce satmalıydım, bunun satış fiyatı benim kredi borcumu tamamen kapatacak, faiz ödemesinden büyük ölçüde kurtulacaktım. Kredi düzenli geliri olanlar için anlam taşıyan bir araç, onun dışında kredi ile yaşamak büyük hata.

Bu durum değerlendirmeleri kapsamında kendimi de oyalayacak şeylere ihtiyacım vardı. Hobi kursum bitmişti, hem zaten giderek de masraflı olmaya başlamıştı, her kurs çıkışında Cihangir’deki pub.lara takılmak beni maddi açıdan yoruyordu. Yemek olayından vazgeçmiştim ama otururken hiç değilse bira içmek ve bu biraya da 6 ile 8YTL arasında para ödemek benim için hayli yüklüydü. 2 bira 12YTL, iki gün üstü üste olunca 24 YTL ediyordu. Ayrıntıda gözden kaçan bu harcamalar toplamda keseyi zorluyordu. Evet zorluyordu ama bu kursta olağanüstü güzel zaman geçirdiğimi de inkar edemeyeceğim. Çok tatlı insanlarla tanıştım ve hepsiyle çok güzel zamanlarım oldu. Masraflıydı ama kurs çıkışı yaptığımız oturumlar inanılmaz keyifliydi. Cihangir, Akarsu Caddesi ve her gün birkaç ünlü ağırlayan kafe ve publarda oturmak, rüya aleminde sürtmek gibi bir şeydi. Tadına doyum olmuyordu. Keşke para debimin yüksek olduğu sezonlarda buraları mesken tutsaydım da her tadından bir lokma alarak canına okusaydım. Şans işte ya da kısmet meselesi. Her şeye rağmen tam 3 ay boyunca hakkından gelmiştim ve sonunda kurs tamamen bitmişti.

Oyalanmanın en iyi yöntemi el işleri yapmaktır. Ben yine promosyon sepetlerine döndüm ve ucuza çok güzel yünler aldım. Renkleri harikaydı, benim çok sevdiğim sonbahar renklerinden oluşan kırçıllı ve muhteşem bir yündü. Hemen örmeye başladım, aylık olağan buluşmalarımıza yetiştirmem gerekliydi tasarladığım hırkamı. Bütün gün tıkır tıkır örüyordum, kalan zamanlarda bilgisayarımın başında ya mailleşiyor ya da internette geziniyordum. İstanbul dışında yaşayan ve sohbetinden büyük zevk aldığım, hatta harika paylaşımlarımız olan sanal arkadaşlarım olmuştu. Onlarla mutlaka selamlaşıyor bir iki sözcük de olsa haberleşiyordum gün içinde.  Özellikle kültür-sanat bilgilerini aldığım sitelerde tiyatro, sergi, konser gibi aktiviteleri görünce biraz yüreğim sızlasa da internette dolaşmak ve katılamadığım etkinliklerle ilgili haberleri okumak bile bana keyif veriyordu. Yapılacak pek çok şey vardı ve maalesef maliyeti çok fazlaydı. Sinema bile oldukça pahallıydı. Sabah seanslarına takılmalıydım ama filmlerin bana eskisi kadar keyif vermediğini, sıkıldığımı hissetmiştim, yine de birkaç defa sabah seanslarına gittim. O zamanlarda 12YTL.lik bilet 8YTL.ye iniyordu, giderken yürümeyi dönüşte de otobüse binmeyi tercih edersem toplamda yuvarlak hesap 10YTL ile bu işi bitiriyordum. Bu oldukça ucuz bir faaliyetti ama ben bunu sonraları daha da ucuza indirdim. Hiç sinemaya gitmeyerek bu masraf kalemini ortadan kaldırdım. Allah’a şükür ki Hollywood iflah olmaz bir konu sıkıntısının pençesine düşmüştü ve filmler bir şeye benzemiyordu. Ayrıca da en geç 2 yıl içinde televizyonda gösteriliyordu. Zira bunu anlamıştım çünkü ne zaman film izlemek için televizyonun karşısına geçsem 1-2 yıl önce sinema salonlarında izlediklerimden birisine denk geliyordum. İleriki zamanlarda televizyonda izleyecek bir film bulmak için şimdiki zamanlarda sinemaya gitmemek en büyük çözümdü, hem param cebimde kalacaktı hem de zamanı geldiğinde “tekrar filmi” değil, “ilk gösterim filmi” izleyecektim. Bir taşla iki kuş vurmaktı bu ve bedavaydı.

O arada hırkamı bitirmiştim. Annemle Akmerkez’in yakınında oturan akrabalarımıza güne gidecektik. Açıkçası çalıştığım zamanlarda bu akrabalarımızın günlerine gidemediğime çok hayıflanırdım. Havalara zıpladım günün olacağını duyunca. Hem bir gün de olsa kendime oyalanacak bir faaliyet bulmuştum. Havalar o sıralarda çok soğuktu, açıkçası 2007 kışının sadece 3-4 gün süren en soğuk günleriydi, zaten ondan sonra da bir daha soğukla yüzleşmedik. Ben yeni bitirdiğim hırkamı giydim ve bir ev kadını gibi süslendim. Takılar, fularlar, makyaj hepsi tamamdı. Annemle çıktık, doğruca Üsküdar’a indik, motorla Beşiktaş’a geçtik, annem taksiye yönlendi. O’nu hemen durdurdum, bu aşamada yolumuza bedava devam edebilecektik, taksiye binmek de nereden çıkmıştı. Annemi duraklara sürükledim, oradan 58’li numaralardan birine binip Akmerkez’in hemen önünde inecektik. Boş ve tertemiz bir otobüs geldi, kendimizi hemen otobüse attık ve yanyana oturduk. Annem yolculuğun bu kısmına bayılmıştı. 15-20 dakikada Akmerkez’e gelmiş, inip 3 dakika yürüdükten sonra da gideceğimiz yere varmıştık. Herkes oradaydı, sofra kurulmuş, servis çoktan başlamıştı. Birsürü yiyecek, börekler, salatalar, tatlılar; dizim dizimdi. Herkes ayağa kalktı öpüşmeler, tokalaşmalar faslından sonra biz biraz geçe kaldığımızdan önce oturma tarafına sonra masa tarafına geçtik. Ben zaten çayı çok severim, yardımcı bayan bana fincan fincan çay taşırken ben de keyifle tabağıma doldurduklarımı yiyordum. Doldurmuştum ama aslında o kadar da yiyemiyordum. Çalışma yaşamındaki yemek düzensizliği, metabolizmamın bundan dolayı ciddi yıpranma yaşaması, genelde toplu yemek olaylarına tümleştirilen sağlıksız yöntemler beni bir garip yapmıştı. Zorladım ve herşeyden yedim, ancak tatlılara geldiğimde küçücük bir parçayla yetinmek zorunda kaldım. Hemencecik doymuştum. O gün tatlı muhabbetler ile akşamı etmiştik. Saat 17.00 olmadan çıkmamızın doğru olacağına annemi ikna ettiğimden zamanı gelince kalktık. Trafik sıkışıp da bizim gibi keyfi gezenlerin, “çalışanların zorunlu eve dönüş saatlerini meşgul etmemesi gerektiği” gibi bir ilkeye sahip olduğumdan kendimle ters düşmemeliydim. Annemle birlikte çıktık, yanımızda başkasının olmamasına dikkat ettik, zira yine belediye otobüsü ile Beşiktaş’a inmeyi ve motorla karşıya geçmeyi planlamıştık. Planımızı yaptık da. Üsküdar’a geldiğimizde annem duruma müdahale etti, artık taksiye binmemiz gerektiğini söyledi, ben de kendisine uydum, bugün için hele ki bu soğuk havada yaşı 60’ı geçmiş anneme daha fazla eziyet etmemeliydim, denileni yaptım ve ilk taksiye kendimizi atarak vakitlice evimize ulaştık.

Saçlarım uzamış ve boyanma zamanı gelmişti. Ocak ayını da yarılamıştık, düşündüm periyodu biraz uzatabilirdim. Nasılsa her gün insan içine karışmıyordum, önümdeki iki hafta içinde olası bir faaliyet yoktu, kış mevsimindeydik, zaten sokakta bere ile dolaşıyordum, beyazlarım 1cm.i geçebilir ama ben bu şekilde aybaşına kadar idare edebilirdim. İdare ettim de.  Ayın son günü kuaförüme gittim. Önce saçımı doğal renginde koyu kumral, kahverengi olarak tamamen boyatmak istediğimi söyledim. Ayrıca 25YTL tutan bakımı da yaptırmayacağımı zaten bir faydasını görmediğimi belirttim. Ogün saçlarım koyu doğal bir renge boyandı, bahşişler de dahil 50YTL’ye çıktım. Geçmiş dönemlere göre epeyce hafif bir miktardı ama yine de benim için çok fazlaydı, ayda 50YTL senede 600YTL ederdi ki ben bu parayla yazın tatil bile yapabilirdim. O gün benim kuaföre son gidişim oldu, saçlarımı boyatmamaya karar verdim. Ne yapıp edecek artık yarı beyazlamış olan saçlarıma geçişi, hazır çalışmadığım bu dönemde başaracaktım. 1 Şubat benim bu yolda yaptığım 6 aylık mücadelenin başlangıç tarihiydi. 6 ayın sonunda yenik düştüm, çünkü belime kadar uzanan saçlarımı kesmeye kıyamıyordum, tamamen beyaza geçmek için saçları kısacık kestirmek gerekirdi ama yine de bir deneme yaptım. Aylar itibariyle uzamış 3-4cm.lik beyaz saçlarımı saç bantları ile gizlemeye çalıştım ama kesim gerçekleşmediği için ne yazık ki geçişi tamamlayamadım. Boyama işini de 10-12YTL civarındaki şampuan boyalarla kendim hallettim. Hiç değilse bu yolla epeyce tasarruf edebilecektim.

Yeni yılın bu ilk ayında bir yandan iş görüşmeleri yaparken diğer yandan da sürekli yeni başvuru yapıyordum. Sonradan aklıma geldiği için Sigorta sektöründe de bir takım pozisyonlara form göndermeye başladım. Çalışma yaşamımın ilk 5 yılı sigorta sektöründe geçmişti ve oldukça deneyimli idim. Hatta sektörde şeflik, yönetmenlik, müdür yardımcılığı gibi unvanlarla çalışmıştım. Belki bu camiada yine üst pozisyonlarda iş bulmam söz konusu olabilirdi. İki görüşmeye çağırıldım. Bunlardan biri aracı firma idi ve asıl firmayla doğrudan görüşmem olamadı bile. Diğerinde ise benimle görüşen, işe alındığım takdirde altında çalışacağım yönetici kızdı ya da kız çocuğuydu. Ben Sigorta sektöründe at koşturduğum yıllarda lise öğrencisi bile olmayan bu küçük kız, karşıma geçmiş beni sorguluyor ve değerlendiriyordu. Aslında görüşmeyi boşu boşuna uzatmıştık, o beni gördüğü an değerlendirme bitmişti.  Bu anların komikliğini sonradan tüm çevreme anlattım.

O sıralarda annem tam 35 yıl sonra anneanne ve dedemin mezarlarını yaptırmaya karar vermişti. Mezarlıklar Edirnekapı şehitliğinde olup yıllarboyu fazla gidilemediğinden akibetleri pek bilinmiyordu. Elimizde bakım makbuzundaki bilgilerden başka ipucu da yoktu. Gidilemiyordu çünkü teyzem ve dayım yurtdışında yaşıyorlardı. Annem de zaten sürekli bakım isteyen kardeşimle bütün zamanını harcadığından 2-3 senede bir fırsatını zor buluyordu. Bense son 11,5 yıldır bu dünyadan göçmüştüm resmen. Hayatımın yaşanmamış büyük aralığı olarak gördüğüm bu yıllarda hiç böyle işlere girişememiştim. Şimdi boştaydım ve iş yine bana düşmüştü, dünya yerinden oynasa mezarlığa gidecek ve görevimizi yapacaktım. Zaten benden başkası da katiyen uğraşmazdı. Tek kız torun bendim yani kız evladın kızı bendim ve benim vazifemdi!

Bir gün, sabah erkenden arabaya bindik ve mezarlığa gittik. Kapıdaki görevlilerin de yardımıyla mezarlıkları kolayca bulduk. Annemim daha önceden irtibat kurduğu bakımcının da ogün tesadüfen orada olması sayesinde işlerimiz yolunda gidiyordu. Bakımcı adamla görüşüp, mezarlığın yeni hali konusunda anlaşmaya vardık. Bu arada mezartaşında yazacak detayları da adama yazıp verdikten sonra büyük bir eksik olduğu ortaya çıktı. Mezarlıkta herhangi bir inşaat faaliyeti başlatmak için tapu senedi gerekiyordu ve hakkında en ufak bir belgenin ortada kalmadığı bu yerler için elimizde malesef tapu senedi yoktu. Zaten olsa da fark etmiyor, bu tip evraklar 25 yıl geçince geçerliliğini yitiriyordu. İşte şimdi durum zorlaşmıştı. Bu iş için önce mezarlığın satın alındığına dair makbuzdan bir örneğe ihtiyacımız vardı ve bu makbuzların bulunduğu yer; Şehitlik Vakfı’nın merkezi, Şişli’deydi. Hemen araba ile oraya gittik, vakfı bulduk. Görevlilerle konuştuk elimizdeki isim ve tarih bilgisinin de  yardımıyla makbuz koçanları hemen arşivden araştırıldı. Tam 55 yıl öncesine ait minicik bir kağıttı aradığımız ve bunu bulamazsak mezarlıklara birşey yaptırmak mümkün olamayacaktı. Açıkçası sanki tekrar satın alıyor gibi bir süreç yaşayacak, binlerce Liralık masrafımız olacaktı. Heyecan içinde tozlu arşivden haber bekledik. Memur bayan 15-20 dakika içinde elinde küçük sararmış bir kağıtla geldi. Evet 55 yıl öncesine ait makbuz elimizdeydi, o an dünyaların benim olduğunu hissettim. Hem bulunduğuna sevinmiştim hem de elimde tarihi bir eser vardı, geçmişle bugünü birbirine bağlayan belgelere bayılıyordum.

Devlet katında bu tip bürokratik işlemleri yapmak hep çok zoruma gitmiştir. Gitmeler, gelmeler, imzalar nedense günlerce sürer. Ancak ülkemizde ölüm ve devamı olaylarda bazı kolaylıklar ve öncelikler olduğu da bir gerçek. Ya da biz bunu yaşayınca anlamıştık, işler arapsaçına dönmüş ama akabinde de kolayca çözülmeye başlamıştı. Makbuzumuzu alıp tekrar Mezarlıklar Müdürlüğü’ne döndük. Sıraya girdik ve tapu senedimizi hazırlattık, öğlen tatili araya girdiğinden epeyce beklemek zorunda kalmamıza rağmen yine de gün içinde bu işlemi de gerçekleştirebilmiştik. İş imzaya kalmıştı. İmzayı atacak müdür piyasada yoktu, ne yazık ki müdür yardımcısı da ortalıkta görünmüyordu. Annem bu işleri daha önce hiç yaşamadığı için çocuk gibi huysuzluk ediyor, “neden, niçin, nerede” gibi sorularıyla beni de sinir ediyordu. Oysa ben bugün bu işi tamamlayabildiğimiz için havalara uçuyordum ve 2 saat daha beklemeye razıydım. Çok şükür sonunda bizim tapu senedini imzalayacak yetkili yerine geldi, imza işimizi hallettik, sonra tekrar yan odaya geçerek inşaat iznini de aldık. Elimde altın gibi değerli bu kağıtları tutarken yüzümde müthiş bir mutluluk vardı. Ölümle ilgili bir fiilde böyle mutlu son biraz çelişki de olsa işsizlik dönemimden başka hiçbir zaman halledemeyeceğim, koşullarım gereği bulaştığım bu işleri bitirebilmemin mutluluğu ve huzuru ile tekrar mezarlığa dönmek üzere arabanın kontağını çevirdim. Mezarlıkta usta bizi bekliyordu. İhtiyacı olan kağıtları ve parasının bir kısmını da kendisine teslim ettikten sonra vedalaştık. Hava zaten biraz bozmuş ince bir yağmur çiselemeye başlamıştı. Yorgun ama sevinçli bir şekilde evimize geri döndük. Artık tek işimiz 2-3 hafta sonra mezarlığın bitmiş halini görmeye ve kontrol etmeye kalmıştı.

Kış günleri  havaların da önceki yıllara oranla ılık gitmesini fırsat bilerek uzun yürüyüşler yapıyordum, hatta belirli parkurlarım vardı ve her gün bir tanesini seçerek 1 saatlik turumu sabah saatlerinde asla ihmal etmiyordum. Bazen dönüşte babamla kahvemizi içiyor bazen de kahvemi içtikten sonra yürüyüşe çıkıyordum. Genelde Koşuyolu parkına inip orada turladıktan sonra yola devam ediyor, Nautilus alışveriş merkezine giriyor, alt kattaki hipermarketten kafama göre gerekli şeyleri alıyor, yükümün fazla ağır olmamasına özellikle dikkat ediyor, tekrar yürüyerek eve dönüyordum. Bazen de yürüyecek halim kalmıyor köşeden otobüse biniyordum.

Aslında ucuzluklar en tahrik edici boyutuyla başlamıştı, benim gibi bir ucuzluk uzmanının kaçıracağı dönem değildi bu günler. Kendimi zorluyor alışveriş merkezinin katlarını gezmiyordum, Allah’tan mecbur da kalmıyordum, çünkü yasaklıydım. Nefsime yasak koymuştum, ne oralarda satılan kıyafetler ne de ayakkabılar beni artık ilgilendirmiyordu. İlgilendirmemeliydi. Alsam ne yapacaktım ki, kullanma olasılığım sıfıra yakındı. Yalnız kapıdan ilk girişte oradaki kahve zincirlerinden birinin konuşlanmış mağazasının önünden geçmek tam işkenceydi, mis gibi kahve kokusu öyle bir çekiyordu ki beni içeriye, buna sinir oluyor, o nedenle de hep evden kahvelerimizi içtikten sonra çıkıyordum.

Tüm bunlara rağmen dünya bana karşı savaş açmıştı. Yıllardır aradığım füme rengi kaşmir etek pat diye karşıma çıkmadı mı? Durur muyum gözümü kararttım ve o zamanın parasıyla 80YTL, üstelik %50 indirimli olarak 80YTL verdim ve eteği aldım. Yalnız eve dönüş yolunda düşündüm. Havalar sıcaktı, ben ise hep aynı şeyleri giyiyordum. Neyim var neyim yok farkında bile değildim.

Dünya gerçekten savaş açmıştı benim bu kararıma. Evimin olduğu Acıbadem Caddesinde sadece bir durak uzağımda, ihracat fazlası çok güzel ve kaliteli ürünler satan bir yer açıldı. Arada sırada oraya uğruyordum, iş yerinde giyebileceğim onlarca alternatifi çok uygun fiyatlarla orada görünce canım yanıyordu. Tonlarca para zamanında sokağa saçılmıştı şimdi ise sürüyle çaput, tedavülden kalkmış mangırlar gibi dolaplarda öylece duruyordu. Kendimi tuttum tuttum ve benim için sokaklarda bolca gezindiğim günler için gerekli, mutlak ihtiyacım olan iki adet mont aldım. Önce ihtiyacım olduğuna dair kendime yemin ettim, sonra da satın aldım. Biri kısa biri uzundu. Su geçirmeyen kumaştan yapılmış ve kapşonlu olan bu montlar sonraki yıllarda da defalarca giyildi. Cepten gidiyordu bu paralar ama eskilerle kıyaslayınca hiç para değillerdi. İki monta sadece 55YTL vermiştim. Öğlen yemeği fiyatınaydılar.


Bu tip gelgitler çok sıklaşmaya başlamıştı. Bir gün yürüyüşten eve döner dönmez ilk işim dolabımı açmak oldu. Daha işten ayrılmadan önce Şeker Bayramı tatilinde yazlıklarımı yıkayıp kaldırmıştım, yazlıkları yıkama işini Ekim’in üçüncü haftası yapar kaldırma işini ise Cumhuriyet Bayramı tatiline bırakırdım. Tabii eğer bir yere gitmemişsem.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder