22 Ekim 2010 Cuma

İlk Ay (3.Bölüm)

Haftasonu kursum olduğu için sıkılmıyor oyalanabiliyordum, kursum nedeniyle haftaiçine sarkan bazı ödevlerim de oluyordu, bu durum hoşuma gitmişti. Hem kurs yeri Cihangir’de olduğundan, çıkışlarda arkadaşlarımla buradaki kafelere takıldığımızdan, bir sürü meşhur insanı buralarda görebildiğimizden dolayı mutlu bile sayılırdık. Cihangir’in sokak aralarını didik didik keşfediyor hele ki haftaiçi zamanlarda öyle zevkle geziyorduk ki, boş olmaya, boş gezmeye doymak bilmiyordum. Aslında bu olay bana epey pahalıya patlamıştı, o kurs için ödediğim ücret benim 1,5 aylık masrafıma denk geliyordu, böyle bir meblayı, hiçbir getirisi olmayan ciddiyetten uzak, sırf gönül eğlendirmek için açılmış bu kursta harcamak son derece mantıksız ve gereksizdi. Evet güzel arkadaşlarım olmuştu, bu bakımdan kazanımım çok değerliydi, hem İstanbul’un naif ve bohem bir köşesindeki yaşamları tatmak, görmek ve içine girmek anlamında hoş deneyimlerdi ancak benim için büyük lükstü. Oyalanmak bana bu paraya mal olmamalıydı hatta bu işleri bedavaya halletmeliydim.

Ayrıca sokaklarda dolaşmak yerine yapılması gereken bazı zorunlu işlerimi halletmem gerekiyordu. Şirketten getirdiğim eşyalar öylece bazama tıkıştırdığım şekilde duruyorlardı, hepsini güzelce dökmem lazımdı. Bir sürü kağıt, kitap, yazı, dokuman, ıvır zıvır biblo, maskot, oyuncak. Hepsini ayıkladım, gereksiz bir sürü katalog ve kitapçığı geridönüşüm amaçlı olarak kullanılabilsinler diye ayırdığım  başka kutuya doldurdum, diğer ıvır zıvırı sağa sola dağıtmak için paketledim. Belki daha sonraki aylarda atacaktım ama şimdilik saklamayı uygun gördüğüm eşyaları da tekrar yatak bazama doldurdum. Zorla da olsa sığdırabilmiştim her şeyimi ama eve getirdiklerimin üçde ikisi çöpü boylamıştı. Siz siz olun herşeyi saklamayın.

Bu arada bilgisayarsızlık ve internetten uzak olmak beni zorlamaya başlamıştı, herşey basitçe yapılabilecekten ilave zamanlar alıyordu, sinemalara bakamıyor, tiyatroları inceleyemiyordum. Müze gezmek istesem saatlerini bilemiyordum. On yılda ne çabuk bağımlı hale getirilmiştik, demek on yıl önce yaşamıyorduk. Bu uygulamalar ve sahipleri dünyanın liderleriydi, kurgubilim filmlerde gördüğümüz krallar ya da kötü adamlar bence bunlardı, esnek olduğumuza bizi inandırarak elimizi kolumuzu bağlamışlardı, bu işi hemen çözmeliydim bir dizüstü bilgisayar hemen almalıydım. İşin en kötüsü asla anlamadığım bir konuydu, nereden alınacağını biliyor ama nasıl olacağına dahir hiç fikrim yoktu. Mühendis olmama rağmen küçük bir çocuktan beterdim çünkü şimdiye kadar bu araçlar hep önüme hazır gelmişti. Radyo değildi ki bunlar düğmesine çevirince çalmaya başlasın.

Bu bilgisayar meselesini yapılacak işler listesine attıktan sonra artık hayatıma başlayabilirdim. Maaşımın Ekim’e tekabül eden kısmı (3000YTL) da yattığına göre parayı çekmeli ve bu ayın borçlarını ödemeliydim. Kredi kartları (1300YTL), ev kredisi borcu (1280YTL), yine faiz indirimi çılgınlığı nedeniyle aldığım tüketici kredisi borcu (210 YTL)  derken elime azıcık bir para kalmıştı ki hatta buna hiç para kalmamıştı diyebiliriz. Bu ilk aydı bundan sonra tabiki böyle olmayacaktı, harcamaların yapıldığı zamanlar benim çalıştığım zamanlar olduğundan şuursuzluğum kabul edilebilir boyuttaydı. Hem tazminatım yatacak sonra vakıf birikimimi alacaktım. Hemen toplam para üzerinden harcama planı yapmalı bazı hedefler belirlemeli ve kendimi ayarlamalıydım ama “bu ay değil” dedim kendi kendime. Hiç değilse bu ay olmasındı. Kendime avans vermiştim.

Şimdi güzel şeyleri yapma zamanıydı, KANYON diye bir alışveriş merkezi açılmıştı ve ben burayı henüz bilmiyordum. Hemen bir organizasyonla kuzenim ve bir arkadaşımla Salı akşamını buraya gitmek ve sonrasında yemek için organize ettik. O gün güzel güzel hazırlandım, saçlarımı boyatıp fön çektirdim, akşamüzeri evden çıktım. Bu arada saçlarıma yaptığım harcama elime kalan parayı da silip süpürmüştü. Ancak saçımı başımı yaptırmadan, havalı havalı şekil vermeden ne işim olurdu sokaklarda, bu bir rezillikti benim için, nedirki fön, haftada iki kere çektirilmez miydi? Bu işlerin ne kadar pahalıya mal olduğunu o zaman anladım, buna da bir hal çaresi düşünmeliydim ama bu ay değil!

Kuzenimle birlikte Nişantaşı’ndan taksiye binip Levent’e geldik, harcadığımız para 12 YTL idi. Taksiye 12 YTL ödemiştik. Sonraki zamanlarda bunun ne kadar önemli bir miktar olduğunu ve sokağa atıldığını çok iyi anlamıştım. Aslında taksiye gerek yoktu, pek ala Taksime oradan da metro ile (ki aktarma bedava) toplam 2,5 YTL ye gidebilirdik Kanyon’a ama yapmamıştık. O zaman bunu yapmak, kendimi zorlamak bana mantıksız geliyordu, kuş kadar parayı yola harcamadıktan sonra yaşamın ne anlamı vardı? Sosyalleşmek, gezmek, tozmak, şıkır şıkır yerlerde yemek bal gibi hakkımdı.

Kanyon’a ilk girdiğimde olağanüstü lüks mağazaları, düne kadar Roma’da Via Venetto’da gördüğüm mağazaların şubelerinin hem de çok daha lüks dekorasyonları ile sıra sıra dizildiğini görünce epey şaşırmıştım. Uzun yıllar şehir dışında bir fabrika ortamında çalışıp bu tip yerleri gezmeye gezmeye epeyce cahil kalmıştım. Benim gittiklerim Anadolu yakasındaki iki alışveriş merkezinden başkası olamıyordu, onlar da Kanyon’a göre son derece mutavazı idiler. Vitrinlere tam bir köyden indim şehire misali bakarken, tezgahtarların bile benden çok daha şık ve kaliteli giyinmiş olduklarını gözlemlerken içimden “ben neredeyim” diye geçiriyordum.  Çaktırmadım kimseye, Allahtan elimde daha doğrusu parmağımda; 2003 yılbaşında takdir olarak bana verilen bir maaş ödüllendirme parasıyla satınaldığım pırlanta yüzüğüm vardı, bu bile iyi kötü belli bir imaj oluşturmuştu, ya da ben öyle sanıyordum. Bu derece aptal duygular içinde idim. Katları dolaştık, mağazaları gezdik, etiketlerinde benim yakında bir ay boyunca geçineceğim paranın iki katı yazılan çanta, ayakkabı, kazakları elledik, kuzenim kendine iki ince kazak aldı ve toplam 70YTL ödedi. Aslında benim de ihtiyacım vardı böyle şeylere alsam da istiflesem hiç fena olmazdı, bir siyah bir de kahverengi almam uygun olabilirdi, hırka içine giyebileceğim çok rahat şeylerdi. Sonra düşündüm: Daha dolaplarımı dökmemiştim ve hatırladığım kadarıyla tek kere giymediğim ve istiflediğim böyle onlarca giysim olduğu hatırıma geldi. Eskiden hiç düşünmezdim ama nedense aklıma geliverdi. İki bluza 70YTL verecek halim de yoktu, bu ne pahalılıktı böyle, herkes oynatmıştı kafayı. Vazgeçtim ve o andan itibaren kesinlikle birşeye elimi sürmemeye karar verdim, duygularım törpülenememişti henüz ve her gördüğümü almak istiyordum. Oysa artık sürekli hesabıma yatan bir para yoktu ve en önemlisi bu kadar giysiyi giyip de eskitecek bir yer yoktu. Artık günlük yaşamda, daha basit çok da pahalı olmayan spor şeylerle günlerimi geçirme imkanına sahiptim, ne saçımı taramak, ne deri, topuklu, her kıyafetime uyan ayakkabılar ne de hergün başka gömlek giymek zorundaydım. Renk renk kumaş pantolonlara ve onların üstüne uygun ceket ya da hırkalara ihtiyacım yoktu, dolayısıyla da o hırkaların içine giyilecek böyle ince bluzlara da.

Böyle gezine gezine en alt kata geldik. Artık yemek zamanıydı. Şık bir cafe restorana girdik, beğendiğimiz yere oturduk, derken menü.ler geldi. Hayatımda ilk kez rakamlar bu kadar gözüme batmış, dikkatimi çeker olmuştu. Bir tabak makarna 18YTL’den başlıyordu. Kadeh şarap 9YTL, kahveler 7-12YTL, su 5YTL civarında olup en iyi ihtimalle bu masadan kişi başı 50YTL.ye kalkacaktık. Büyük para! Evet şimdi diyebiliyorum ki “çok büyük” para! Ama daha ucuzu yoktu ki, nerede yiyebilirdik, hem bize yakışır mıydı, oradan öylece çıkmak, zevkince bir akşam yemeği yememiş olmak. Asla olamazdı hem boşuna mı giyinip süslenmiştim ben. Güzel bir mantarlı fettucini söyledim yanında da şarap. Sonra bir kadeh şarap daha. Hesaplar geldi, tam tahmin ettiğim gibi bahşişi de katınca 50YTL ödeyivermiştim. Bu para bir ailenin bir haftalık mutfak masrafıydı. Dünyanın yiyeceğini bu paraya alabilir ve bir hafta dört kişi doyurabilirdik ama biz bir akşam yemeğinde havaya savuruverdik. O an çok üzüldüm. Bu daha sonraki günlerimde de defalarca tekrar etti, sanırım nefsim bu şekilde terbiye olmaya başlamıştı. Etrafımızda onlarca midesi aç, sırtı çıplak insan varken biz sadece kazanabildiğimiz için, Tanrı bize bu şansı vermiş olduğu için hergün gereksiz yere tonlarca parayı sokağa fırlatıyorduk. Gereksiz incik boncuklar, pahalı yemekler, ihtiyacımız olmadığı halde renk renk giysiler, ayakkabılar, ödenen taksi paraları. Bunlar boşuna harcanan ve bence başkaları açlığa mahkum olduğu için bizim cebimize girebilen paralardı.

Yedik, içtik, paralarımızı ödedik, keyfim iyi ile kötü arasında büyük muhasebedeyken Kanyon’dan çıktık, ben ve kuzenim Kanyon’un kapısından taksi ile Beşiktaş’a geldik, oradan motor ve yine taksi ile ev. Bu akşam; yol parası 20, yemek parası da 50 olmak üzere tam 70YTL harcamıştım. Saçlarım ve bu paralarla maaşımdan elime kalan 210YTL yok olmuştu. Aralık başına kadar ben ne yapacaktım. Düşünmemeliydim artık, nasılsa arada diğer paramı alacaktım, toplamdan bir miktarı törpüleyip bu ilk keyiflerime aktarabilirdim, en azından bunu birazcık hak etmiştim, hiç değilse bu ay biraz daha rahat olmalıydım. Hem nasılsa nereden baksam beş altı ay içinde mutlaka iş bulabilirdim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder