20 Ekim 2010 Çarşamba

İlk An (1.Bölüm)

Öğlen yemeğinden dönmüştük. Yerimize giderken ortamdaki sessizlik 26 Ekim gibi güneşli bir sonbahar gününe pek uygun düşmüyordu. Bazı arkadaşlarımız teker teker ortadan kayboluyor, her telefon sesi nedeniyle masalarından kalkanların ve geri dönmeyenlerin  yarattığı hava ister istemez sinirlerimizi geriyordu.

Ben o gün, nedense tarifini hala yapamadığım o büyük huzura henüz adım atamamanın öldüren huzursuzluğu içinde boğuşuyordum.  Tahammülüm kalmamıştı. Artık beni de çağırmaları gerekiyordu. Son haftalarda yaşadıklarım bu şirkette daha fazla çalışmamam gerektirdiğini bana çok güzel anlatmıştı ve açıkçası sona çok hazırlıklıydım.  Benim akibetimi yaşayacak en az elli kişi daha vardı ama onlar için gerçek çok acı yaşanacaktı. İnsanlar nedense kendini aldatmayı tercih ediyor, ben ise minicik bir çocukken de olduğum üzere derinine kadar ne olacağını biliyor ve bunu taş gibi sert karşılayabiliyordum.



Sıkıntıdan yerimden kalktım, cam tünelden geçtim ve diğer binadaki ofis arkadaşlarımın çalışma hücrelerinde dolanmaya başladım. Çok uzakta  eski bölüm arkadaşımı gördüm. Hemen yanına gittim, hücrenin sahibi, ben ve arkadaşım küçük bir konuşma başlattığımız anda telefon sesi bizi susturdu. Çalan; arkadaşımın yanında taşıdığı el telefonuydu. Açtı, dinledi ve bize dönerek “ben gidiyorum” dedi.  İşte o an yıkılmıştım hala beni arayan yoktu ve saat 16.00 olmuştu. Tam bu hayal kırıklığı içindeyken beni aradıklarını ama yerimde olmadığım için bulamadıklarını öğrendiğim cep telefonu çağrısını aldım, koşarak İnsan Kaynakları’nın olduğu kata çıktım.

Herşey hazırdı, imzalanacak dokumanlar, istifa mektubu örneği, bordo, ibranameler vs.  Prosedürler gereği yapılan konuşmayı sabırsızlıkla dinledikten sonra önüme gelen herşeyi imzalayarak yerime döndüm. Çok az zamanım vardı ve tüm eşyalarımı toplamam lazımdı. Tam 11,5 yıllık birikim için 1,5 saat yeterli değildi, aceleyle elime geçirdiğim tüm eşyalarımı bulduğum torbalara doldurmaya başladım. Yüzümde aptalca bir sırıtma ile düşünmeden toplamıştım herşeyimi, oysa arkadaşlarımla vedalaşmam da gerekiyordu, son yarım saati bu işe ayırmam şarttı.

Önce eski departmanıma gittim, öteki binada olduklarından yol üzerinde rastladıklarımla da vedalaşma şansım olabilecekti, bölüme zıplayarak ve bağırarak girdim, arkadaşlarım yanıma koştular, hepsiyle kucaklaştım hatta helalleştim. Orada uzun kalmam çok doğaldı ama dakikalar da uçuyordu, son vedamı yapıp yan tarafa geçtim, ara koridordan yürürken toplu bir hoşçakalın mesajı ilettim yıllardır çalıştığım eski yeni tüm arkadaşlarıma. Yan kapıdan bahçeye çıkıp yeniden kendi binama döndüm, zira asma katta ve yıllarboyu onlarca projede birlikte çalıştığım arkadaşlarımdaydı sıra. Çalışma hücreleri arasında dolaştım, herkesi kucakladım, yerinde olmayanlara selam bıraktım, bu arada beni gören ve artık başka yerde çalıştığı için ogün ziyaretçi konumunda olan çok sevdiğim eski arkadaşıma rastlamam büyük şans olmuştu, beni eve bırakacağını söyleyince rahatlamış, artık servise yetişme zorluğum ve zorunluluğum bir parça ortadan kalkmıştı.

Evet yerime dönmeliydim artık, dönmeli ve yerimdekilerle de sarılıp kucaklaşmalıydım. Çok kısa sürdü, kısa sürebildi buradaki aşama. Ben İnsan Kaynaklarına çağrıldığımda masama gelen Bilgi Sistem çalışanları zaten kişisel bilgisayarımı almışlardı, son kez e-mail atma şansım da yoktu ama olsun, evden hallederdim nasılsa. Evden! Oysa bilgisayarım yoktu, tam 17 yıllık mühendistim ama eve bilgisayar sokmamıştım. Bunu övünerek yapmış, sosyal hayatın sanal dünyada sürdürülmemesi gerektiğini şiddetle savunmuş, bu konunun tartışılmasına bile izin vermemiştim. Benim asla evimde bu aletten olamazdı, gün boyu bilgisayar karşısında geçirilen zamandan sonra kalan sürede yaşamın diğer boyutlarına geçmeyi tercih etmiş, elle tutulur, gözle görülür, hissedilir paylaşımlar dışında olanları zırva bulmuştum. Evden neyi halledecektim? Kendi kendime güldüm.

Çantamı ve birbirinden ağır torbalarımı aldım, beni eve bırakacak arkadaşımın da yardımıyla otoparka gittik, bagajı eşyalarımla doldurduk. Otopark, bir çok arkadaşımı görebilme şansını bana vermişti,  eksik kalan on onbeş kişiyle burada kucaklaşıverdim. Aslında bundan yıllar önce yine ayrılmıştım aynı işimden; istifa etmiştim. O zaman yaşadığım son günüm, son anlarım aklıma geldi. Aynı şekilde otoparkta arabama binerken başımı kaldırmış, idari binaya ve üretim ünitelerinin olduğu o devasa platforma bakmıştım. Bu kez öyle yapmayacaktım. Arabaya bindim, yola çıktık.

Arkama dönüp bakmadım bile, zira ben şirketimi, o emeklerimi verdiğim güzel şirketimi, yıldızının en yükseklerde olduğu günleriyle hatırlamak istiyordum. Acımak, üzülmek istemiyor bunu çok da yersiz buluyordum. Başarısızlığın kök saldığı, projelerin sahipsiz kaldığı, karlılığını yitirmeye başladığı günlere denk gelen; çirkin yeni idari bina ve yan arsaya inşa edilen ek fabrika ile malzeme aktarılan ve milyonlarca dolar akıtılan raylı-havai transfer hattını görmek istemiyordum.

İstemiyordum çünkü orada bizim küçülmemize, zarar etmemize, yüzlerce elemanın iş kaybına neden olan insanların imzaları vardı. Şirketimize zarar ettiren projelere, uygulamalara, stratejilere bizim bir katkımız yoktu, bu kararları veren biz olmamıştık, kimse bize fikrimizi sormamıştı ama cezalandırılan sanki yine biz olmuştuk. Başkalarının hatalarının faturası dolaylı yoldan bize kesilmişti. Düşüncelerimden hemen sıyrıldım ve gözümü yola çevirdim.

Evet o muhteşem iş yolum. Gidiş dönüş tam 11,5 yıl boyunca katettiğim toplam 140km.lik o uzun yol. Trafikte çile çektiğim, bazen bir, bazen de üç-dört saat süren, sayısını unuttuğum kadar kitap okuduğum, herkesin hayat hikayelerini öğrendiğim, uyuyanlar tarafından azarlanarak susturulduğum, bazı zamanlarda yemek ritüelleri yaptığımız o uzun yol. Son kez ve bu kez konforla kat ettiğim o yol. Hayret bugün trafik fazla sıkışık değildi.

Birbuçuk saat sonra elimde bir sürü döküntü ile evimdeydim, anne ve babam zaten bu sürecin mutlu sonunu bekliyorlardı ve ben eve “herşey tamam” diyerek girmiştim. Evet herşey tamamdı ve ilk yapılacak olan da bu torbalardaki döküntüleri ayıklamaktı ama o akşam birşey yapacak halim yoktu. Kuşlar gibi özgür, kelebekler kadar hafiftim. Dayanılmaz bir hafiflik; yaşamım boyunca hep özleyeceğim o muhteşem anlar, sonunda gelmişti galiba.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder