25 Ekim 2010 Pazartesi

Ve Sonrası (7.Bölüm)

Yılbaşı yaklaşıyordu, ben hep bu dönemde çarşıları gezmeyi çok sevmişimdir. İşyerimin uzaklığı, haftasonlarını da çok yoğun geçirmem ve ortalığın olağanüstü kalabalık olması nedeniyle keyiflice yapamazdım bu işi. Artık evde olduğuma göre haftaarası bir gün gönlümce gezmeli, vitrinleri seyretmeli, bütün objelere dokunmalıydım. Düşündüğüm gibi de yaptım. Alışveriş merkezleri süslenmiş, heryer yılbaşı hediyeleri ile donatılmıştı. Herşey o kadar renkli ve gözalıcıydı ki, insan hepsini almak istiyordu. Gezerken herşeye baktım, elledim, evirdim çevirdim ama hepsi benim için öylesine pahalıydı ki. Eskiden olsa laf olsun diye toplardım bir sürü şeyi, şimdi ise asla yapmamalıydım. Hem alacaktım da ne olacaktı ki, birkaç ay sonra hepsini bir torbaya doldurup temizlikçi kadına verecektim, bunlar hep para harcamaya ve gereksiz tüketime dönük şeylerdi, insanların alışveriş yapma, para harcama tutkusuna yönelik hazırlanmış tuzaklardı, bu tuzaklara düşmeyecek kadar akıllanmıştım artık. Evi döküntülerle doldurmak çok anlamsızdı ve en önemlisi, fakir fukaranın belki birgünlük yemek parası olan bu parayı asla harcamamalıydım. O gün sadece kendim için 3,5YTL’ye küçük kısa, küt bir kırmızı mum aldım. O mum hala masamda duruyor, rengi biraz soldu.

Açıkçası evde zamanım boldu, akşamları erken yatmak istemiyordum, geç saatlere kadar beni bilgisayarımdan başka oyalayacak şey de yoktu. Gerçi televizyonda çok değişik programlar keşfetmiş, gece sinemalarının zevkini almış, tutkun bir izleyici haline gelmiştim. Bilgisayar ve net dünyasındaki sınırsız turlarımın yanında deliler gibi de televizyon izliyordum. cnbc-e ve tv8 gibi kanallarda yayımlanan filmleri asla kaçırmıyordum. Erken yattığım için izleyemediğim filmleri düşündükçe bütün hıncımı alıyordum sanki. Hatta kısa sürede anladım ki bu filmler benim en fazla iki yıl önce sinemada izlediğim filmlerdi, içlerinde sinemaya gitme fırsatı bulamadığımdan izlememiş olduklarım da vardı. Bu duruma bayılmıştım, elimden kaçırdığım bütün filmler teker teker yayındaydı. Yine yabancı diziler büyük tutkum olmuştu, soluksuz izliyordum onları. Tartışma programları, haber yayınları, filmler, diziler, gece yarısına kadar beni kilitliyordu, ondan sonra da bilgisayar başına geçiyorum. Benim için bunlar o kadar yeni ve keyifli şeylerdi ki “ilk heves” psikolojisine yenik düşmüştüm ve tam bir saldırı halindeydim. Yapacak ne güzel şeyler varmış meğer, belgeseller, filmler, net dünyasında sanal gezintiler. Aradan uzun zaman geçince tüm bunların bir tekrardan ibaret olduğunu anladım. Balinaların ya da maymunların yaşamlarına ilişkin belgesellerin yüzüncü, filmlerin beşinci tekrarına tanık olduğumda kendimi düpedüz aldatılmış hissettim. Evde bunlarla oyalanmaya mahkum edilmiş insanlığa acıdım ve işsiz geçirdiğim aylarda bunlardan uzaklaşmayı, kendime, gerçekten beni meşgul edecek uğraşlar edinmeye karar verdim. Hatta bunu bulamadığım zamanlar olursa kendi hikayemi kendim yazmaya, oynamaya ve seyretmeye söz verdim.
 
Net dünyasında sürekli yaptığım bir iş de kariyer sitelerinde didik didik arama-araştırma yapmaktı ve bu sayede Aralık ayı boyunca sürekli iş başvurularında bulunmuştum. Hepsi de son derece iyi incelenmiş, kendim için doğru olduğunu düşündüğüm işlerdi. Geri dönüş oranı çok kötü değildi, ancak ilginçtir ki yüzde yüz uygun olduğumu düşündüklerimden değildi bu dönüşler. O sırada evde fazla durmadığımdan, yürüyüşte ya da evin mutad işlerini halletme yolunda olduğumdan cep telefonumdan aranma olasılığı nedeniyle epeyce sıkıntıdaydım. Çünkü telefonumu duyamayabiliyordum ve en kötüsü cep telefonum o kadar eski ve kötü durumdaydı ki tam konuşurken kapanıveriyordu. Şimdi bir de yeni telefon almak gerekliydi. Cep telefonlarının fiyatları felaketti, çoluk çocuğun kullandığı düşük özellikli bir telefon almak da nedense işime gelmiyordu ama en sonunda 98YTL vererek uyduruk bir telefon aldım. Uyduruktu ama pili on gün dayanıyordu, iş çağrılarının en önemli anında da kapanmıyordu.

Teknolojinin nimetlerinden minimum harcamalarla da faydalanmak mümkündü, bunu kendime kanıtladım. Ne farkı vardı ki benim telefonumun diğerlerinden. Amacım konuşmak değil miydi? Bu telefon da konuşma ve erişilme ihtiyacımı tamamen gideriyordu, resim çekmesi şart değildi, eğer fotograf çekmek istersem gider kamera alırdım ve onu da yine böylesi ekonomik şekilde halledebilirdim. Bu dünyada çok güzel ürünleri çok uygun fiyatlarla alabiliyorsunuz, kampanyalar size bu olanağı sağlıyor, yapılacak olan sabretmek ve biraz da açıkgözlü davranmak, haberleri kaçırmamak. Para koruma programına girince bunları iki ay içerisinde çok güzel öğrendim. Öncesinde böyle bir çaba harcamayı aklımdan bile geçirmezdim.

Dışarı çıktığım zamanlar bir kafe’ye girip aromalı bir kahve içmek en büyük zevklerimden biriydi. Birgün yine Kadıköy’e yürümüş çok sevdiğim Kadife Sokak’ta yıllardır gittiğim kafe’ye girmiştim. Cappucino istedim, yavaş yavaş içtim, elimdeki kağıtlara birşeyler karaladım, biraz oyalandım ve hesabı istedim. Hesapta 7YTL.yi görünce bir de bahşişle beraber 8YTL verince bu tip masrafların artık çok ciddi düşünülmesi gerektiğine ikna oldum. Kasım ayında kursa giderken Fındıklı’da Kahve Dünyası diye bir yer keşfetmiştim. Mükemmel Türk Kahvesini su dahil 2,5YTL’ye içmiştim, üstelik yanında lokum ile servis ediliyordu ve her masada sebil olarak kendi imalatları olan drajelerle dolu minik tabaklar vardı. Yani ucuza son derece kaliteli ve zevkle sunulan kahvenizi içebiliyor, üstüne üstlük hediye çikolatalardan da doyasıya yiyebiliyordunuz. Ortam mükemmeldi. Ancak bu kurumlardan her yerde yoktu, eve dönüp internete bağlanınca araştırdım İstanbul’da sadece on yerde mağazaları vardı, yaygın değildi. İçimden dua ettim bunlara; her yere yayılsa da ucuza ve kaliteli kahve içebilsek diye. O zamana kadar Starbucks’larda sütlü çaya ödediğim 6-7YTL’ye, Gloria Jeans’lerde aromalı kahvelere verdiğim 9-10YTL’lere acıdım, çok acıdım. Ne büyük bir israfmış, ne büyük bir müsriflikmiş. Paranın kıymetini yavaş yavaş anlıyordum. Bu arada dualarım kabul oldu Kahve Dünyası zinciri tüm yurda yayıldı, adım başı her yerde varolan bu ucuz ve kaliteli noktalarda mola verip harika bir nefes alabiliyorsunuz.

Saçlarım uzuyordu, uzadıkça da röflelerim uçlara kaçıyordu, yakında röfle yenilemem gerekecekti ki maliyeti 200YTL ile 250YTL arasında değişiyordu ve bunu karşılayacak bir rezervim yoktu, önümde ancak iki ay vardı, iki ay sonra o saçlarla dolaşmam imkansızdı. İşsizdim ama asla bakımsız olamazdım eğer bunu göze alırsam zaten saçımı hiç boyatmaz, beyazlarıyla beraber doğal haline bırakırdım, hiç değilse bu çılgınlığı yapardım. Yapılacak ilk iş yeni yılda saçı tamamen doğal rengine boyatmak sonrasında da olduğu gibi bırakmaktı. Hem düz boyanın maliyeti yarıyarıyaydı, bir anlamda tasarrufun ilk adımını bu şekilde atabilirdim. Daha radikal uygulamalara geçmeyi henüz gözüm yemiyordu. Aylık kuaför masrafım minimum 100YTL iken bunu tamamen tasarrufa aktarmam nasıl olacaktı. Bir düğün, nikah ya da resmi bir toplantıya giderken saçlarımı ne yapacaktım. Çok zor bir durumdu bu, hem de çok zor. İleride bu konuyu halletmenin yolunu bulacaktım ama ilk zamanlar beni en zorlayan kısım bu oldu. Resmi yerler, toplantılar ve özel organizasyonlarda bu saçlar ne olacaktı?

Yılbaşı gelmeden önce başından kalkmadığım internet bana hiç tanımadığım e-arkadaşlar da buldu. Önceleri sırf eğlenmek, vakit geçirmek için merak saldığım, bunca senedir yapmadığım ve yapanları da eleştirdiğim sanal alem arkadaşlıklarına ben de kucak açmıştım. Madem işim gücüm yoktu herşeyi yapmak bana mübahtı. Messenger’da yazışmak ötesine geçmediğim bu sanal ilişkiler saatleri geçirmem, uyku döngümü eski halinden kurtarmam için çok faydalı oldu. Bu arada onca insan içinden birilerinin dostluğunu kazanarak arkadaş listeme de ilave ettim. Herşeyin bir faydası vardır. Üstelik bu işin hiç masrafı da yoktu, bedava eğlence. Sokaklarda gezip masraf yapmaktansa bu şekilde bedavaya zaman geçirmek bir işsiz için idealdi.

İnsan zamanında çok önemli olan şeylerin bir anda değerinin hiç olmadığını anladığında garipleşiyor. Bana çok komik gelen bir olay daha vardı ilk günlerde yaşadığım. İşime sabah çok çok erken gittiğim için kahvaltı şansım yoktu, hatta yolda bile kahvaltı etmek imkansızdı çünkü insanın saat 7.30’a kadar midesine birşey kabul etmesi oldukça zor ve sağlıksızdı. Ben de akşamları kepekli ekmek, peynir ve duruma göre közlenmiş biber ya da bazı yeşillikler katarak kendime minik bir sandviç hazırlar buzdolabına koyardım. Hatta bunun için her hafta sonu düzenli olarak tahıllı-kepekli dilimlenmiş ekmek ve krem beyaz peynir alırdım. Bir paket ekmek tüm haftama yeterdi, peynir de öyle. Sandviçlerimi sarmak için de strech folyo denen o sentetik rulolardan evde bulundururdum. Bunların 10 metrelikleri hemen biterdi ve sinir olurdum. Ayrılmadan önceki haftasonu marketten koca kalın bir ruloyu (tam 100 metrelik) kampanya nedeniyle aldım, ekmek ve peynirimi de. O hafta kullanabilmiştim bunları. İşe gitmediğim ilk Pazartesi sabahı yataktan kalktığımda buzdolabından çıkartıp çantamın yanına koyacağım bir sandviç yoktu. Çünkü böyle bir hazırlık yoktu, ben az sonra keyfimin istediği şekilde demleme çayımla kahvaltı yapabilecektim. Hem kahvaltıda en sevdiğim şey olan zeytinden bir avuç yiyebilecektim. Yıllardır zeytin yiyememekten büyük bir hasret içindeydim. Günler sonra çekmeceyi açtım ve koca rulo strech folyoyu gördüğümde kendi kendime epeyce güldüm. Bu folyoyu nasıl tüketecektim acaba. Bizim evimizde yiyecekler hep kapaklı saklama kaplarında korunur bu folyolara hiç ihtiyaç olmazdı. O koca kütük gibi folyo hiç bitmedi, 1,5 yıl sonra bile hala çekmecede idi. Çok azı kullanılmış olarak yer kaplamaya devam etti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder